t h e  f o x e s

t h e f o x e s

book_age12+
4
FOLLOW
1K
READ
second chance
kickass heroine
bxg
realistic earth
childhood crush
disappearance
friendship
lies
secrets
whodunnit
like
intro-logo
Blurb

Lisede yaşanan bazı sorunların ardından bağlarını koparan dört arkadaşın yolu, bir cinayete teşebbüs vakasıyla tekrar kesişir.

[gizem gerilim, polisiye, romantizm]

16.03.2019

Heilly

ig:castkiddin

chap-preview
Free preview
0.0
Şimdi adını hatırlayamadığım bir kabilenin inanışına göre, birbirlerine söyleyecek sözleri olan insanlar, zamanla farklı yönlere yürüse bile eninde sonunda yeniden karşılaşırlarmış. Kaderiymiş bu onların. Yorucu bir ders sonrası kafede oturmuş kahvelerimizi yudumlarken, Sehun telefonda okuduğu bir yazıya bakarak söylemişti bana bunu. "Saçmalık..." diye mırıldanmıştım kahvemi masaya bırakıp. "O isimde bir kabilenin olduğuna bile inanmıyorum." "Dünya yuvarlak, Watson." Gözlerini telefondan ayırıp bana bakmıştı. "Birine sırtını çevirip tüm gücünle kaçarsan, eninde sonunda onu karşında bulursun." Omuz silkmiştim inat ederek. Bir aptalın, fakir edebiyatı olsun diye internete yazdığı uydurma sözcüklerdi bunlar. Huzursuz etmemişti beni. Zira sırtımı çevirdiğim insanların çok uzağında, dünyamın öbür ucundaydım. Daha fazla koşmaz ve olduğum yerde durursam, kimseyle karşılaşmak zorunda da kalmazdım böylece.  Ancak yanılmıştım...  Tüm bunları düşünürken, gözden kaçırdığım bir gerçek vardı zira. Kendi halimde yaşadığım bu dünyayı altüst eden, zihnimi bugünden çekip üç yıl öncesine götüren bir gerçek. Ve ben bunu idrak edip içinde bulunduğum durumun farkına vardığımda, yeniden kaçmak için çok geç kalmıştım. Üçüncü kahvemi bitirip kupamı yıkamak için masa başından kalktığımda saat 12'ye geliyordu. Uykulu gözlerimi kırpıştırıp gerinerek mutfağa yürüdüm ve bardağı yıkarken bir yandan da kaynaması için su ısıtıcıyı açtım. Yarın son vize sınavım vardı ve bana göre en zor olanıydı; psikoloji tarihi. Tekrar derse oturmadan önce mutfağın perdesini aralayıp dışarı baktım. Sokakta tek tük insanlar vardı. Karşı binaların arasından parlayan dolunayı görünce gülümsedim. Dolunay bana her zaman huzur verirdi. Yorgun ışığını, eşsiz görüntüsünü seyredebilirdim saatlerce. Su ısıtıcısının kolu suyun kaynadığını haber vermek için hızla inip 'tık' diye bir ses çıkardığında bakışlarımı aydan çektim. Perdeyi kapatmak üzereyken bir polis arabası bizim apartmanın önünde durdu. İstemsizce göz devirip perdeyi çektim ve kupama kahve koydum. En üst kattaki dairede yaşayan karı koca sürekli kavga ediyordu. Komşular da gürültüden ve kadının sağlığından endişelenip ihbar ediyorlardı haliyle. O yüzden neredeyse her ay bir kez polis gelirdi apartmana. Zemin katta yaşadığım için beni ilgilendiren bir durum olmuyordu. Kahvemi elime almış masa başına yürürken zil çaldı. Yarı yoldan dönüp bıkkınca kapıya yürüdüm ve delikten baktım. Polisler gelmişti. İç çekerek kapının üst ve alt kilitlerini tek tek açmaya başladım. Birkaç sefer doğru apartmanı sormak için yine gelmişlerdi. Altı kilidi açmayı başardığımda üzerimdeki sabahlığa biraz daha sarıldım. Kupam hala elimdeydi. "İhbar edilen daire en üst kat, yanlış gel-" "Park Chaeyoung?" Kaşlarımı kaldırıp karşımdaki üç polisten biraz daha yakında olanına baktım. Şişman, kırklı yaşlarında bir adamdı. "Benim?" Elindeki cüzdanı açıp kimliğini gösterdi. "Başkomiser Han Woo Tak. Bizimle karakola gelmeniz gerekiyor." Kupamın kulpunu biraz daha sıktım istemsizce. Karakola gitmek zorunda kalacağım hiçbir şey yapmamıştım. Bu... çok saçmaydı. "Anlamıyorum..." Yüzümü sıvazladım bunalarak. "Neden?" "Endişelenmeyin, karakolda gereken açıklama yapılacak." Eliyle kapıyı işaret etti. "Sizi tutuklamayacağım. Siz de lütfen zorluk çıkarmayın." Kaşlarımı çatarak başımı salladım. Bir dakika izin isteyip kahvemi bıraktım ve üzerimdeki sabahlığı çıkarıp kabanımı, anahtarımı ve telefonumu aldım. Işıkları kapatıp evden çıktığımda ve kapıyı hem üstten hem alttan üçer kez kilitlemeye başladığımda polislerden biri güler gibi bir homurtu kaçırdı dudaklarından. Başkomiser Han onu sert bir bakışla susturdu. Bir polis önümde, bir polis arkamda ve Komiser Han da yanımda yürüyerek polis aracına kadar bana eşlik ettiler. Apartmandan birinin görmemiş olmasını umarak araca bindim. Yol boyunca babamı arayıp aramama konusunda tereddüt edip durmuştum. Babam avukattı. Durumu hemen öğrenebilirdi ama ne onu ne de annemi endişelendirmek istemiyordum. Üstelik Ji Eun, beş yaşındaki kız kardeşim, babamla uyumadığında çok huysuzlanırdı. Ailem, babamın tayini çıktığı için Busan'a taşınmışlardı, ben de Seul'de yalnız yaşıyordum. Sonunda babamı aramayıp işin aslını öğrenene kadar beklemeye karar verdiğimde polis aracı karakolun önünde durdu. Sessizce arabadan inip karakola girdiğim sırada yarınki sınav aklıma geldi. Kesin dersi tekrardan almam gerekecekti. Başkomiser Han düşüncelere daldığımı görünce eliyle koridorun sonundaki bir odayı işaret etti. Başımı sallayıp peşinden ilerlediğimde benden önce davranıp odanın kapısını araladı ve içeridekilere bir şeyler söyledi. Etraftaki telsiz sesleri, konuşmalar ve dosya hışırtıları yüzünden duyamamıştım. Başını aralıktan çekip bana döndü ve içeriyi işaret etti. "Dedektif Kim size her şeyi anlatacak. İçeri girin." Sanırım bu, başka işlere döneceğinin işaretiydi. Hafifçe eğilip minnettar bir şekilde gülümsedim. "Teşekkür ederim, Başkomiser Han." Onun da hafifçe eğilip selam vermesini izledikten sonra derin bir nefes alıp içeri girdim ve Komiser Han kapıyı arkamdan kapattı. Gözlerim ilk önce Dedektif Kim olduğunu düşündüğüm esmer tenli, benden dört beş yaş büyük duran ve yakışıklı -çok yakışıklı- adamda dolaştı ancak kısa zamanda masanın üzerine çıkarılıp üst üste atılmış bilekte biten siyah botları, onu takiben uzun, biçimli bacaklara geçirilmiş koyu kot şortu, üzerinde "I'M BAD GIRL" yazan kolsuz tişörtü ve en sonunda yarım ağız sırıtışıyla beni seyreden Kim Jennie'yi buldu. "Ne bu şimdi?" dedim inanamaz bir halde bir ona bir dedektife bakarak. "Lütfen oturun." dedi dedektif, sanki  gece kulübünden fırlamış gibi duran taş gibi bir kadın botlarını çalışma masasına hiç dayamıyormuş gibi. Masasının karşısında duran iki koltuktan Jennie'nin oturmadığını işaret etti. Üzerimdeki şaşkınlığı atamayarak dediğini yaptım. "Ben Dedektif Kim Jongin." Sessizce uzattığı elini sıkarken göz ucuyla Jennie'ye baktım. Ters bakışımdan korkmamış olsa da homurdanarak ayaklarını indirdi ve bacak bacak üstüne attı. Bir insan hiç mi değişmezdi? "Neden buradayım?" Ellerimi birbirine kavuşturdum. "Neden buradayız?" dedi Jennie bana yan bir bakış atarak. Gözlerimi devirdim. Dedektif üzerindeki beyaz gömleğin kollarını bileklerine kadar çekmiş, dirseklerini masaya dayamıştı. Bileğindeki pahalı saat parlıyordu. Dağılmış saçlarını geriye tarayarak sandalyesine yaslandı ve masanın çekmelerinden birine uzanarak siyah bir dosya çıkarıp masaya koydu. Cidden yakışıklı adamdı. Dosyayı açıp ilk sayfasındaki fotoğrafı aldı ve bize çevirerek masanın üzerine koydu. İkimizde hafifçe yaklaşıp resme baktığımızda odada sessizlik oluştu. "Onu tanıyorsunuz." dedi dedektif. "Evet." diye mırıldandım canımın acısını görmezden gelerek. İstemsizce yüzüm düşmüştü. "Jisoo." "Aynı lisedeymişsiniz. Ve çok yakınmışsınız." "Öyleydik." dedim bakışlarımı Jennie'ye çevirerek. Bir şey demedi. Bakışları fotoğraftaydı, gerildiğini hissettim. "Lisenin sonunda kavga edip küsmüşsünüz." "Cidden neden geldik buraya?" diye çıkıştım dayanamayarak. "Oturup gecenin bir vakti maziyi mi deşeceğiz?" Dedektif kahve gözlerini dosdoğru gözlerime çevirdi. Masaya yaklaşıp bize doğru eğildi ve her gün böyle şeylerle uğraştığını yüzümüze vuran bir rahatlıkla konuşmaya başladı. "Kim Jisoo on gün önce evinin önünde kaburga kemiği ve kafatası kırık halde baygın yatarken bulundu. Şu an komada. Başta pencereden atladığı yani intihar ettiği düşünülse de kıyafetinin önüne bantlanan fotoğraf bundan daha fazlası olduğunu bize gösterdi." Kanım çekilirken bakışlarını üzerimizden çekip tekrar sandalyesine yaslandı. "Sizin de içinde bulunduğunuz bir fotoğraf..." Masadaki çekmecesinden şeffaf poşet çıkardı. İçinde kenarları bantlı bir fotoğraf vardı ve bantın kenarlarındaki kan lekeleri öylece duruyordu. Resim, mezuniyetimizdendi. Dedektifin delilleri çıkarttığı o çekmeceyi yakmak istedim. Başımı ellerimin arasına alıp içimdeki duygu karmaşasının rezillik çıkarmasını engellemek ister gibi gözlerimi kapattım. Geçmişe dönmek istemiyordum. Burada olmak, Jisoo'nun ölüm kalım mücadelesi verdiğini öğrenmek istemiyordum. Evde kalıp o aptal sınava çalışmalıydım. Yine her şeyden habersiz yaşamak, köpek gibi çalışarak düşüncelerimden kaçmak istiyordum. Kapı tıklatılıp yavaşça açıldığında da düşündüğüm tek şey buydu. "Özür dilerim, biraz geç kaldım." Kaşlarımı çatıp başımı ellerimin arasından çekerek kafamı kaldırdığımda, burada görmeyi asla beklemediğim ikinci kişiyle göz göze geldik. Lalisa Manoban'la. Yanılmıştım. Dünyamın öbür ucuna kadar koşup sonra olduğum yerde durmak yeterli değildi geçmişten kurtulmak için. Kaçmaya çalıştığınız tüm o şeylerin de durması gerekiyordu. İşte her şeyin başladığı nokta, gözden kaçırıp sonuçlarına katlanmak zorunda olduğum acı gerçek de buydu. Heilly ig: castkiddin 7 Yıl Önce Seul sokaklarına sağanak yağmurun bastırdığı günlerden birinde Chaeyoung, elindeki şemsiyenin kulpunu istemsizce sıkarak okul bahçesinden içeri girdi. Yine geç kalmıştı ve o an tek isteği Müdire'ye yakalanmadan sınıfa ulaşmaktı. Disiplin konusunda oldukça katı olan Müdire böyle durumlarda küçük cezalar vermeyi de ihmal etmezdi. "Park Chaeyong?" Daha okulun kapısına varamadan duyduğu sesle irkilen Chaeyoung elindeki şemsiyenin önünü hafifçe kaldırıp okul kapısına çıkan merdivenlerin en üstünde onu bekleyen Müdire'yle göz göze gelince sahte bir sırıtışla karşılık verdi. Bu hareketinin sevimli olduğunu düşünüyordu ancak Müdire aynı fikirde değil gibiydi. "Günaydın, efendim." dedi eğilerek Müdire'yi selamlayıp. Kadın parmağıyla yukarı gelmesini işaret ettiğinde basamakları çıkmaya başladı. "Derse geç kalanlara ne ceza verildiğini biliyorsun, değil mi genç bayan?" "Evet, efendim." diye mırıldandı kadının yanına vardığında. "Spor salonunu temizlemem gerekiyor." Belli etmemeye çalışsa da yüzü düşmüştü. "Ve de ikinci ders zili çalana kadar bitirmen gerekiyor. Derslerini aksatmanı istemem, Chaeyoung." Sonra durup hafifçe gülümsedi. "Peki, efendim." Genç kız, Müdire'yi eğilerek selamlayıp isteksizce spor salonun olduğu zemin kata yürümeye başladı. Spor salonunun büyük iki kanatlı kapısının tekini aralayıp kendisini içeri attığında huysuzca homurdanmaya başlamıştı. Üzerindeki yeşil yağmurluğu ve elindeki aynı renk şemsiyeyi bir kenara koyup koyu kahve saçlarını topuz yaptı. Bu saatte spor salonunda kimse olmuyordu. Chaeyoung sürekli geç kaldığından biliyordu bunu. Telefonundan rastgele bir şarkı açıp telefonu cebine attı ve işe koyuldu. Önce ortalıktaki topları file sepete dolduracaktı. Bir sonraki felsefe dersini kaçırmak istemiyordu. İşi çabuk bitirmek için koca salonu baştan başa dolanıp beş basketbol topunu kucaklayarak sepete doğru yürümeye başladığında biri ona seslendi. "Hey?" Duyduğu sesle arkasına dönen Chaeyoung, dengesini kaybederek hafifçe tökezleyip elindeki topları düşürdüğünde en üstteki top sekerek karşısındaki çocuğun ayakkabılarının ucuna değdi. "Beatles mı dinliyorsun?" Chaeyoung etrafa dağılan toplarda olan bakışlarını şaşkınlıkla, ona soru sorana çevirdi. Dağınık kahverengi saçlarını eliyle geriye tarayarak öylece kıza bakıyordu. Chaeyoung onu tanımıştı. "Aa-Şey... Evet. Beatles severim." Chaeyoung neresine kaçtığını bilmediği sesini toparlamak için genzini temizledi. "Sen de mi cezalısın?" Çocuk güler gibi oldu. Chaeyoung istemsizce o yarım gülüşü seyretti. Oldukça uzun boylu olduğu için kızın ona bakarken kafasını kaldırması gerekiyordu. "Evet ama aynı sebepten değil." Eliyle arkasındaki hayali bir yeri işaret etti. "Bu sabah buraya gelmemi koç söyledi." "Anladım." diye mırıldandı Chaeyoung. İkili arasında garip bir sessizlik oluştuğunda şarkı bitmek üzereydi. "Bu arada adım-" "Chaeyoung, değil mi?" Genç kızın gözleri çocuğun kahvelerine takılırken hafifçe gülümseyip başıyla onayladı. Neden yüzünden alev çıkıyormuş gibi hissediyordu? "Ve sen de Jungkook'sun." Çocuk bu sefer gerçekten güldüğünde genç kız da sırıttı. Şarkı bitti. İçeriden koçun sesi duyuldu. "Jeon Jungkook! Hangi cehennemdeysen çabuk çık yoksa cezana yirmi tur koşu ekleyeceğim!" Jungkook başım belada der gibi dudağını ısırıp güldüğünde Chaeyoung hala sırıtıyordu. "Sanırım gitmem gerek." Geri geri adımlarken Chaeyoung'a son bir kez baktı ve "Sonra görüşürüz, Chaeyoung." diye mırıldanıp koşarak gitti. Jungkook spor salonundan çıkıp kapıyı kapattığında Chaeyoung hala sırıtıyordu. Günümüz "Uzun zaman oldu, Chaeyoung?" Lisa gözlüğünü refleksif bir hareketle geriye itip gülümsemeye çalıştı. "Nasılsın?" Nasıl mıyım? Onca olandan sonra söyleyebileceği tek şey bu muydu? "Bıraktığın gibi." dedim göz devirmemek için kendimi zor tutarak. Jennie aynı bacak bacak üstüne atmış pozisyonunda umursamaz bir görünüşle elindeki çakmağı yakıyor, söndürüyor ve tekrar yakıyordu. Ancak tüm bu umursamaz tavrın arkasından bizi pür dikkat dinlediğini biliyordum. O her zaman böyle yapardı. Lisa sert çıkışıma bozuldu ancak bir şey demedi. "Psikoloji okuduğunu duydum." diyerek değiştirdi konuyu. Başımı salladım. Bu durumda ona da neler yaptığını sormam gerekiyordu, yapmadım. En azından bu kadar nefreti hak ediyordu. "Sen neler yapıyorsun Jennie?" Bir an bakışlarını çakmaktan çekip yan bir bakış attı ikimize de. Sonra işine geri döndü. "Barmenim." Aynı şeyi yapıyor olmamıza rağmen Jennie'nin Lisa'yı geçiştirmesi beni rahatsız etmişti. Onun her zamanki tavırlarıydı ancak ben öyle bir insan değildim. En azından arkadaş kazığı yemeyene kadar. "Sende durumlar nasıl?" diye mırıldandım Lisa ve Jennie dışına her yere bakarak. Söyler söylemez de pişman oldum. Yufka yüreğime sıçayım. "Garsonum." dedi. Sesi beklediğimden de üzgün ve ruhsuz çıkıyordu. "Aynı zamanda bir dans kulübüne üyeyim ancak önemli bir şey değil." "Nasıl önemli değil? Dans senin hayalindi." Jennie bakışlarını çakmaktan çekip Lisa'ya çıkışınca ikimiz de şok olduk. Sonra ne yaptığını fark eder gibi duraksadı, bakışlarını bizden çekti ve yine çakmakla oynamaya başladı. Lisa gülümser gibi oldu. "Kulüpte çok aktif değilim. Ana dansçılar ve bazı gruplar ön planda. Bense yedek dansçıyım." İmkansızdı. Lisa çok iyi dans ediyordu, yani ederdi. Lisedeki kurduğumuz müzik grubu bazen gece kulüplerinde şarkı söylediğinde Lisa'yı öne çıkartır ve dans ettirirdik. Yüzümü buruşturdum. "Irkçılık saçmalığı, değil mi?" Lisa'nın yüzü kızardı ama ses çıkarmadı. Bakışları üzerindeki boyfriend pantolondaki eskitmelerdeydi. "Orospu çocukları..." diye mırıldandı Jennie. O sırada nihayet üzerimdekileri fark edebildim. Her yeri kedi patileriyle kaplı pijama takımımın altına spor ayakkabı geçirmiş, üzerime de bej rengi kabanımı almıştım. Ders çalıştığım için topuz yaptığım saçlarım dağılmıştı. Lisa'ysa boyfriend pantolonunun üzerine çizgili bir gömlek giymiş, üzerine kabanıma benzer renkte bir ceket geçirmişti. Aksesuar olarak mı yoksa gözleri bozulduğu için mi taktığını bilmediğim Harry Potter gözlükleri saçlarıyla uyumlu tonlardaydı. Lisa Harry Potter hayranıydı. Eskiden omuzlarında biten sarı saçlarını uzatmış ve at kuyruğu yapmıştı. Kahkülleriyse hala çok güzeldi. Jennie'den bahsetmiyorum bile. "Yataktan kalkıp geldin galiba." dedi Jennie. Bakışları hala çakmaktaydı ancak rahatsızlığımı fark etmişti. "Sınava çalışıyord- Ah! Sınavı unuttum!" Elimi alnıma vurup bitkince geri yaslandım. Ardından doğrulup "Dedektifi bulmam gerek." diye mırıldandım. Neyse ki o sırada kapı açıldı ve dedektif yıllar süren dakikalardan sonra işlerini bitirip yanımıza döndü. Elindeki dört karton bardağın birini alıp üçünü masaya bıraktı. "Geç kaldığım için kusura bakmayın kızlar. Acil bir durumdu, olay yerini incelemek zorundaydım. Telafi olarak size kahve getirdim." Elini ceketinin iç cebine attı ve üç çikolatayı da masaya koydu. Biri karamelli, biri sütlü çikolataydı. Sonuncusu ise bitter. Lisa teşekkür edip kahveyi ve karamelli çikolatayı aldığında Jennie de sessizce karton bardaklardan birini eline aldı. Ben de kahveyle sütlü çikolataya uzandım. "Çikolata almayacak mısın?" dedi dedektif ceketini çıkarıp askıya asarken. Sandalyesine oturdu. "Bitter seversin diye düşünmüştüm." "Çikolata sevmem." Jennie kahvesini yudumlayıp boş bir bakış attı adama ancak gözlerinin dedektifin kıvrılmış beyaz gömleğinin ardından belirgin damarlarına kaydığını gördüm bir an. Sırıttım. Anında bu sırıtışımı anlamış olarak bana yan bir bakış attı. Onunla eskiden de tek bakışla anlaşırdık. Bunu fark etmek yüzümdeki sırıtışı soldurdu. "Benim gitmem gerekiyor, dedektif." dedim. "Daha uygun bir zamanda devam etsek?" "Henüz istediğim cevapları alamadım. Biraz daha kalamaz mısınız?" "Bizi burada tutma hakkın yok, Dedektif Kim." dedi Jennie. "Bu resmi bir sorgu değil." "Bu ne demek?" dedim. Dedektif, Jennie'ye kaşlarını kaldırarak bakıyordu. "Bunu fark edecek kadar karakolda bulunmuşsunuz, genç bayan." Jennie yarım ağız güldü. Mimikleri genelde belli belirsiz olurdu. Eskiden de. "Yani haklıyım." Dedektif sıkıntılı bir bakışla bana döndü. "Size daha önce resmî bir mektup gönderdim tanıklık yapmanız için. Ancak ikiniz de geri dönüş yapmadınız. Sadece Bayan Lisa geldi. Eğer bugün sizi getirmek için polis göndermeseydim suçlu durumuna düşerek hiç beklemediğiniz bir zamanda kelepçeyle gelmek zorunda kalabilirdiniz." "Ben... fark etmedim." dedim. Muhtemelen gelmişti ancak babamın dava belgeleri ara sıra eski adrese gönderildiği için onlardan biri sanıp bir kenara koymuştum. "Ben de takmadım." diye mırıldandı Jennie. Tekrar çakmakla oynuyordu. Dedektif ona bezdiğini göstermek isteyen bir bakış attı. "Bayan Lisa'yla-" "Lütfen sadece Lisa deyin." diye düzeltti Lisa. "Pekala, Lisa'yla bir hafta önce konuştuk. Kim Jisoo'nun tişörtüne bantlanmış fotoğrafın arkasında 'Biri gitti, üçü kaldı.' yazıyor. Bu demek oluyor ki siz de tehlikedesiniz. Yani şu an hayatınızın işlerinizden önce geldiğini hatırlayıp konuşmam bitene kadar beklemelisiniz, Bayan Chae-" "Sadece Chaeyoung deyin." dedim çökmüş bir halde. "Peki, Chaeyoung." "Jisoo'ya bunu yapan her kimse bizi de öldürmek istiyor." diye mırıldandı Lisa. Bakışlarım spor ayakkabılarıma kaydı. Kafamda her birimizin cansız bedenleri belirdi bir an. Kimimizin kolu ters dönmüş, kimimizin boynu kırık... Belki de kafatasımız ezilir ve beynimiz dağılırdı. Kanlarımız kaldırımlarda göl oluşturur, rögarlara doğru yol çizerdi. Sonra ailem geldi aklıma. Haberi aldıklarında ne yapacaklarını düşündüm. Annem kesin delirirdi. Babam haykırarak ağlar, Ji Eun üzülse de çocuk aklıyla çabuk unuturdu. Gerçekten böyle mi ölecektim? "Kim neden yapsın ki bunu?" dedim çaresizce. "Tamam, lisede çok sevilesi insanlar değildik ama kimseyi seri katile döndürecek bir şey yapmadık. Ufak atışmalara ve birkaç kavgaya bulaştık sadece." "İşte bu yüzden yardımınız gerek." dedi dedektif. "Olay her neyse en az üç yıl öncesine dayanıyor ve bulabileceğimiz tüm tanıklar sizin hafızanızla belirlenecek." "Bilmiyorum..." diye mırıldandım başımı ellerimin arasına alırken. "Aklıma hiçbir şey gelmiyor." O sırada kapı tıklatıldı ve içeriye bir polis memuru girdi. Dedektife acilen gelmesi gereken bir durum olduğunu söyleyip dışarı çıktı tekrar. "Pekala," dedektif saati kontrol edip bize döndü. "Sanırım şimdilik konuşacak bir şey kalmadı. Bu numaram," Her birimize kartvizit uzatıp ceketini askılıktan aldı. "Bir şey hatırladığınızda lütfen beni arayın. Numaralarınız dosyada var zaten. Ben de bir gelişme olursa sizi haberdar edeceğim." Başımı ovuşturarak yerimden kalktığım sırada "Bu arada," diye devam etti. "Her biriniz için iki polis memuru görevlendirildi. Katil bulunana kadar belli bir mesafeden sizi takip edecek ve gece evinizin önünde nöbet tutacaklar." Kapıya çıktığımız sırada "Ben istemiyorum." dedi Jennie. Dalgalı koyu kahverengi saçlarını savurup önümüzden ilerlediğinde kıyafetine bir kez daha ağzım açık bakmak zorunda kaldım. Fazla... iddialıydı. Jennie'nin bu haline alışkın olduğumuzdan umursamazca arkasından giderken Dedektif Kim sinirlenerek hızla yanımızdan geçti ve karakolun basamaklarında Jennie'yi kolundan yakalayarak kendine çevirdi. "Cidden neyine güveniyorsun sen?! Peşinizde bir katil var, arkadaşınız komada diyorum, bunların hepsi sana kurgu gibi mi geliyor?! Öldürüleceksin Jennie!" İkimiz de karakolun kapısında donakaldık. Jennie bir an şaşırarak kaşlarını kaldırsa da bu çok kısa sürdü. Hızla kolunu çekip kurtardı ve gözlerini korkunç derecede açıp yüzünü dedektifin yüzüne yaklaştırdı. "Yaşamak isteyen kim?" dedi gülümseyerek. Sesinde yalnızca onu tanıyanların anlayabileceği bir ifade vardı. Acı... "Ayrıca... bana Bayan Jennie deyin, dedektif." Ardından saçlarını savurarak uzaklaştı. Bu tavrı birbirimizden ayrı geçirdiğimiz üç yıl boyunca Kim Jennie'nin neler yaşadığını deli gibi merak etmeme sebep oldu. Lalisa Manoban ve Kim Jisoo'nun da öyle... Heilly ig: castkiddin 7 Yıl Önce "Girebilir miyim?" Chaeyoung kapıdan başını uzatarak konuştuğunda Müdire başıyla onayladı. "Gel Chaeyoung." Genç kız temkinli adımlarla içeri girerken bakışları Müdire'nin karşısında ayakta bekleyen iki kızı buldu. Onları tanıyordu. Yan sınıftan Jennie ve Jisoo. Sessizce kızların yanına geçerken Jisoo ona dönerek sevimli bir şekilde gülümsedi. Chaeyoung da tebessümle karşılık verdi. Jennie sessizce Müdire'ye bakmayı sürdürmüştü. "Bizi neden çağırdınız?" "Bildiğiniz gibi müzik hocamız değişti." diye söze başladı genç kadın. Chaeyoung onun feminen duruşuna ve klasik giyimine hep hayran kalmıştı. "Yeni hocamız önümüzdeki etkinliklerde ona yardımcı olacak ve yarışmalara katılacak öğrenciler arıyor. Jisoo ve Jennie önceki hocayla da çalıştıkları için zaten ekibe alınacaklardı ancak Jisoo senin de sesinin güzel olduğunu söyledi, Chaeyoung. Sen de katılmak ister misin?" Chaeyoung kaşlarını kaldırarak Jisoo'ya baktı. Dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülüyordu. Çok sempatik görünüyordu. "Birkaç defa kendi kendine şarkı mırıldanırken duydum seni." diye açıklama yaptı Jisoo, güleryüzle. "Gerçekten çok güzel bir sesin var." "Teşekkür ederim..." diye mırıldandı, yüzü kızarmıştı. Müdire'nin beklenti dolu bakışlarına görünce "Çok isterim." dedi. Jisoo sevinçle el çırptı ve Müdire gülümseyerek geri yaslandı. Jennie tepkisizce önüne bakıyordu. "Hadi o zaman, derhal müzik sınıfına çıkın ve hocanızla tanışın." Müdire'yi eğilerek selamlayıp odadan çıktıklarında Jisoo heyecanla Chaeyoung'un elini tuttu ve "Kabul etmene çok sevindim!" dedi. Chaeyoung gülerek karşılık verirken Jennie'ye dönerek el salladı. "Sen Jennie olmalısın." Jennie gülümser gibi oldu. "Çok güzel bir yüzün var, Jennie." Genç kız kaşlarını kaldırdı. Saçlarını tepesinde toplamış ve makyaj yapmamıştı. Müdire'nin ilginç cezaları yüzünden çok sevdiği küpelerinden bile vazgeçmişti ve bu kız güzel olduğunu mu düşünüyordu? Boş bakışlarını Chaeyoung'un yüzünde dolaştırıp yürümeye başladığında Chaeyoung şaşkınlıkla arkasından bakakaldı ancak Jisoo'nun gülerek omuz silkmesi ve onu da kolundan çekiştirerek Jennie'ye yetişmesiyle toparladı kendini. Jennie bahsedildiği kadar içedönük bir insandı gerçekten de. Ama Chaeyoung onun soğuk biri olduğunu düşünmüyordu, sadece biraz zaman ihtiyacı vardı. Her ikisinin de. İki kat yukarı çıkıp müzik odasını bulduklarında içeriden gelen gürültüler Chaeyoung'un kaşlarını çatmasına sebep oldu. "İçerisi kalabalık sanırım." Jennie yarım ağız güldüğünde Chaeyoung daha da şaşırdı. "Sadece kendi sesinin güzel olduğunu mu sanıyorsun?" Ardından genç kızın bir şey demesine izin vermeden içeri girdi. Jisoo da gülümseyerek "Onu takma." diye mırıldandı ve Jennie'nin peşinden gitti. Kapı açıldığında sesler kesilmişti. Chaeyoung çekingen bir tavırla Jisoo'yu takip ederken tüm bakışlar onlara dönmüştü. Genç kız kalabalıktan ve göz önünde bulunmaktan pek hoşlanmazdı. Bu yüzden bakışlarını önüne eğip koyu yeşil hırkasının bilekleriyle oynamaya başladı. Jennie umursamaz bir tavırla arka sıralara ilerlerken Jisoo ve Chaeyoung, öğretmen olduğunu düşündükleri adama doğru hafifçe eğilerek selam verdiler ve arka taraflara, Jennie'nin yanına geçtiler. "On beş kişi olduk." dedi müzik hocası tek tek sayım yaptıktan sonra. Çok hoş bir ses tonu vardı ve güldüğünde inip kalkan adem elmasıyla çok sevimli bir adama benziyordu. "Herkes burada olduğuna göre artık başlayabiliriz sanırım. Ben Kim Jongdae. Yeni müzik hocanızım." Kalabalıktan uğultu yükseldiğinde adam hoş bir gülüşle susturdu. "Bence harika bir ekip olacağız. Şimdiden söylemek isterim ki kendi içinizde de ara sıra gruplar oluşturmanız gerekecek. Bugün hepinizin sesini dinledikten sonra buna karar ver-" Chaeyoung ortam ne kadar rahat ve neşeli olsa da içindeki gerginliği atamıyordu. Tüm ortaokulu kulaklıkla geçirmiş biri olarak bir şeylerin değişmesini istemişti, o an da bu yüzden çabalıyordu ancak şarkı söylemek, daha doğrusu belli bir topluluğun önünde şarkı söylemek daha önce hiç deneyimlemediği bir şeydi. Bunu yenmesi gerektiğini kendi kendine defalarca kez tekrarlayarak dudaklarını dişlemeyi bıraktı ve kafasını kaldırıp etraftaki kalabalığı süzdü. Sonra durdu. Daha dikkatli inceledi kalabalığı ve birini fark etti. Okul kıyafetinin üzerine öylece geçirilmiş yeşil renkli montu, hırkasıyla aynı renkti. Aralarında mesafe olmasına rağmen alnına düşen saçlarının altında kahverengi gözleri parıldıyor ve dosdoğru ona bakıyordu. Jungkook. İçindeki gerginlik yerini başka, garip bir duyguya bırakırken aynı anda gözlerini kaçırdılar. Chaeyoung kıpkırmızı bir suratla gözlerini ayaklarına çevirirken karnında dolaşan milyonlarca kelebeği de zapt etmeye çalışıyordu. Ancak bilirsiniz, işler her zaman yolunda gitmez. O kelebeklerden biri yolundan sapıp Jennie'yi dürtüklediğinde de hiçkimse bunun farkında değildi. Henüz. Günümüz Berbat bir sınavın ardından kendimi okul dışına atmayı başardığımda başım çatlıyordu. Çantamdaki su şişesini çıkarıp avucuma birazcık döktüm ve ıslak elimi yüzüme, boynuma sürerek serinlemeye çalıştım. Tekrar şişeyi yerleştirip peçeteyle yüzümü kuruladığım sırada telefonum çaldı. İnsanların garip bir aceleyle çantamı kurcalamamı seyretmesini görmezden gelip telefonumu bulduğumda gülümsedim. Annem arıyordu. "Anne?" "Chaeyoungi~" Arkadan fırının sesi duyulduğunda içim özlemle doldu. Annem ev yemekleri satıyordu bu yüzden sabah akşam fırın açık oluyordu evde. "Nasıl geçti sınavın?" Yüzümün düşmesine engel olamadım. "Sanırım dersi alttan almam gerekecek." "Ah," dedi. "Bu kötü olmuş." Birkaç hışırtı daha duyulduğunda sessizce bekledim. Anneme olanlardan bahsetmeli miydim bilmiyordum. Onunla çoğu zaman çoğu şeyi konuşurduk ve her seferinde beni ayakta tutacak bir tavsiyesi olurdu. "Bir sorun mu var, Chaeyoung?" "Anne," dedim nasıl devam edeceğimi bilemeyerek. "Jisoo'yu hatırlıyor musun?" "Evet?" Sesi endişeliydi. Annem lisede olanları biliyordu. Bir kısmını. O sırada karşıya geçmek için ışıkların yanmasını bekliyordum. Gözlerimin dolması için hiç uygun bir zaman değildi. "Jisoo şu an hastanede." dedim güçlükle. "Komada." "Ah Chaeyoung bu çok, çok kötü!" Fırını kapattığını duydum, arkadan gelen uğultu kesilmişti. Sonra bir sandalye gıcırtısı... Muhtemelen oturmuştu. "Onun yanına gidiyorum." diye mırıldandım ışıklar yandığı sırada karşıya geçerken. "Nasıl olmuş biliyor musun?" "Bilmiyorum, sanırım kaza." Yalan söylediğimi anlamamasını umdum. Neyse ki fark edemeyecek kadar üzülmüştü. Otobüs durağına geldiğimde banka oturdum. Bir şey demesini bekliyordum sessizce. Yanlış yapıp yapmadığımı bana söylesin istiyordum. Kafamdaki bombanın sayacı durmak bilmeden işliyordu ve yanlış kabloyu kesiyor olmaktan deli gibi korkuyordum. Sahi doğrusu hangisiydi? Kırmızı mı mavi mi? "Chaeyoungi," dedi sonra annem, bir zamanlar Jisoo'nun da bana böyle seslendiğini, o her böyle dediğinde canımın nasıl yandığını bilmeden. "Bu yaptığın çok güzel bir davranış, seninle gurur duyuyorum." Yüreğimde bir şeylerin ezildiğini duyduğumda gözlerim daha çok buğulandı. Annemin şefkatinin beni küçük bir kız çocuğuna çevirme etkisi vardı. Hem zihnimde dolanan tilkilerin ayak sesleri, hem onun yalnız olmadığımı hissettiren sözleri gözlerime akıp bir damla yaş düşürdü yanağıma. İçimde dolup da tutamadığım şey hangisiydi bilmiyorum. Tek bildiğim o bankta saatlerce ağlamak istediğimdi. "Unni!" Ji Eun'un neşeli sesini duyduğumda toparlandım hemen. Busan'a gitmeyeli yalnızca iki hafta olmuştu ama Ji Eun'u çok özlüyordum. "Aman Tanrım! Ji Eun bu ne hal?!" Birkaç hışırtı duyuldu tekrardan. "Chaeyoung, Ji Eun ortalığı bayağı kirletmiş, onunla ilgilenmem gerek. Seni sonra arayacağım, tamam mı tatlım?" "Tamam, anne. Ji Eun'a ve babama çok iyi bak. Sonra görüşürüz." "Sen de kendine çok dikkat et, kızım. Seni seviyorum." Annemin sözlerinden aldığım cesaret beni o banktan kaldırdı ve önümde duran otobüse itekledi. Yarım saat geçmeden kendimi kocaman bir hastane binasına endişeyle bakarken buldum. Neden bina üzerime yıkılmak üzereymiş gibi hissediyordum? Uyuşuk adımlarla içeri girdiğimde ve hastaneye özgü o ilaç kokusu burnuma dolduğunda yüzümü buruşturdum istemsizce. Bu kokudan nefret ediyordum. İçerisi tam da beklenildiği gibi kalabalıktı. İnsanlar elinde raporlarla oradan oraya koşturuyor, kimi tekerlekli sandalyede bir akrabasını gezdiriyor, kimi kucağında çocuğunu taşıyordu. Asansörü bulmaya çalıştığım sırada yanımdan hızla bir sedye geçti. Adamın karnında koca bir kesik vardı ve sağlık görevlileri çok kan kaybettiğiyle alakalı bir şeyler söylüyorlardı. Fazlaca önemsiz bulduğumuz çoğu zaman diliminde bir yerlerde birileri savaş veriyor, yara alıyor, bazen kaybedip bazen güçlükle kazanıyordu. Yaşam böyleydi işte. Senin ciğerini söküp eline veren olaylar, feryatların, ağlayışların, bu dünya için küçücük bir toz zerresi kadar bile önemli değildi. Kendini bir filmin ana karakteriymiş gibi hisseden sen, işte bu kadar değersizdin dünya için. Öyleyse neden yaşıyoruz? Önünde durduğum asansörün kapıları iki yana açıldığında arındım düşüncelerimden. Telefonumu açıp Dedektif Kim'in gönderdiği mesajdan oda numarasını kontrol ettim. Ardından dördüncü katın düğmesine bastım. Her bir yanı metalle kaplı asansörün kapısından yansıyan görüntüde arkamda bekleyen birkaç kişiyle birlikte dün gece beni evime bırakan polisi de gördüm. Güvenliğim için gönderilen polislerden biriydi. Gözlerimi üzerine diksem de beni tanımamazlıktan gelerek telefonuyla uğraşmaya devam etti. Gergince dördüncü katta duran asansörün açılışını seyrettim ve kendimi dışarı attım. Annemle konuşurken her şey çok daha basit görünmüştü ama 2784 numaralı odayı bulup kapısındaki iki polis memurunun karşısına dikildiğimde dudağımı ısırmadan edemedim. Bir şey dememe gerek kalmadan polislerden biri "Kimliğinizi gösterin, lütfen." dedi. Çantamdaki cüzdanımı alıp kimliğimi ona uzattım. Telefonunu açıp bir şeylere baktı ve kimliği tekrar bana uzattı. "Buyrun, geçebilirsiniz. İçerideki hemşire sizi bilgilendirecek." Başımı sallayıp gerginliğimi gizlemek isteyerek yutkundum ve kapının kulpuna uzandım. İçimde binlerce şey kopup birleşti, defalarca kez durup durup tekrar atmasına şahit oldum kalbimin o an. Anılar zihnime soğuk zincirler çekmişti. Kilit vurmuştum düşüncelerime. Kapıyı araladığımdaysa tüm zincirler parçalandı. Şıngırdayarak vurdu parçaları zemine. Burası Jisoo'nun kaldığı oda değildi. Burası Jisoo'nun kaldığı odayla dışarıyı birleştiren bir koridor gibiydi ancak Jisoo'nun bir ceset gibi uzandığı beyaz hasta yatağına bakan büyük pencere, ruhumun kendini feryat figan yerlere atması için yeterliydi. Kapı arkamdan kapanırken dengesiz adımlarla pencereye doğru ilerlemeye başladım ancak gözlerimin önü buğulanıyordu ve biri beni kolumdan tutmuştu, Jisoo'ya bir türlü ulaşamıyordum. Çaresizce bir adım daha atabilmek için çırpınırken ilk defa 'acı' denen şeyin bu kadar somut, bu kadar elle tutulur ve bu kadar nefes kesen bir şey olduğunu düşündüm. Bir çimento hamuru misali üzerime yapışıp yavaş yavaş kuruduğunu hissediyordum. Sanki her saniye biraz daha katılaşıp en sonunda tamamen hareketsiz bırakacaktı ruhumu. Yeniden adım atmaya çabalarken zihnimden kopan zincirler ayaklarıma takıldı. Yere düştüm ve ağlamaya başladım. İçli içli, ama bir o kadar da sessiz... Dudaklarımdan kaçan hıçkırıkların Jisoo'nun iskelete dönmüş bedenini harekete geçirmesinden korkuyordum. Kafamda hep aynı ses, bana 'Chaeyongi' diye seslenen neşeli ses dolanıyordu ve Jisoo'nun bir ölününki kadar aciz, bir o kadar cansız duran yüzünde o eski tebessümünü görürsem bunu kaldıramayacağımı biliyordum. O yüzden sabırla bekledim. En ufak bir feryadın dökülmesini engellemek için elimle ağzımı sımsıkı kapattım ve fırtınamın dinmesini, denizlerimin durulmasını bekledim. Bir zaman sonra hemşire olduğunu idrak edebildiğim, kolumu sımsıkı tutan kadın ellerini gevşetti ve kolumu sıvazladı usulca. "Geçecek..." diye mırıldandı. "Şimdi daha iyisin." Kalp atışlarım normal düzenini ararken önlüğünün cebinden bir peçete çıkarıp bana uzattı. Ağlamaktan ağrıyan başımın sızısıyla yüzümü buruşturup mendili aldım ve burnumu sildim. Daha iyi hissetsem de Jisoo'nun bir deri bir kemik halini aklımdan çıkaramıyor, aramızda yalnızca bir duvarlık mesafe olduğunu, kafamı kaldırsam pencereden yine o sargılarla dolu yüzü göreceğim bilincini yok sayamıyordum. Buna rağmen, biraz da hemşirenin yardımıyla, ayağa kalktım ve tekrar dolan gözlerimi elimin tersiyle silerek bakışlarımı Jisoo'ya diktim. Kesinlikle rüyalarıma girecek kadar korkutucuydu ve kesinlikle bu Jisoo değildi. Her an bir yerlerden çıkıp gülerek şaka yaptığını söyleyecek ve türlü şaklabanlıklarla beni de güldürmeye çalışacakmış hissini atamıyordum zihnimden. Onu bu günün dışında yalnızca bir kez mutsuz görmüştüm. Mezuniyet gecesiydi, her şeyi öğrendiğim zaman... Düşüncelere daldığımı gören hemşire derince bir iç çekti. "Normalde kısa süreliğine de olsa onunla konuşmana izin verebilirdim ama bugün eve gitmelisin." Başımı salladım sessizce. Daha fazlasını kaldıramayacağımın farkındaydım. "Adım Ra Eun." dedi sonra. Yüzüne baktım. Kısa, dalgalı saçlıydı. Sevimli bir yüzü ve büyük gözleri vardı. "Chaeyoung." diye mırıldandım, gülümseme olmasını umduğum bir hareketle dudaklarımı kıvırarak. "Jisoo'yu daha sık ziyaret etmelisin, Chaeyoung. Komaya giren hastaların sevdiklerinin gücüne ihtiyaçları var. Bu sayede hayata tutunduklarına çok şahit oldum. Jisoo'nunsa hiç ziyaretçisi yok. Sadece son bir haftadır gelen yabancı uyruklu bir kız var. Adı da..." "Lisa?" "Ha evet. Evet, o. Sadece Lisa geliyor." "Ama," dedim kaşlarımı çatarak. "Teyzesiyle yaşıyordu. İki tane de kuzeni var hatta." Bir süre gözlerini uzağa dikip hatıralamaya çalışır gibi gözlerini kıstı. Sonra "Hayır," dedi. "Jisoo'nun gözetimini en başından beri ben yapıyorum ve kimse gelmedi." Bakışlarım tekrar Jisoo'ya kaydı. Sanırım dedektifle konuşmam gerekiyordu bunu. Derince bir iç çektim. "Pekala, şimdi gidiyorum." dedim, ardından Jisoo'ya söylüyormuş gibi yataktaki bedene bakarak mırıldandım. "Ve yine geleceğim." Ra Eun gülümsedi. Bana kapıya kadar eşlik ederken "Jisoo iyi olacak, Chaeyong." dedi. "Sizin sevginiz onu iyileştirecek." "Umarım." diye mırıldandım kapıdan çıkıp son bir kez Ra Eun'a bakarken. Sizin sevginiz onu iyileştirecek... Biz bu kadar dağılmışken mi? Hiç sanmıyorum. Heilly ig: castkiddin

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
312.8K
bc

AŞKLA BERDEL

read
68.6K
bc

Ölüm Yıllıkları

read
1.0K
bc

Tutku'nun Esiri

read
17.7K
bc

HÜKÜM

read
196.2K
bc

Dilsiz Yürek

read
13.2K
bc

CEHENNEM ÇUKURU

read
7.9K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook