Gün gelir herkesi karşına alırsın.
Zor gelebilir ama vaz geçme...
İşte o zaman başarırsın.
Dün gece alışkanlık hakine getirdiği gibi yatmadan yarım saat öncesinde kitabını eline almış, huzurla okuyordu. Sayfayı çevirip bir sonraki satırları okuyacakken o noktada karşısına çıkan sözlerde takılı kalmıştı gözleri. Nedendir bilinmez ilgisini çekmişti bir kere o satırlar. Hoşuna giden her türlü yazıyı kendisine referans alır, o konu üzerinden duygularını en açık şekilde belirgince dökerdi içini. Nitekim rahatlama seansı gibiydi bir nevi.
Komodinin çekmecesini açıp, ajandanın kenar kısmındaki ince uzun şeridi çekerek şeffaf jelatininden ayırmıştı. Bütünleşmiş naylonsu tabakayı boyda boya yırtarak asıl hedefindeki sayfalara ulaşabilmişti. İlk sayfasına bugünün tarihini atıp, bir alt satıra geçtiğinde sözleri özenerek yazmaya başladı. Günlük tutmak denilmese de bazı günler içinde biriken sıkıntılarını, mutluluklarını satırlara dökerek kendisini rahatlatıyordu. Aylardır bu günü bekleyen ajandanın boş sayfalarına, geçmişiyle geleceği arasındaki farkındalıkları yazarak yeni başlayacağı iş hayatındaki Güneş’in, aslen gerçeklerle yüzleştiğinde nasıl bir duygu barındıracağını kestirmek istemişti. Kendisini bu değişime hazırlamaya başlayabilir miydi birazdan ayrıntılarıyla öğrenecekti.
Eğrisiyle doğrusuyla girmişti bir yola. Devamında alnının akıyla çıkmayı becerecek miydi orası bilinmezliklerle saklıyken, zamanla yaşayıp öğrenecekti. Başarılarından söz ettirebilecek miydi, yoksa sudan çıkmış balığa mı dönecekti? Hepsini dizginlemek ise kendi elindeydi. Başarıya ulaşmak istiyorsan öncesinde kendine güvenerek o adımı korkusuzca atman gerekirdi. Başka türlü cesaret edemez, öne atılamadığın gibi geri planda kalırdın her daim. Bu yüzdendir ki Güneş, hırsına sığınarak kalkan misali etrafını sağlam duvarlarla kuşatmıştı. Zekâsını kılıcı, attığı emin adımlarını çelik zırhı saymıştı.
Güneş’in Hatıra Defteri:
Tarih: 20.05.2022
Öyle Uzaklarda Arama Beni
Düşündüğünde Aklındayım
Güldüğünde Gamzelerimde
Uyuduğunda Düşlerinde
Uyandığında Hayallerinde
Yürüdüğün Yollardayım
Öyle Uzun Uzun Dalma Uzaklara
Kalbin Kadar Yakınım Aslında Sana..."
“Bir mısra daha döküldü dudaklarımdan. Bir edebiyat aşığı olarak okuduğum kitaptan bir kaç satırdı sadece. Sanırım beni anlatan, kendimi anlamalı sağlayan kitaplarım olmuştu bunca zaman. Canından can kaybetmemişsen eğer kimse seni, “ben seni anlıyorum” diyen insanlara Willian SHAKESPEARE şöyle cevap vermiş; “Hissetmediğin bir şeyi anlayamazsın.” Çok doğru konuşmuş bence. Ciddi anlamda hissedilmeden anlaşılmazdı duygularının önemi. Deseler de kuru sözden başka bir şey söylememiştirler. Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirmiş seni. Başka türlü nasıl anlatılır ki bu duygu?
Hani derler ya... Eşekten düşenin halinden eşekten düşen anlarmış diye... Anladım babam, hem de çok iyi anladım. Ben sizi göremesem de, sizin beni gördüğünüze inanıyorum. Annem-babam... Görün kızınız sözünü tutmak üzere. Sadece son bir adım kaldı başarmama. İşte o zaman sözümü gerçekten yerine getireceğim. Hani sen demiştin ya bana; “İşini seven insanlar hayatları boyunca çalışmazlar, sadece keyifli zaman geçirirler.” Haklıymışsın babam. Sanırım yarınki işime başladığımda hakikaten aynı duyguları birebir hissedeceğim. Gurur duyun kızınızla. Cesur olmak hiç korkmamak anlamına gelmez bir kere. Cesur olmak, korktuğumuz halde yapılması gerekeni yapmamız demektir aslında. Ben de bütün cesaretim ve kararlılığımla başarı basamaklarını tırmanacağım, gücüm yettiğince tırmanmaya da devam edeceğim. Pes etmek benim lügatımda yazmaz. Zaten pes edenler en başından kaybedenler değil miydi?
Sanki geçmişimde yaşadığım olaylar veya kaderin bize attığı sille aynıymış gibi geliyor bana. Anlayacağınız aynı acıyı tatmadıysanız eğer, söylenen laflar da, yapmak istedikleri yardımlar da nafiledir. Ha bu duruma kendiniz kadar etrafınızdakiler etkilenmiyor değildir. O acınaklı gözlerle bakmalarını istemezsin asla. Siz için için kan ağlarken çevrenize belli etmemek isterken o sahte gülen maskenizi takıyordunuz her daim. Sanıyordunuz ki onlar mutsuz olunca sende onların yüzündeki etkiyi görüp üzülürüm diye düşünüyorsun. Fedakarlık yapıp istemeyerek de olsa o sahte gülücüklü masken yüzünden düşmez olur. Senin ikinci yüzün olmuştur... Ömrün boyunca mecburi olarak suratında taşıman gereken acınası bir gerçek gibi...
Ya denizdi, ya gökyüzü!..
İnsan ikisinde de nefes almasını bilmezdi. Dipte durmak istesen solungaçların yok diye boğulurdun, gökyüzüne çıkmak istesen kuş değilsin ki, özgürce diyar diyar gezip seyre dalayım diyesin. Bir orta yolu bulunamadı. Belki de vardır da ben tam dengesini tutturamamıştım. Bilemeyiz neyin ne olduğunu, en başından bozuktu belki de benim terazim. Ne tamir oluyordu, ne de değiştirebiliyordum. Üstüme yapışmış bir çamur gibiydi. Yıllar geçse de asla gitmek bilmezdi. Hani olur ya kanlı gömleklerden, yıkarsın yıkarsın çitiledikçe geçer lekesi, ama senin eline bulaşmış o kan kaybolmamak üzere sen de bir iz bırakırken hâlâ lekeli görürsün ya ellerini... Bu kahpe kaderde öyleydi işte. Bir kere sülük gibi yapıştı mı peşine takılır, kendine mekan edinirdi orayı. Çekip koparayım desen yine kanatacaktı bir yerlerini, olduğu yerde bıraksan kanını emerek kuruyacaktı seni. İki ucu b*klu değnekti vesselam. Hangi yöne dönsen çıkmaz sokak misali...
Hayat hiçbir zaman kolay yaşanmamıştır. Elbet bir yerlerde tökezlersin, ama ayağa kalkmasını da bilmelisin. Sürekli birileri yanında olacak diye bir kaide yoktur. Gün gelir yaşamın bize neler sunacağını kestiremeyiz. Bizim bile tahmin edemeyeceğimiz engeller çıkar, biz ise engelleri kendi başarılarımız, becerilerimiz sayesinde atlatmacaya çalışırız. Tek ümidim ise şu anda girdiğim işimde geçmişimi az da olsa unutup, bu keşmekeş hayattan kısa süreliğine de olsa uzak kalabilmekti. Kendimi işime verirsem vaktimi boşa harcamaz, kafamı sakinlikle, dinginlikle sevdiğim işime yöneltebilirdim. Yaşantımda başarılı olmam gerekirse eğer, eski Güneş’i bir kenara bırakıp güler yüzlü, sevgi pıtırcığı mizacımla dört koldan sarılarak başarılı bir çalışan olma yolunda ilerlemek istiyordum. Önünde seni güzel günlerin beklediğini, yeni bir ortam, yeni arkadaşlıklar kurduğun sohbetinle insanlarla daha da sosyalleşmeye çalışmalısın kızım. Uyum sağlamalısın, motive olmalısın etrafına.
Düşün düşün nereye kadar düşüneceksin. Düşündün de ne oldu, bir ilerleme gösterdim mi hiç? Hayır! Sadece hayal kurdun, ve o hayalin içinde boşlukta gezinip durdun. Ne bir gelişme gördün, nede sonuca ulaşabildin. Azda kafanı işine ver de boşa çalışmasın bari. Diye söylendi durdum kendi kendime. Hayat diyoruz işte biz buna. Çile çekmeden geçmiyordu maalesef ki. Patlak teker misali bir yanını yamarken, başka bir yanından hava kaçırmaya devam ediyordu. Kötü yanı da şudur ki, zaman geçtikçe ona da bir şekilde alışıyordunuz ister istemez. Gözünüze batmamaya başlayınca kabullenmesi de kolaylaşıyordu haliyle. Neler neler atlatmamıştım ki ben!?.. İşte şimdi öldüm bittim ben derken acılarla, anılarla boğuşurken bağışıklık kazanmışçasına güçlendiğinizin farkına varıyorsunuz. Eksik yapbozun kayıp parçasını buldukça, tamamlanıyordu görseliniz. “
Güneş yatağının başlığına sırtını dayayarak dizlerini karnına çekmişti. Ajandasını dip dibe duran dizilerine yaslayarak kalemine yön veriyordu özgürce. İçini dökmüş, sıkıntısını az da olsa gidermişti böylelikle. Ucu püsküllü ipi son yazdığı sayfada kıstırarak, ajandanın kapağını kapatıp kalemiyle beraber komodinin çekmecesine kaldırmıştı. Yazarken her satırda ruhuna dokundukça duygularına hakim olamayıp ağladığında, gözlerinin çevresi kırmızıya dönmüştü. Ağladıkça kızaran gözünün çevresini elinin tersiyle silerek yaşları yüzünden def etmek istese de, ardından yenileri gelmeye devam ediyordu. Hıçkırıklarını dindiremeyeceğini anladığında, bulunduğu pozisyonunu bozmadan olduğu gibi bedenini yatağa bırakırken yüzünü yastığına gömmüştü.
Boğuklaşan sesine tezat ağlayışını duymalarını istemezken sıktıkça sıkmıştı kendini. İsteseler de duyamazdılar. Aralarındaki katın mesafesi ölçülse bile, Güneş’in içine akıttığı göz yaşlarından kimin haberi vardı ki? Hıçkırığına yandaşlık eden titremeleri azalırken sakinleşebilmişti nihayetinde. Ayaklarını yatağın içerisine uzatırken, sağ tarafından destek sağlayarak sırt üstü uzanarak yatmaya hazırlandı. Başındaki yastığını düzeltirken uyuma konusunda ümidini kesse de, bir ihtimal kaygısından sıyrılmak istedi. Akşamki vaziyetinden eser kalmayacaktı. Yarı uyur yarı uyanık haliyle gecenin bir vaktinde, huysuzca kıpırdanıp sırt üstünden yüz üstüne dönüş yapacağı muhtemeldi.
“Düşünmeyeceğim. Düşündükçe zihnim açık kalıyor, uykuya rahat dalamıyorum. Zihnini boşalt ve uyumayı dene Güneş, sabah erken kalkmalısın unutma!” Fikrine dayanarak uykuya teslim etmişti bedenini.
~?~?~?~?~?~?~?~?~
Zangır zangır çalan alarmın sesine açmıştı gözünün tekini. El yordamıyla telefonuna ulaşıp tuşuna basarak ertelemişti alarmını. Biraz daha böyle yatmaya devam ederse, sıcak yatağından ayrılamayan Aslı’nın durumuna düşeceği kesindi. Parmaklarının arasındaki telefonun alarmını tamamıyla kapattığında yeni gününe merhaba demişti. İlk odasının koyu renk perdelerini aralayarak güneş ışınlarının sızmasına izin verdi. Penceresini açarak temiz havayı uzunca soludu. “İşte huzur bu...” Sabahın serinliğinde, havanın mis kokusu bir hoş etmişti içini. Oldum olası aşinaydı kokularla arası. Amma velakin toprakla buluşan yağmur damlasının o bıraktığı tarifsiz kokuyu... Bir de çeşitli çiçeklerin havaya tatlı kokular saçarken, sabahın gün doğumunda esen hafif ve yumuşak rüzgarın yardımıyla aromatik gücü sayesinde rahatlıkla ayrıştırabiliyordu çiçeklerin çeşitliliğini. Burnuna adeta zevkle dolup taşarken, sonsuza dek kavanozda saklamanın hayalini kurmuştu her daim.
Kollarını iki yana uzatırken, bedenini temiz havanın verdiği rahatlıkla gevşetiyordu. “Temiz hava, çiçeklerin harmanlanmış kokusu baya iyi geldi. Zamanında aldığım terapi seanslarından bile iyi hatta.” Kollarını pencere pervazına dayamış gözlerini kapatırken, ötüşen kuş seslerini, esen rüzgarın tenine çarpasını hissetmek isterken hak vermişti.
“Onca ay gittiğim, daha doğrusu gitmemi istemeleri boşu boşunaydı. İnsan kendinden sorumluyken doktoru da kendisi olmalı. Çünkü seni senden başka kimse iyi tanıyamazdı, anlayamazdı da.
Hastalığımın hapta, otta ya da başka şeylerde çaresini arayarak bulunacağından emin olmak zor. Seni iyi hissettiren, mutlu olup yüzünün gülmesini sağlayan şeyle tedavini *lanse etmek gerekliydi.
Derince bir nefes daha çekti, doldura bildiği kadar doldurmuştu havayı ciğerlerine. “Düşünüyorum da beni iyi hissettiren, mutluluğa boğan şey neydi? Kitap aşkım yıllardır süre geliyor o tamam, toprakla ve çiçeklerle uğraşmayı da seviyorum o da tamam. Kokulara olmaz zaafım da aynı kefeye girdi diyelim... Benim aradığım sanırsam eşsizliğiyle büyüleneceğim, işte aradığım buymuş meğerse diyebileceğim bir şey olmalıydı. Adını henüz koyamasam da bu sorumun cevabını ben bile bulamamıştım. Belki de hiçbir zaman bulamayacaksın. Diyorum kendi kendime, acep acele mi davranıyorsun Güneş?
Birazcık akışına mı bıraksan, zamanı gelince pat diye karşına çıkartıverir... Mucizeleri ansızın yaşamak varken kendini sıkıntıya sokmanın alemi ne de mi? Nasıl ki akarsular kendi yataklarını kendileri yapıyorlarsa, insanlarda akarsular gibi ancak denedikleri ve çabaladıkları şeyleri elde edebilirler. Mantıken düşüncelerinde en başta yer alması gereken fikir bu olmalı Güneş! Şükret kızım şükret, bu günlerde geçecek. Bak artık bir işin var, yeni yeni arkadaşlar bile edindin. Az biraz ortama adapte ol, uyum sağlamaya çalış.
Hadi ayık bakalım, artık hazırlanma vakti geldi. Erken kalkan yol alır demişler ne de olsa...” Diyerekten giymek isteği kıyafetlerini altlı üstlü uyumlu bir biçimde seçimini yaptığında, derleyip topladığı yatağının üzerine bıraktı. Banyoya girip avucuna doldurduğu suyla yüzünüzü yıkamak üzere bolca çarptı. Uykudan kalktığında yüzünü yıkamamış ise eğer, onu ayıktım saymıyordu. Misal; Aslı’nın ayaklanıp evin içinde paspal paspal sallanışından, henüz uykunun verdiği mahmurluğu üzerinden atamadığı besbelli kabak gibi ortadadır çok çoğun. Hatta bir ara Aslı yatağından kalkıp direkt kahvaltı sandalyesine kurulduğunda olduğu yerde nineleri andıran o dapıklama hareketini yapınca azarı yemişti Güneş’ten. O gün bu gündür korkusundan ilk seçeneği haline getirmişti yüz yıkamayı. Evin belli başlı görevlerinden başka şeyleri bahane edip kaytarmaya çalışırken Güneş’in gözünden kaçmıyordu. Mecburi üstüne düşen görevi paşa paşa yapıyordu sızlansa da.
“Sormak istiyorum size?.. Ben neden her kahvaltıda uykumdan kaldırılıyorum, amacınız ne yani, önce onu deyin bana bir zahmet?”
“Biz üç arkadaş aynı çatı altında yaşıyoruz değil mi Aslı? Diyelim ki seni bugün kaldırmadık uykumdan. Düşünsene o masada bir kişi eksiğimiz var ve Ezgi’yle ben ne kadar zevkle yapabiliriz o kahvaltıyı? Sizin en sevdiğiniz kahvaltılıklardan birisini yaptım diyelim, bizler yemiş karnımızı doyurmuşuz, sana düşen payını da ayırmışız kenara. Ya tezgahın üzerinde kim bilir kaç saat kalacak sonrasında küflenecek ya da dolaba kaldırınca buz gibi olup tadı kaçacak. İnsan sevdiklerini bir arada görmek ister, onlarla paylaşıp ağız tadıyla iki çift kelam etmek ister anlatabildim mi? Ben veya Ezgi kahvaltıda eksikken ne hissedersin? Ne kadar kavga edip didişseniz de sizin gözleriniz o eksiği arar mutlaka. Şahsen ben senin olur olmadık noktalarda tabağındaki zeytinle, çay bardağının tabanına yapışan altlıkla cebelleşirken girdiğin ilginç hallerin koşuma gidiyor. İşte benim bildiğim tanıdığım Aslı’nın doğal hali geri geldi diyorum. Zinciri bir arada tutan parçası kopsa mesela, diğer zincirleri nasıl tekrar birleştirebilirsin? Bizler de o örnekteki zincir gibiyiz işte, eksiğimiz tamamlandı mı halka da görevini yerine getiriyor.”
Kızların varlığı sayesinde yalnızlığı unutmuştu az da olsa. İyiki de teklif etmişti ev arkadaşlığını. Ne de olsa yalnızlık Allah’a mahsustu. Onlar olmasaydı kim bilir ne halde olurdu. Nihayetinde yoldaşlarını bulduğunda kendiyle olan mücadelesini aza indirebilmişti. Oyalanabileceği, sohbet edip kafa dağıtacağı uğraşları çoğaldıkça negatif davranışlarından uzaklaşabilmişti. En sevdikleri aktiviteleri yaparak eğlendiklerinde mutlulukları yüzlerinden okunur olmuştu. Minnettardı Aslı’ya da Ezgi’ye de. Velhasıl kelam koskoca evde birilerin var olduğunu bilmek, kavga dövüş de olsa her fırsatta destektiler... Yeri geldi mi omuzları ağlama duvarı ilan edilirdi. Yeri geldi mi kafa kafaya verip ortak noktayı bulurlarken, bezenleri de aralarında fikir alışverişi yaparak bildiklerini paylaşırlardı. Ebebynlerinin yokluğunu kızlar doldurmuş kadar olsalar da, bir noktadan sonra zihnine düşmüyor değildi ölümlerinin gerçeği. Şimdilik kötüyü düşünmek istememiş, yok sayarak aklını bulandırmaktansa, kızlara ufak tefek jestler yaparak gönüllerini hoş edecekti minnetine karşın.
“Bazı insanlar; birbirinin arkadaşı değil şansıdır Güneş. Vaktin varken yap bir güzellik de kızların damağını şenlendir...” Demekten geri kalamamıştı iç sesi.
T-shirt’inin eteklerinden kavrayarak üzerinden sıyırdığında katlayarak yatağının ayak ucuna bıraktı. En sevdiği t-shirt’iydi. Bir önceki sene küçük sevgilisi beklenilmeyecek bir hareket yapmıştı. Haber dahi vermeden ablasının adresine göndermişti. Aldığı en güzel hediyeydi Emir’den gelen sürprizli paket. Kapısı çalınıp açmaya gittiğinde beklemediği kargocuyu görmesiyle şaşırmadan edememişti. “Acaba kızların paketi olabilir mi ki?” Diye düşünürken adamın adını söylemesiyle; “Evet benim de, nasıl olabilir? Sipariş vermediğimi gayet iyi hatırlıyorum çünkü!”
“Gönderen ismini belirtmek istememiş hanımefendi. Herhangi bir bilgim yok. Adınızın altına imzanızı atarsanız teslim edeceğim paketinizi.”
İmzasını atıp paketi teslim aldığında kargocu adamın gitmesini bekleyemeden kapıyı kapatmış, merak içinde dikdörtgen kutuyu saniyesinde açmıştı. Notu görünce eline alıp okumaya başladı; “Biricik ablama küçük sevgilisinden ufak bir hediye. Güzel günlerde giymem dileğiyle... Yıldızların sayısı kadar gülücüklerin eksik olmasın yüzünden. Seni çok çok seven kardeşin EMİR!”
O günden beridir kıyamıyordu t-shirt’ine, yırtılır lekelenir diye yatmadan yatmaya giyiyordu sadece sıcak havalarda. Dar paça kot pantolonunun düğmesini iliklediğinde, askılı badisini pantolonun içerisine sıkıştırdı. Dikey çizgili, kırmızı siyah renkli oduncu gömleğinin üstten bir kaç düğmesini iliklememişti. Saçlarını yapmakla uğraşmak istemediğinden sadece tarayarak normal formunda salık bıraktı. Hafif bir makyajla yüzüne canlılık katarken, söz konusu iş ortamı olunca mecburi şık gözükmeliydi. Aynadaki görünümünü beğendiğinde hazır olduğuna kanaat getirmişti. Belki uyuyorlardır diyerekten merdivenleri inerken, parmak uçlarına basarken sessizleşmişti adımları.
Mutfağa geçip sandviç ekmeklerinin arasını açarak malzemeleri yerleştirmeye başladı. Fazla fazla hazırlamıştı sandviçleri. Ezgi 1 tanesiyle doyarken Aslı 2’yi 3’ü rahat gömerdi. Buzdolabının alt kapağından el sıkımı meyve suyunu da yanına alarak afiyetle yemeye başladı. Aşırı yemek düşkünü birisi değilken elindekini bile zoraki bitirmekle uğraşıyordu. Sandviçinden lokma koparıp, ardına meyve suyundan yudumlayarak kuruyan ağzını ıslatarak kısa sürede ikiliyi bitirmişti. Peçeteyle dudağının kenarını temizleyerek yapışan artıkları giderdi. Kirli bardağını bulaşık makinasına yerleştirip kapağını diziyle itekledi. Buzdolabının yüzündeki arkası yapışkanlı not kağıdından bir yaprak kopararak kızlara mesajını iletmişti.
“Ne yazık ki saatlerimiz uyuşmadığı için kahvaltıya katılamayacağım kızlar. Bu seferlik beni maruz görün. Bugünlük de bensiz idare edin. Tezgahın üzerinde saklama kabına size yetecek kadar sandviç hazırladım, afiyetle yiyin. Öpüyorum ikinizi de.”
Not kağıdını saklama kabının kapağına yapıştırıp mutfaktan çıkarak dış kapıya yöneldi. Antredeki kıyafet dolabından spor ayakkabısını çıkartırken çantasını omzuna asmıştı. Caddeye çıktığında güneş sıcaklığını hissettirirken capcanlı parlaklığıyla yazın geldiğini haberdar ediyordu. Otobüs durağına adımlarken yoldan geçen taksileri durdurmak istese de şansına sürekli dolu denk geliyordu. Bazenleri taksiciler durağın önünde durup müşterilerini topluyordu. Güneş şansını bir kez daha deneyimlemek isterken ayağının dibine yanaşan aracın yanına ilerledi. Açık camdan şoföre seslendi.
“Taksiniz boş mu?”
“Evet abla. Buyurun binin, götüreyim gideceğiniz yere.”
“Siz de dolu çıksaydınız geri çevrildiğim 5’inci taksici olacaktınız. Neyse ki siz denk geldiniz.”
“Haklısın abla. Koca mega kentte boş taksi bulmak güçleşti. Kimisi de müşteri beğenmiyor kısa mesafelerde.”
Taksi bulmasına bulmuştu ama bu sefer şoförü gevezenin teki çıkmıştı. Adresi verip arkasına yaslanırken ezberindeki yolu izlemeye başladı. Holdingin önünde inerken “şükürler olsun gelebildim. Yalvarırım aynı şoföre denk gelmeyeyim. İçimi baydı yemin ederim.” Dudaklarına yapıştırdığı zoraki gülücükle Şoföre “iyi günler” diyerek döner kapıya yaklaştı.
Her sabah giriş kapısında bekleyen görevli arkadaşlara selamını vermeyi ihmal etmedi. Güvenlik amaçlı kimlik kartını turnikede okutarak geçişini yaptı. Dümdüz asansöre ilerlerken kabinin dolu oluşuna sevinerek bendi. Çalıştığı kata geldiğinde Eylül’ün yanına uğrayarak patronun gelip gelmediğini sordu.
“Günaydın Eylül! Geç kalmadım değil mi? Mirza beyden önce geleyim diye acele etmiştim, saat 08:43 geçiyormuş, bolca vaktim varmış neyse ki.”
“Hayır henüz göremedim kendisini. Ama birazdan burada olacaktır. Dakikası dakikasına 9’u geçirmeden sandalyesinde yerini alır “
“Desene patronum dakik biri.”
“Öyledir. Hiç aksatmaz.”
“Vay be, başkasından duysam inanmazdım dediklerine. Neyse ben incelenecek evrakları masasına bırakıp geliyorum.”
Öğrenmesi gerekenleri Eylül’ün sayesinde çabucak ezber etmişti. Odasının boş olması avantajdı Güneş için. Yanına her çağırmasında yüzünü yerden kaldıramıyordu. Saygıdan ötürü bakamasa da ziyadesiyle işini bitirip çıkıyordu. Uzak kalmasının sebebi ise patronunun siması ona birisini çağrıştırıyor olmasıydı. Kapıyı ardından çekerken başını yukarıya kaldırınca ilk gelişinde fark edememişti metal levhaya kazınmış isimi okuyunca kaşları havalanmıştı. Gerçi kartını uzatırken dikkat etmemişti üzerindeki yazanlara. Kapısının hemen yanına asılmış “Mirza Araf SAYGINER” yazısı düşündürmüştü Güneşi. Zihnini yokladı. Hatırlamıyordu, hatırlasaydı unutmazdı kartta yazan o iki isimi. “Demek iki isminiz var. Çoğunlukla Mirza’yı kullanıyorsunuz. Araf adıyla çağrıldığını duymadım şimdiyedek bay patronum.”
“Güneş sorun mu var tatlım? Neden orada dikiliyorsun?”
“Yok yok... Sorun falan yok Eylül'cüm Dalmışım sadece.” Oyalanmadan odasına geçecekken, kendi odasının kapısının yanında Güneş AKSOY isminin altında Stajyer/Asistan yazılı oluşu gözüne çarpmıştı anında. Ufak tefek ayrıntıları yakalamayı severdi. Bu kadar kısa sürede hazırlanmasını beklemiyordu açıkçası. Güneş’in kapı çerçevesini incelerken sürekli adının yazılı olduğu kısma bakması, birilerinin hareketlenmesini sağlamıştı. Eylül masa başından kalkıp istikametini bozmadan dümdüz ilerlerken, yaptığı hareket arkadaşını yerinden zıplatacak cinstendi.
“Beğendin mi?”
Neredeyse kulağının dibinden yükselen ses ile panikle doksan derece dönüş yaptığında Eylül ile karşı karşıyaydılar.
“Ay Eylül kalbime mi indireceksin? Habersiz gelmek de nedir yahu? Benim yerimde başkası olaymış kesin kes aklı çıkabilirmiş. Neyse ki panik atağım yok. Yoksa vay ki halime vay. Durup dururken hastanelik olabilirdim.”
“Bu kadar derinlere dalabileceğini bilemezdim. Korkuttum özür dilerim. Dün senin çıkışınla beraber, Mirza bey hemen Fatih’e talimat vermiş. Erkenden gelip taktı Fatih. Güzel de oldu, yakıştı da... Mevkin de pozisyonun belirlendi daha ne olsun?”
“Hakikaten göğsüm kabarmadı desem yalan olurdu. İlk işim ve gururla yürütebileceğime inanıyorum. Son basamağı aşmak üzereyim şükürler olsun. Bunca çabaya rağmen emeklerimin boşa gitmeyecek oluşu, delice hırslanmamı sağladı.”
“O ne demek Güneş’cim?”
“Sözüm vardı aileme. Mesleğini elime alıp yüksünmeden milim milim de olsa ilerleyip, başarılarım hakkında dünya alemin konuşmasını sağlayacaktım. Hayalim o yöndeydi. Hala da öyle, vazgeçmiş sayılmam.”
“Ben sendeki o azmi görmüşken kim bilir kimlerle ortaklık sözleşmesini imzalıyor olacaksın. Abartmıyorum ha, olacakları söylüyorum şimdiden. Gözü kara kızsın yaparsın, senin için serçe parmağını oynatmak kadar kolaydır eminim ki. Yanlış anlaşılmasın, gözü kara derken lafın gelişi demek istemiştim aslında. Nasıl da güzeller, maviş maviş gözlerin var. Tenin beyaz, saçlarda sarı olunca dikkat çekmekte üstüne tanımam.”
“Sen öyle diyorsan öyledir Eylül. Biraz babamdan, biraz annemden çalmışım bir şeyler. Malumun ortaya ben çıkmışım işte.”
“Tekrardan başın sağ olsun. Nur içinde yatsınlar.”
“Allah razı olsun canım.”
Eylül konuyu uzatmayarak Güneş’in yarasına tuz başmak istememişti. Herkesin yükü kendine göre ağır gelirdi sonuçta. Tasasız insan evladı mı vardı şu yalan dünyada. Hepimiz ayrı ayrı imtihanlara tutulup, acısıyla tatlısıyla yaşantımızı bir şekilde sürdürüyorduk.
“Güneş asıl ne diyecektim ben sana?.. Mirza bey gelir gelmez bol köpüklü sabah kahvesini ister mutlaka. Mutfağa geçelim, ben sana nasıl yapman gerektiğini anlatayım, sen de gerektiğince uygularsın. Ölçülü yapılıyor zaten, yaptıkça alışırsın.
Fincanı kapaklı dolapta. Açınca fark edersin, diğerlerine nazaran rengiyle deseni ayrı duruyor. Kahve kavanozunu genelde fincanların üst rafına koyarız. Geriye pek bir şey kalmadı anlatacağım. Mutfaktaki eşyaların yerini gidip geldikçe öğrenirsin. Takıldığın yerde sormaktan çekinme oldu mu?”
“Olur çekinmem.”
Kız gramı gramına anlatmasına anlatmıştı da, Eylül’ü de kırmak istemediğinden arada onaylayıp; “Yaparım. Kahve dediğin nedir ki zaten? Elime yapılacak değil ya...” Deyip geçiştirmişti üstün körü.
Nerede görülmüştü bir fincan suya bir silme kaşık kahve katıldığı? Ayrıca suyunu soğuktan koyar, kahvenin miktarını bir buçuk veya yoğun olmasını istiyorsan iki kaşık tepeleme yaparsan gayette bol köpüklü lezzetli kahven pişerdi. Güneş için kahve yapmanın da bir adabı vardı. Her önüne gelen beceremezdi köpüğü yerinde, damağa hitap eden acı kahveyi. Adı üstünde, kırk yıl hatır taşırdı. En hasından kahve yapmayı annesi sayesinde öğrenmişti. Basitlenecek tarzda alaya alınacak, herhangi bir konu sayılmazdı sonuçta. Nasıl ki kız evladı yemek yapmayı anneden görerek bizzat öğreniyorsa... Elimin lezzeti kızıma geçmiş, annesi gibi pek de hamarat demeleri boşuna değildi. Deyim yerindeyse Güneş annesinden el almasına rağmen, kahvesi dillere piercing olacak cinstendi. Lafını edeni çok, içebilen kısmetlisi az bulunurdu. Üç kişinin zoraki sığabileceği, mutfakta dört dönerken, kahve kavanozunu, duvardaki cezveyi, patronuna has geniş kulplu fincanı tezgaha indirdi.
Orta boylarda sayılabilecek buz dolabından soğuk su şişenin birini alarak fincana ilave edip aldığı yere geri koymuştu cam şişeyi. Kavanozun kapağını ahtapot misali saran parmaklarıyla çevirdiğinde, kahvenin tam ortasına dik biçimde saplanan kaşığı ölçü niyetine kullanmak üzere yerinden çıkardı. Laboratuvar teknisyeni edasıyla kaşığın önünü arkasını, sağını solunu dikkatle inceledi. “Siz bununla kahve yaparsanız elbet imamın abdest suyunu andıran kahve içersiniz. İçtiğiniz kahveden de tat alamazsınız muhakkak.”
“Tatlım kiminle konuşuyorsun sen öyle, sinirli sinirli?
“Kimseyle konuşmuyorum Eylül. Hangi akla hizmetse, kaşık adı altında işe yaramaz şeyi kim koymuşsa bir halta yaramaz, atın çöpe gitsin. Eğer ki kahveyi devamlı bununla yaptıysanız siz kahve neymiş tatmamışsınız. Acaba patronum cimri birisi diye az mı kullanalım istemiş?” dedi gözleriyle kahve kavanozunu işaret ederek.”
“Sanmıyorum. Mirza bey parayı pulu sakınacak birisi değildir. Aksine bol keseden dağıtmayı sever. Gözümle görmesem kaşıkla kavga ettiğine inanamayacaktım. Cezveyi neden indirdin ki, makinamız var yapaydın kahveni kolayca. Yorulmazdın.”
“Makinada yapılan kahveyi sevmiyorum ben. Bizim evde de var, kızlar kullanıyor ama ben alışmışın bakır cezvenin tadına, vazgeçemiyorum bir türlü. Hem kısık ateşte aheste aheste pişerse kahve çekirdeği çabuk kırılmaz, lezzeti yerinde olur. Bakma sen kahve yaptığıma, kolay kolay kimselere yapmam ha... Mecburiyetten dil ağız bağlanıyor, iş başa düşünce sorgusuz yapacağız gerekeni ne yapalım?”
Güneş ocağın altını açmadan cezvedeki kahveyle soğuk suyu harmanlayarak karıştırıp ateşle buluştururken, Eylül bedenini tezgaha dayamış arkadaşını pür dikkat izliyordu. İki günlük tanıdığı kızı baştan aşağı süzerken patronuna pek de güzel yakıştırmıştı. “Kısmette varsa dil ağız bağlanır derler de, benim niyetimde senin kalbinin Mirza’ya aşkla bağlanması. Gözümün önüne gelip hayal ettim de, acayip yakışan çiftlerin trendi olurmuşsunuz.” Tabi ki de düşüncelerini dışarı duyurucak kadar hayli istekli görünse de ağzını sıkı tutması, zamana bırakması kendi hayrınaydı. Güneş’le patronunun ilk karşılaşmasında yakalamıştı Mirza’nın kıza karşı o derin bakışlarını, özellikle kendisinin özenle ilgilenmesi pek yaşanan bir durum değildi. Anlaşılan duygularından emin ki patronu sorun teşkil etmeden onay vermişti stajyerliğine.
“Hayırdır Eylül? Ne düşünüyorsun? Bakıyorum da yüzünde güller açıverdi birden bire? Belli ki mutlu eden bir şeyler olmalı.”
“Öyle de denilebilir. Yakında düşündüğüm gerçeğe dönüşürse eger değmeyin benim keyfime. Umarım tez elden mürvetini görebiliriz.”
“Her ne düşünüyorsun bilmiyorum ama, seni sevindirecekse umuyorum gerçeğe dönüşür.”
Koridorla Eylül’ün masasının arasındaki mesafe uzak kalmazken zırıltıyla çalan ofis telefonun susmaya niyeti yoktu. “Hah ben de diyordum ne vakittir çalmıyordu. Arayan kişi kesinlikle Fatih’tir, cevaplanana kadar üşenmeden öttürür telefonu. Tatlım ben bir bakayım şuna, büyük ihtimal bir şeyi eksik yaptı, onun için çağıracaktır kesin yanına.”
“Tamamdır bak sen işine. Soran olursa idare ederim ben burayı.”
Tahminimde yanılmamıştı Eylül. Fatih giderlerin bütçe kısmıyla ilgilenirken mutlaka hesaplamalarda eksiklik vardı ve sürekli hatalı sonuç çıkıyordu karşılaştırmalarda. Gözden kaçırdığı her neyse Eylül’de buluyordu nitekim yardımı. “Ben Fatih’e iniyorum, gelirim birazdan.” Haberi alan Güneş “git sen bekletme...” derken hala ocağın başındaydı. Kısık ateşte yanmasına rağmen taşmasına izin vermeden pişmesini bekliyordu kahvenin. Isıyı eşit dağıtarak tadının birbirine geçmesini sağlarken, bakır cezvede pişen kahvenin içiminin keyfine doyum olmuyordu. Bir içen bir daha içmek isterdi. Nasıl ki sigaradaki nikotin bağımlılık yapıyorsa, bu da aynen o etkiyi yaratıyordu. O yüzdendir ki Güneş’in vazgeçilmezlerinden birisi de sade türk kahvesi ve, yanında eşlik edecek olan bitter çikolatası mutlak çantasında bulunurdu.
“Gözün kulağın ocaktaki cezvede olsun. Taşırırsan köpüğü kaçar, köpüğü kaçarsa da mesainin ilk saatlerinde ters köşe yaparsan şayet, haliyle azarı yer, kıçının üzerine oturursun Güneş. Evine gelen misafirlerine nasıl ki sunumunda özentiyle hazırlanıyorsan, bizzat burada da aynı biçimde özgüyü göstermelisin. İşinin parçası sonuçta, yapman şart!”
Pantolonun arka cebine sıkıştırdığı telefonu durmaksızın çaldıkça, titreşerek tuhaf bir hisse kapılmasını sağlıyordu. “Alacaklı mısın arkadaş. Anlamadım ne bu ısrarın?” Susmak bilmeyen telefonunun ekranında yazan yabancı numaranın yanlış kişiyi aradığını düşünerek, kırmızı ikona basıp aramayı reddetti. Telefonu tekrardan çalmaya başladığında aynı numaranın inatla ısrarını sürdürmesiyle istemeyerekten cevaplamaya karar verdi. “Efendim.” Dedi karşı tarafa hitaben. Geçen bir iki dakika içerisinde konuşma yerine hışırtılar doldurdu kulağını. Duymuyor mu acaba diye yeniledi sorusunu? “Ala kimsiniz? Alo size diyorum duymuyor musunuz beni? Ya cevap verin, ya da ben telefonu yüzünüze kapatacağım!” Çok gecikmeden meymenetsizin cevabı yankılandı bu sefer kulağına.
“Merhaba güzel sevgilim. Ben Pamir! Unuttuysan hatırlatayım dedim kendimi.”
~?~?~?~?~?~?~?~?~
Beyaz gömleğinin manşetlerini kıvırıp, kol düğmelerini deliğinden geçirerek klipsini kapattığında yerlerine sabitlemişti. Siyah kravatını sıkılaştırıp, formunu düzgün hale getirdi. Takımının ceketini giymek yerine kolunun üstüne astığında basamakları ikişer üçer hızlıca inerek salondakilere selam verdi. “Günaydınlar ailem. Nasılsınız bakalım?”
“Bizler iyiyiz oğlum da, asıl senin yüzünden silinmeyen gülümsemenin sebebinin kaynağını sormalı? Görünen o ki ağzın kulaklarına varmış, nazar değmesin maşallah maşallah.”
“Sağ olasın annem. Neşem yerinde bugün, gün boyu da hep böyle devam eder.”
Yardımcıları Neslihan hanımın hazırladığı, kuş sütü eksik dedirten kahvaltısı iştah açıcıydı. On beş kişiyi ağırlayacak kadar geniş masanın ahşap oymalı sandalyesinden birisini çekerek yerine oturduğunda, servis tabağını kahvaltılıklarla doldurmaya başladı. Ağzına attığı ekmek parçasını çiğnerken babası meraklanarak Holdingin ne durumda olduğunu sormadan edemedi. “Anlat evlat, var mı yeni gelişmeler? Bu aralar sıklıkla uğrayamaz oldum, havadisler sende...” Yemeğine devam edip, domates halkasını çatalına batırırken tabağının kenarında bırakıp babasını yanıtlamıştı. “Var baba, yeni stajyer alımı yaptık. Hatırladın mı? Önceki gün, gece yarısını geçtiğinde işten bunalıp sahile gideceğimi söylemiştim ya hani... Arabayla ilerlerken öyle kusursuz bir ses işittim ki, anlatamam sizlere. Sahil yolunun yarısına varamadan arabadan inip, sesin sahibini takip ettim. Denize dönük, bankta rahatça oturur haldeydi. Kibarca tanıştım kızla. Sohbet ederken laf lafı açtı. İç mimar son sınıf öğrencisiymiş. Günlerdir stajyerlik yapabileceği kurum arıyormuş. Işıl’ın ayrılmasıyla fırsat bu fırsat diyerekten kıza iş teklifi ettim. Aramasını beklerken duydum ki erkenden kalkıp gelmiş holdinge. Görüştük konuştuk, anlattım işimizin zorluklarını. İstisnasız kabul etti. Hırslı, azimliliği etkiledi şahsen beni. Bugün başlayacaktı işine. Gelmiştir büyük ihtimal.”
“Nasıl birisi acaba? Güzel mi çirkin mi, boyu uzun mu kısa mı anlatsana oğlum. Tek tek mi sorayım, ne biliyorsan tarif et Yaşı küçük mü baya? Yapabilecek mi dersin? Giden stajyere dönmesin sonradan?”
“Fiziken anlatmam gerekirse; Sarışın, mavi gözlü makul görünümlü çıtı pıtı bir kız annem. Çevirmenlikte büyük yardımı olacağı kesin.Yaşını neden sordun ki şimdi? Ne yapacaksın? Kızın gbt’sini araştırmak da nereden çıktı?”
“Hiç canım. Merak ettim sadece. Sonuçta insan yanında çalıştıracağı kişiyi tanımak ister. Soramaz mıyım? Anneyim ben, evladımı da düşünmeliyim?” Selin hanım oğlunu sorularıyla boğarak bunalttıkça bunaltmıştı. Mirza ağzını açmaya kalktığı sırada annesi tarafından lafı ağzına tıkılıyor, cevap dahi veremiyordu.
“Annenin bitmeyen sorgusunu es geç oğlum sen. De bakalım kızın adı nedir, kimdir bilelim. Holdingimize katılan kişilerin özel hayatına karışamayız elbet ama, genel bilgi toplamamızın sakıncası da yoktur ya?..”
“Adı Güneş. Güneş AKSOY. İki kız arkadaşıyla yaşayan, kendi halinde bir kız. Dış görünüşüymüş, konuşma biçimiymiş, benim için sıkıntı teşkil etmeyecek gibi görülüyor. İşini zamanında ve eksiksiz yapsın, gerektiğinde gelgitlerime denge sağladığı sürece çalışmaya devam etme ihtimali yüksek. Tek temennim uzun süre bizimle kalabilmesi. Dediğim gibi onun açısından da sıkıntı yaşanmayacaksa, bizimle beraber işlerimizde düzen sağlayabildikçe lehimize olacaktır. Yeterince stajyer değişikliğine maruz kaldım. Yoruldum, başkasına takatim kalmadı yemin ederim.”
“Güneş AKSOY! Güneş AKSOY!” Tekrar tekrar zihnini yokladı Taner bey. AKSOY soy ismini bir yerlerden tanıdığına emindi. Uzunca düşündü düşündü düşündü... Nihayetinde hatırladığı isimle yok artık dediğinde, fısıltı halinde çıkan sesine tezat dumar oluştu. Takındığı yüz ifadesiyle gerildiği irileşen gözleriyle ayan beyan belirginleşmişti. Karısı başka hayallere dalarken, masanın baş köşesine kurulmasıyla yanı başında oturan oğlu, babasının sessiz feryadını işitmişti.
“İyi misin baba? Neyin var? Bir yerin mi ağrıyor? Kısık sesle konuşunca anlayamadım ne demek istediğini?” Mirza tabağındakileri bitirmiş, bardağın dibindeki çayı alal acele tek yudumda boğazından aşağı indirirken babasının anlık rahatsızlandığını sanarak korkuya kapılmıştı. Babasının yüzüne baktıkça endişe bulutlarının yükselmesiyle paniklemişti haliyle. “Hastaneye gidelim hemen, bütün tetkiklerine baksınlar. İtiraz istemiyorum, hadi baba kalk!”
“İstemem hastane filan... Sağlığım gayet yerinde benim, endişe etmeyin. Anlık bir şok yaşadım sadece. Gidecek olan ben değil sensin. Hadi oğlum oyalandığın yeter, çıkmayacak mısın? Saat 9’a yaklaşıyor, geç kalacaksın. Patron dediğin işinin başında olur.”
Peçeteyle dudağını temizlemiş, ceketini giyinerek ayaklanmıştı. “Çıktım ben, akşama görüşürüz.” Kaldığı müştemilattan ayrılan Fatih, bahçede dikilmeye devam eden Mirza’yı fark etmesiyle koşar adımlarıyla dibinde bitivermişti. “Çıkalım dersen hazırım ben abi!” Mirza başıyla onaylayıp aracın arka koltuğuna yerleşirken, Fatih kontağı çevirmişti çoktan. Çevik hareketlerle sürgülü kapıyı geçip, ana yola çıkmaları uzun sürmemişti. Aracın uzaklaşmasıyla oğlunun sandalyesini kocasına yanına yaklaştırdığında, Neslihan hanımın duyabilme ihtimaliyle sır verircesine temkinlice konuşuyordu kocasıyla.
“Taner ben dayanamayacağım. Kızı görmeye gideceğim.”
“Selin saçmalamaz mısın lütfen? Görücüye gider gibi acelen ne? Mirza duysa demediğini bırakmaz, sanırsın kızı yıllardır tanıyorsun da, oğluna gelin alacaksın.” Niyeti de tam tamına oydu zaten Selin hanımın. Oğlu bu kadar övdüyse kızı, kesinlikle hoşlandığı aşikardı. Dünya gözüyle mürüvvetini görüp, başını bağlamak istiyordu. Şayet yaşları geçince evlilikten soğumaları muhtemeldi. Elini hızlı tutmakta yarar vardı.
“Destur be kadın. Kızı görmeden etmeden, folluğa yumurta koyma derdine düştün. Acele işe şeytan karışır. Tek sen değil, ben de görmek istiyorum. Biraz bekleyeceğiz, bir kaç güne holdinginde davet verilecek. Orada tanışırız, birden üstüne varmayalım kızın, yanlış anlayabilir.”
“Ne bileyim Taner?.. Mirza kolay kolay hoşlanacağı birinden ahım şahım bahsetmez normalde. Bize bahsetmediği bir şeyler olmasın sakın?”
“Nereden biliyorsun Selin? Oğlanın aklını mı okudun?”
“Okumama gerek mi var? Annesiyim ben annesi. Dokuz ay karnımda taşıdım, büyüttüm besledim. Huyunu suyunu ben bilmeyeceğim de kim bilecek?”
“Aman deyim Selin, sana da söylenmeye gelmiyor. Ne denilse illaki lafının altında kalmayacaksın di mi?”
“Kadınların en belirgin özelliği naparsın. Şansınıza küsün beyler.”
Fatih azami şekilde trafik kurallarına uyup, sağ şeritten sapmadan ilerliyordu istikametine. Mirza otomatik tuşa basıp camını indirdiğinde başını camın çerçevesine yasladı. İçi huzurla dolarken, acabaları umutlarına tezat kararına itiraz ediyordu. Ne pahasına olursa olsun bulacaktı, eninde sonunda mutlak karşılaşacaktılar. İster dünyanın ta öteki ucunda, isterse yanı başında olsa niyeti kesindi. “Sence de çok bekletmedin mi rüyalarımı süsleyen Melek? Ömür dediğin nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar tükeniyor. Vaktimiz varken yaşayabildiğimiz kadarını yaşayalım, heba olmasın. Gel yaşantımızı ömürlük kılalım..."
Düşünmekten uyuyamaz hale gelmişti, yüzde bir ihtimal varsa bile gerçekleşmesini diliyordu. Yeterince doymuştu, aynı kabusla yatağından sıçrayarak uyanmalara. “Düşlerindeki meleğim o olabilir miydi?” İhtimalleriyle boğuşmuş durmuştu. Emin olabilmesi içinse ufacık da olsa bir işarete, bir ip ucuna ihtiyacı vardı.
*Lanse etmek: (Tanıtmak, Öne sürmek, Ortaya çıkarmak.)