O gece uykuya dalmak küçük kız için çok zor olmuştu. Titremesi bir türlü durmayan bedeni ile sert yatakta tortop olmuş bir şekilde bir süre beklemişti.
Annesinin her an kapıdan içeri girip üzerini örtmesini beklemişti. Sırf bu yüzden üzerini örtmemiş örtüyü ayaklarının dibinde bırakmıştı. İstediği gibi olmamış, gelmemişti.
Babasının, uyku sersemi hayal meyal hatırladığı saçlarının arasına kondurduğu öpücüğü beklemişti. Gözlerini sıkıca kapatmıştı. Belki açık olursa gelmekten vaz geçer diye korkmuştu. Ama yine gelmemişti.
Belki Helena sözünü tutarda gelir diye yorgun gözlerini kapıya dikmişti. Gelmemişti. Kimi beklediyse o kapı açılmamış içeri girmemişti.
O geceden beri her zaman o beklenti ile gözlerini kapatacaktı güne. Her zaman gözleri kapıda uyuyacaktı. Her zaman gelmeyecek kişileri bekleyecek ruhunda kapatamayacağı yaralar açacaktı bilmeden.
Üzerindeki titreme ile uykuya daldı o gece. Aslında titreyen bedeni değil ruhuydu. Eksik sevginin bıraktığı yarım ruhu...
Ruhunda kopan fırtınalar onu titretiyordu.
Hangi yaprak bir fırtınada dalında kalırdı ki? O da bir sonbahar yaprağı gibi dalından kopmuş bilmediği diyarlara, denizlere, dağlara, gökyüzüne uçuyordu.
Minik yaprak en sonunda uçsuz bucaksız, sadece bir çocuğun hayal edebileceği kadar parlak ve huzur verici çimlerin arasında bulmuştu kendini. Bir bahar yeli gibi koşuyordu yeşilliklerde.
Geriye dönüp baktığında ilk kızıl kahve saçları yumuşak bir el gibi yüzünü yalayıp geçti. Gözleri ne aradığını bilir gibi yörüngesine oturduğunda kendi gözlerinin bir benzeri ile buluşmuştu.
Ondan kendisine uzanan elden çocuksu bir neşe ile kaçarken bu seferde parlak yeşil gözler karşısına çıkmıştı.
Alfrida ve Helena...
Yakalanma korkusu küçük kızın kalbini rüyada bile heyecanlandırmaya yetmişti. Kontrolsüz bir şekilde bıraktığı kahkahası ile güneş biraz daha parlamış, ağaçlar sanki ona eşlik etmek ister gibi biraz daha gürlemişti.
Çocuksu oyunu yakalanması ile sonlandığında karnında gezinen eller Nadia'dan bakasına ait değildi.
Üç kadın, üç koruyucu, üç anne...
Hepsi de kızlarının yarım kalmışlıklarını rüyada tamamlar gibiydiler. Onda açılan ve açılacak olan yaraları sarmak istercesine bir sevgi seli oluşturmuşlardı.
Vivian da artık diğer yetimler gibi rüyalarda büyüyecekti.
Aradia, ondan çok önce uyanmış küçük kızı kısa bir süre izlemişti. Üzerindeki örtüye rağmen bir yaprak gibi titreyen bedeni değişip sakinleyip yüzünde tebessüm oluşacak kadar rahatladığında rüya gördüğünü anlamıştı.
Bir yanı onu uyandırıp bir an önce yeni hayatını adapte olmasını isterken bir yanı da onun daha bir çocuk olduğunu düşünüyordu. Omuzlarına yüklenen şeyleri kaldırıp kaldıramayacağından emin değildi.
Aradia karar veremeden küçük kız gözlerini açmıştı bile. İlk başta nerede olduğunu anlamayan bakışları odanın içinde dolanmış en sonunda siyah gözlerle buluşmuştu.
Başta boş, anlamsız bakan gözler yavaş yavaş yağmur bulutlarının esiri olmuştu. İlk çiğ tanesinin çenesine doğru yuvarlanması ile her ikisini de tutan ipler çözülüvermişti.
Aradia, hızla öne atılıp küçük kızı uzun ince kollarının arasına hapsetmişti. Onun ağlamaktan sarsılan bedenini içine hapsetmek istercesine sıkıyordu
Oysa bir önceki akşam kıza şefkatli davranmayacağına dair kendine söz vermişti. Ona hayatın duygusuz acılı yanını erkenden tanıtıp kendini korumayı öğrenmesini istemişti. Ama gel gör ki yapamamıştı. Dayanamamıştı onun bu haline.
Ne kadar süre o şekilde kaldıklarından ikisi de habersizdi. Küçük kızın sarsılmalarının azalması, ağlayışlarının iç çekişlere dönmesi ile Aradia kollarını gevşetip ayrılmıştı ondan. Fark etmese bile kendi gözleri de dolmuştu.
Küçük kız akşamdan beri o kadar az konuşmuştu ki olanların üzüntüsünü içine attığını fark edememişti. O da zaten konuşmak yerine duygularını bu şekilde ifade etmişti. Bağırmamış, haykırmamış, isyan etmemiş sadece ağlamıştı.
O an şimdiye kadar verdiği sözleri içinde, zırhlı bir kutuya koyup en derin kuyularına attı. Yeri geldiğinde ona destek olacak yeri geldiğinde de onu ilk iten olacaktı. Yani ona hem dost hem düşman olacaktı.
"Hadi toparla kendini. Yapacak bir sürü işimiz var."
Vivian, usulca başını salladı. Sanki anne ve babasını kaybedince nazlanacak kimsesi kalmamıştı. Hayat bütün itirazlarını elinden söküp almış sesini kısmıştı.
Yaşların ıslattığı yanaklarını nemli avuç içleri ile sertçe sildi. O bunu yaparken Aradia tırnaklarını bileklerine geçirmek zorunda kalmıştı. Yoksa ona izin vermeden yaralarını sarıp sarmalayacaktı. Ama biliyordu ki güçlü kadınlar zamanında kendi gözyaşlarını kendi silebilen kişilerden çıkıyordu. Bu yüzden tuttu kendini. Kalması için bile elini uzatmadı ona.
"Hadi, kalk da yıkanmaya git." Sesine ister istemez şefkatli bir ton geldi. "Dün sana söylediğim yeri hatırlıyor musun?"
Küçük kız biraz önce ağladığını belirtircesine çatlak bir ses ile cevapladı onu, "Bu seferlik yalnız gitmesem."
Yabancısı olduğu bu yerde yalnız kalmak onu iliklerine kadar korkutuyor dizlerinin titremesine sebep oluyordu.
Aslında Aradia'nın aklında ona eşlik etmek yoktu ama Vivian bunu titreyen sesi ile ondan istediğinde dünyadaki en vicdansız insan bile hayır diyemezdi. O da diyemedi.
"Sadece bu seferlik!" Arkasını dönüp kapıya yöneldiği sırada devam etti. "Eşyalarını al da peşime düş!"
Ona karşı bazen acımasız davranacağı için şimdi şefkate boğamıyordu. Sanki bunu yaparsa ona daha fazla yara açacakmış ya da var olan yaralarını daha fazla kanatacakmış gibi hissediyordu.
O bunları düşünürken kısa patika çoktan bitmiş göle gelmişlerdi. Göl yörede bulunan cennet bahçesi gibiydi. Etrafı sık ağaçlarla kaplı küçük ama derin bir su birikintisinden oluşuyordu.
"Hadi, sen yıkan! Ben şu tarafta seni bekleyeceğim."
İşaret parmağı ile gösterdiği yer gölün kenarındaki düz, bir insanın sığabileceği kadar büyük olan bir taştı.
Vivian'dan gelecek herhangi bir cevabı beklemeden o aşın üzerine oturup üzerindeki elbiseyi dizlerine kadar sıyırdı. Ayaklarını da çıplak bıraktıktan sonra suya soktu.
Yüzüne vuran güneş siyah saçlarını bir kuzgunun tüyleri gibi parlatıyordu. Bembeyaz teni daha da bir ışıldıyordu. Onu gören biri olsa tanrıça zannedip tapınmaya başlayabilirdi.
Gözlerini kapatıp doğayı dinlemeye başladığı sırada başlarda hafifçe gelen su sesleri giderek artmaya başlamıştı. Küçük kıza tanıdığı zaman dolmaya başladığında ayaklarını sudan çıkarmak için hafifçe olduğu yerde doğruldu. O an hiç beklemediği bir şekilde olduğu ortamdan kopuverdi.
Zihninin içine dolan sahnelerin hızına bir süre o da yetişememişti. Zihnini düşüncelerden arındırıp derin bir nefes aldı. Sadece gördüklerine ve göreceklerine odaklanmaya çalıştı.
İlk birkaç görüntü daha önce gördüğü şeylerdi ama sonrasından gelenler olduğu yerde biraz daha dikleşmesine neden olmuştu. Yakın zamanda olacak şeylere engel olabilmek için planlarında değişiklikler yapması gerekiyordu.
Görüler bitip kendine geldiği zaman Vivian'ın dikkatli gözlerinin üzerinde bulmuştu. İlk başta onun yine susacağını sanmıştı ama küçük kız düşündüğünden daha meraklıydı.
"Gözlerin yine öyle parlıyordu." Başını hafifçe öne eğip birkaç saniye düşündü. "Neden gözlerimiz öyle parlıyor?"
Sorusunu başını kaldırmadan sormuştu. Aslında konuşmak konusunda oldukça kararsız kalmıştı küçük kız. Sesi sanki yanlış bir şey söylerde terk edilirse korkusundan titrek çıkmıştı.
"Güçlerimizi kullandığımız zamanlar gözlerimiz parlıyor."
Vivian, başını kaldırıp genç kadına bakmış olsa da bu çok kısa sürmüştü. Sudan çekingen adımlarla çıkıp hızla temiz kıyafetleri giyerken öğrendiği yeni bilgiyi özümsüyor başka sorular düşünüyordu. Ama sorma cesaretini toplamak için bekliyordu. Belki o sormadan anlatır diye bekliyordu.
Aradia ise ona istediğini vermeyecekti. Kendi cesaretini kendi toplaması için ona zaman tanıdığı sırada üzerini düzeltmişti.
Küçük kız giyindikten sonra iri gözleri ile ondan uzun olan kadına ufak bir bakış attı. Aslında bir şeyler sormak istediği ortadaydı ama bunu o anda yapmaktan vaz geçti.
"Hadi! Oyalanma, geri dönelim. Çoktan acıktım."
Vivian, o zaman fark etmişti boş midesini. Hatta kontrol edemediği bir ses bedeninden yükseldiği sırada sanki engel olabilecek gibi küçük parmaklarını midesine bastırmıştı.
Genç kadın bu sesi duymuş olsa da sadece göz ucuyla bakmıştı ona. Vivian o kadar utanmıştı ki bu bakışı fark bile etmemişti.
Eve geldiklerinde Aradia direk yiyecek bir şeyler hazırlamak için tezgâha yönelmişti. Küçük kız ise bir an ne yapacağını şaşırmış küçük odanın ortasında saçından damlayan sularla öylece kalmıştı.
Genç kadın onun bu halinin farkındaydı. Bir süre ne yapacağını merak ettiğinden bir şey söylememişti ama o hala elleri önünde başı yere eğik bir şekilde dikilmeye devam edince müdahale etti.
"Orada dikileceğine git dışarıda saçının suyunu sık. Yerler ıslandı hep. Sonra da gel bana yardım et."
Vivian, çekiniyor olsa da hızla dışarı çıkıp çocuk gücü ile saçlarındaki suyu almaya çalıştı. Kendince başardığını düşündüğünde ise içeri geri dönüp Aradia'ya yardım etmeye başladı.
Aradia, bir iki gün önceden kalma olan ekmeği ince ince dilimlemişti bile. Kaynattığı suyla ise her sabah düzenli olarak içtiği bitki çayından iki fincan yapmıştı. Masada bulunan keçi peyniri yine bir köylüden aldığı ödemeydi. Reçelleri ise her sene kendi elleri ile hazırlıyordu.
Masa iki kişinin karnını rahtça doyuracağı şekilde hazır olmuştu. Her ikisi de yaptığından memnun bir ifade ile masayı birkaç saniye süzdü. Ardından ufak tabureye Vivian geçerken sandalyeye Aradia oturdu.
Karışık bitki çayını sakince yudumlarken gözleri küçük kızdaydı. Boğazından geçen her yudumda içinde artan enerji hissedebiliyordu. Genel olarak görülerini netleştirmek ve güçlendirmek için sürekli içtiği bir çaydı. Vivian'ın da bunu içtiğinde güçlerinde ne gibi değişikler olacağını merak etmeden duramıyordu.
Tam o sırada çayında etkisi ile bir vizyonun daha içine çekildi. Bir sis bulutunu geçtikten sonra gördüğü ilk şey alaca bir atın nalları olmuştu. Dört nala ilerleyen atın etrafa sıçrattığı toprakları ağır çekimde seyrettiği sırada kadrajına rüzgârda dalgalanan yeleler girmişti. Sürücünün kim olduğunu merak etse de görüyü yönlendirmemek için o düşünceyi hızla kafasından attı.
Birkaç saniyede bir hızla değişen sahneler arasından biri detayları ayırt edebileceği şekilde yavaşlamıştı. Küçük evinin kapısının önünde dikilen heybetli bir beden vardı. Yüzünü görmese bile üzerindeki kıyafetlerden onu kaptan olduğunu anlamıştı. Hemen sağ tarafta duran alaca attan ise biraz önce gördüğü görünün bununla bağlantılı olduğunu anlamıştı. Görünün ne zaman gerçekleşeceğini anlayabilmek için hızla adamın gölgesine bakmıştı. Neredeyse yok denecek kadar olan karartıdan öğlen civarı gerçekleşeceğini tahmin etti. Lakin bunun hangi gün olacağını söyleyemezdi.
Geldiği gibi aniden biten görü ile bıçağına uzanıp hiçbir şey olmamış gibi ekmeğine reçel sürmeye başlamıştı. Onun bu tavrı küçük kız için hiç te normal değildi, tam tersine keşfedilmesi gereken yeni bir şeydi.
"Gözlerimi parladığında güçlerimizi kullandığımızı söylemiştin. Ama... Nerede? O güçle ne yaptın?"
Aradia'nın içinden gülesi gelmişti ama bunu yüzüne hiç yansıtmamıştı. Onu güldüren şey sorduğu sorudan çok bunu soruş şekliydi. Güç denen şeyin ne olduğunu ya da ne olabileceğini bilmemesine rağmen elle tutulur maddesel bir şey bekliyor olması ona komik gelmişti.
"Her güç fiziksel değişikliklere sebep olmaz. Aynı benimkinde olmadığı gibi." Cümlesini devam ettirmemiş yemeğine dönmüştü. Ona bilgiyi altın tepside sunmak istemiyordu. Tam tersine sorgulasın araştırsın istiyordu.
"Herkesin gücü farklı mı? Sen ne yapabiliyorsun?" Aslında soruları bu kadar değildi. İçindeki çekingen taraf olmasa bir on satır soru sorardı ama karşısındaki kadın ona yabancıydı ve çekiniyordu. Onu kızdırmak istemiyordu.
"Gelecekte olabilecek olayları görebiliyorum. Benim gibi bazılarının yetenekleri özeldir. Bir ya da iki kişide anca olur ama bazı yetenekler daha sık görülür. Mesela hayvanlarla konuşabilme yeteneğine sahip olanlar oldukça sık karşılaşılan kişilerdir."
"Neden?" kelime ağzından kontrolsüz bir hızla çıkmıştı. Hatta bunu söylerken ağzındaki lokmasını bile daha yutmamıştı. Genç kadının anlattığı şeyler o kadar ilgisini çekmişti lokmasını çiğnemeyi unutmuştu.
"Türünün saflığı ne kadar bozulmamışsa o kadar büyük ve eşsiz güçlere sahip olursun."
Bu sefer aynı hataya düşmeyip önce lokmasını yuttu. "Tür ne demek?"
"Çeşit demek aslında. Meyve çeşitleri gibi düşün. Elma da bir meyve çilekte ama birbirlerinden nasıl farklı görünüyorlar. Bizimde insanlardan farklı olan görünüşümüz gözlerimiz." Elinden geldiğince basitleştirmeye çalışarak anlatmıştı. Vivian da anlamış olmalı ki başını sallamıştı.
"Benim gücüm ne? Ben senin gibi bir şeyler görmüyorum. O zaman ne yapabiliyorum?"
"Bilmem. Bunu senin keşfetmen gerekiyor. Sen yeteneğinin ne olduğunu öğrenmek istiyor musun?" Aslında küçük kızın gücünün ne olduğunu çok iyi biliyordu ama bunu ona altın tepside sunmadı. Keşfetmek için neler yapacağını merak ediyordu. Hem bu yolla kendini, varlığını, hayattaki amacını daha çok kabulleneceğini düşünüyordu.
"Çocuklar bana cadı, yaratık, lanetli diyorlardı. O zaman gerçekten öyleyim."
Bu sözler hareketlerinin yavaşlamasına boğazının düğümlenmesine neden olmuştu. İnsanoğlu bıraktığından daha vahşi, daha vicdansız ve daha kalpsiz bir hal almıştı. Daha dünyayı yeni tanıyan çocuklar bile nefislerinin sesini dinliyordu.
"Kaslı birini güçlü olduğu için ona yaratık lanetli diyebilir misin?" Aradia ona direk bir cevap vermeyecekti. Ona cevabı almayı öğretecekti. İyi ile kötüyü ayırt etmeyi öğretecekti.
"Kaslı olanlar yaratık değildir." çocuksu masumluğu ile ince kaşlarını çatmış anlamaya çalışıyordu.
"Aynen öyle. Peki, o kaslı olan kişi bu gücü ile insanlara yardım ederse yaratık olur mu?"
Vivian, başını iki yana sallamakla yetinmişti.
"Bizim yeteneklerimizde o kas gücü gibi sahip olduğumuz farklılık için kimse bizi çirkin şeylerle itham edemez. Ama eğer ki o gücü kötülük yapmak birilerine sırf keyif almak için zarar vermeye başladığımızda işte o zaman o çirkin lafları hak ederiz."
Aralarında geçen en uzun konuşmayı son birkaç cümle ile noktaladı genç kadın. "Senin ne olduğuna başkalarının sözleri karar veremez." İşaret parmağını küçük kızın minik kalbinin olduğu yere bastırarak sözlerine devam etti. "Buranın içinde iyilik varsa iyisindir, kötülük varsa kötüsündür."
Küçük kız birkaç şey daha söylemek için ağzını açmıştı ki Aradia buna izin vermedi. "Çok konuştun ufaklık. Artık karnını doyurma vakti."
Bir anda ona sert gelen bu sesle haddini aştığını düşünerek kızaran yanakları ile yemeğine devam etmişti. Karşısındaki kadını bazı anlarda kendine çok yakın hissederken bazı anlarda aralarında ifade edemeyeceği kadar mesafe varmış gibi geliyordu.
Kısa süre sonra yemeğin bitmesi ile ikisi beraber ortalığı toplamış bulaşıkları halletmişlerdi. Genç kadın evinde birinin daha olmasını biraz olsun yadırgayacağını düşünüyordu ama öyle olmamıştı. Sanki hayatlarının başından beri beraber yaşıyorlarmış gibi uyumlulardı.
Günün ilerleyen saatlerinde Aradia mantar toplamak için ormana çıkmıştı. Küçük kıza iki seçenek sunmuştu ya kendi ile gelecekti ya da evde kalacaktı. Kız için ise bu seçenek bile değildi. Yaşanan şeylerden sonra yalnız kalma fikri bile kalbine korku salıyordu.
Hazırlıklarını tamamlayıp mantar arayışlarına başladılar. Aradia bir yandan da kıza doğada hayatta kalması için ona lazım olacağını düşündüğü şeyleri ufaktan ufaktan anlatmaya başlamıştı. Ezbere bildiği patikalardan ilerlerken bir yandan durmadan bir şeyler söylüyordu.
"Toplayacağın mantarın ilk olarak rengi çok önemlidir. Değişik renkli parlak kısacası ne kadar çok ilgi çekisi hali varsa o mantar zehirlidir. Toplayacağın mantarlar genellikle krem rengi ya da kahve tonlarında olacaktır."
Biraz ileride gördüğü rengârenk mantarlar sanki onu tasdik etmek için karşılarına çıkmış gibiydi. Hızla o tarafa yönelip göstererek anlatmaya devam etti. "İşte bahsettiğim renkli mantarlar bunun gibi ilgi çekici olanlar."
Ormanda ilerledikleri bir süre hiçbir mantar görememişlerdi ama kısa süre önce yanından geçtikleri böğürtlenleri küçük kıza toplatıp yedirmeyi ihmal etmemişti. Onları ilk ağzına atışını, aldığı ekşimsi tat ile yüzünü buruşturuşunu, sonradan çok beğenip avuçlama yemesini unutmayacaktı.
İçinde anneliğe dair hiçbir duygu olmamasına rağmen yanında bir çocuk olması hoşuna gitmişti. Oysa o ölümsüzlük uğruna anneliğinden vazgeçmiş bir Sabie'ydi. Şimdi hiçbir zaman sahip olamayacağı duygular için üzülemezdi.
Başını iki yana sallayarak düşüncelerinin gitmesini isterken sanki etrafa saçmış gibi hissediyordu. Vivian, ondaki garipliği fark etmesin diye ona çıkıştı.
"Biraz daha hızlı yürümeye çalış. Böyle gidersen akşama kadar eve varamayız." Oysa küçük kız sabahtan beri boyuna ve bacaklarına oranla oldukça hızlı olmaya çalışıyordu.
"Eğer bir böceğin ya da hayvanın yediği bir şey görüyorsan bunu sende yiyebilirsin. Onlar doğa ve zehirli yiyecekler konusunda bizden daha tecrübelidir." Sanki biraz önce kızan kendisi değilmiş gibi sesi sakin çıkmıştı.
Saatler süren arayışları ve mini dersleri bitip eve geri döndüklerinde her ikisinin de bacakları ağrımıştı. Aradia yorgunluğunu gösteremeyecek kadar gururluydu. Vivian için başta ormanda gezmek yavru bir ceylan gibi kendini özgür hissetmiş olsa da uzun süren gezinti ve sürekli aklında tutmaya çalıştığı bilgiler ile enerjisini kaybetmişti. Yine de hiç sızlanmadan öğretmenini dinleyen bir öğrenci gibi Aradia'nın peşinden ayrılmamıştı.
Genç kadın evden içeri girmeden önce etrafta at nalı izleri olup olmadığına gözünün ucu ile bakmıştı. Hiçbir şey olmadığına kanaat getirip içeri gireceği sırada sırtında hissettiği gözler ile kendini rahatsız hissetmişti.
Ani bir hareket yapmamak için başını hafifçe yan çevirip sanki bir hışırtı duymuş gibi davranmıştı. İşte o zaman yol kenarındaki hareket eden küçük çalıları fark etmişti. İçten içe düşünmeden edememişti. "Demek birkaç küçük misafiri daha olmuştu."
Kendi kendine mırıldanmasını kız duymuştu ama duyduklarını anlamamıştı. Sanki kendisine söylenen bir emiri duyamamış gibi başını kaldırıp iri gözlerini kadının siyah gözlerine dikti.
"Sana demedim küçük. Sen içeri geç mantarları yıka ben geliyorum."
Dağda yürümekte zorlanmamak için elinde taşıdığı sopa ile çalılara kendisinden beklenmeyen bir hızla ilerledi. Gelenin düşman olmadığını biliyordu ama bu devirde dostun da dost kalmayacağını bilecek kadar çok şey yaşamıştı.
Onun ani hareketi ile korkan üç çocuk hızla çalının arkasından çıkıp köye doğru koşmaya başlamıştı. Ama arkadaşlarından birini unuttuklarının farkında değillerdi. En küçükleri anın korkusu ile hareket edememiş olduğu yere çakılmıştı. Hatta tepeden ona bakan kadın gözüne o kadar korkutucu gelmişti ki az biraz altına bile kaçırmıştı.
"Böö!"
Kadından gelen ani ses ile bacakları birden harekete geçip ondan dakikalar önce koşmaya başlamış arkadaşlarının yanına adeta uçmuştu. Arkasında bıraktığı kadının kahkahaları rüzgâra karışıp çocuklara gelirken onların kalpleri korudan yerinden çıkacak gibi atıyordu.
Aralarında kaptanın da çocuklarının olduğu bu dört kişilik arkadaş grubu arkadan gelen küçük çocukla dalga geçmeye çoktan başlamışlardı. Hatta onun altına yaptığını anladıklarında ise dillerinden düşmeyecek lakabı yapıştırmışlardı bile.
Oysa birkaç saniye önce onlarda aynı kişiden kormuş altlarına yapacak hale gelmişlerdi ama bunu bir başkasını aşağılayarak görmezden geliyorlardı.
Birkaç gün sonra aynı grup cesaretini toplayıp tekrar o eve bu sefer küçük kızı aşağılamak için gideceklerdi. Tıpkı köylünün de onlara rahat vermeyeceği gibi. Oysa ne olurlarsa olsunlar genç kadın da küçük kızda kimseye zararı olmadan kendi halinde yaşayabilecek kişilerdi.