1. Bölüm

1910 Words
“Afiyet olsun, efendim.” diyerek, elindeki taze poğaçaları müşterisine uzattı İnci. Ödemeyi alıp bahşiş için teşekkür ederken bile bir gözü, sırada bekleyen beş müşterisinde, diğer gözü ise az sonra sahilden koşarak geçecek olan Yiğit'i kaçırmamak için tetikteydi. Zaten onu görebildiği kısıtlı sürenin bir saniyesini bile ziyan etmemek adına tüm siparişleri hızlıca teslim edip yerlere paspas atma bahanesiyle kapıya yanaştı ve Yiğit'in her zaman geldiği yöne gözünü dikerek beklemeye başladı. Ama bu bekleyişe karşın Yiğit, her sabah saat 10 civarında otelden çıkıp sahil şeridi boyunca koşarken İnci’nin küçük ama fazlasıyla işlek pastanesinin önünden geçtiğinin ve gözden kaybolana kadar İnci tarafından izlendiğinin hiç farkında değildi. Gerçi, İnci'nin onu 11 yıldır sevdiğinin bile farkında değildi ya, bu çok daha vahim olan kısmıydı işin. Aynı liseyi okumuş olmalarına rağmen kendisini deliler gibi seven kızı bir gün bile görmemişti Yiğit'in gözleri. Ümitsizce iletişim kurmaya çalışan sesini duymamıştı kulakları. Lakin İnci, önemsememişti bunları hiçbir zaman. Kendi kendine masumca sevmişti Yiğit’i. Ona daha önce hiç dokunamamış hatta hiç konuşamamış olsa bile engel olamıyordu hislerine, uzaktan uzağa sevmeye devam ediyordu öylece. Peki hiç denememiş miydi başkalarını sevmeyi, randevulara çıkmayı? Denemişti tabi. Ama yapamamıştı. Sevememişti Yiğit dışında hiç kimseyi. Hatta Yiğit, bundan 1 yıl önce evlendiğinde bile vazgeçememişti ondan. Her gece Allah'a dua edip yalvarmıştı sadece Yiğit’i unutabilmek için. Ama çok inanarak dua ettiği ilahi güç, ne derin aşkını unutturabilmişti kendisine ne de kavuşmalarına izin vermişti. Daha sonra çok tuhaf bir yerden vurmuştu ikiliyi, kaderin cilvesi. Yiğit evlendikten 7 ay sonra boşanıp Cunda'ya geri döndüğünde ilk başta çok üzülmüştü İnci çünkü Yiğit, ailesini çok mutsuz ederek kendisinden 12 yaş büyük olan bir kadınla yaptığı evlilikten her nasıl olduysa dolandırılıp her şeyini kaybederek geri dönmüştü memleketine. Kim sevdiği adamın o halini görmek isterdi ki? İçi yanmıştı İnci'nin. Yetmemiş gibi bir de dönüşünün üstünden 6 ay geçmiş olmasına rağmen Yiğit hâlâ kendisini dağıtmakla meşgulken İnci onun halini, kalbine giren ağrıyla seyrediyordu her gün. Onunla tek bir kere görüşebilse aşkından söz edebilse, aralarında her şeyin masallardaki kadar güzel olacağını biliyordu. Ama olmuyordu işte, kader bir türlü dolamıyordu ayaklarını birbirine. Üstelik artık baş etmesi gereken tek sorun Yiğit'in ilgisini çekmek değildi. Yediği kazığın üstüne onu tekrar aşka inandırıp güvenini de kazanması gerekecekti. Kara kara düşünürken, “Bakar mısınız?” diye seslenen kadın tarafından dikkati dağıldığında hemen yardımcı olmak için elindeki paspası bırakıp müşterisine yöneldi İnci. Olabilecek en hızlı şekilde, sipariş ettikleri çörekleri servis ettikten sonra kapının ağzına tekrar dikildi hemen. Şu an kimse seslenmese hatta tüm hayat dursa çok iyi olurdu. İşte, görünmüştü Yiğit! Ağır bir tempoyla koşturarak şapkasının altına sakladığı sarı saçlarıyla ve ince uzun bedeninden dökülen şortu ile geliyordu kendisine doğru. Kafasını en soldan en sağa, sonuna kadar çevirip, bir nokta kadar küçülene dek izledi İnci, aşık olduğu adamı. Gözlerinden çıkan kalpleri veya ağzından akan salyaları birinin görecek olması hiç umurunda değildi. Sadece, bugün de kendisine bir kere bile dönüp bakmadan geçtiği için boynunu büküp derin bir nefes alarak girdi dükkanına. Bir kerecik, yalnızca bir kerecik göz göze gelseler yanına gidip konuşmayı deneyecek kadar cesaretini toplayabilecekti sanki İnci. Ama bu şekilde gidip konuşsa bile Yiğit, geçirdiği zorlu günlerin hırsıyla kendisini üzecek bir şey yapar diye korkuyordu ve kesinlikle, aşık olduğu adam tarafından kırılmaya hazır değildi yaralı kalbi. Bir süre göz göze gelmeyi en çok istediği adamı, yine avuçlarının arasından kaçırdığı için surat asarken en son görmek istediği adamla aniden yüz yüze gelip, iğrenmeye çevirdi ifadesini. Yolun karşı tarafından, “İnci tanem!” diye seslenerek girdi Poyraz, İnci'nin küçük pastanesine. Anında göz deviren İnci, “Ne işin var senin burada?” diye sordu. Kurtuluş yok muydu bu manyaktan? Poyraz hiç umursamadan, “Seni görmeye geldim.” dedi ve İnci’nin nefret ettiğini bile bile dayadı kolunu pastane vitrinine. Işıl ışıl parlayan camın altında yine, İncisinin elinden çıkan envai çeşit tatlı kendisine göz kırparken bayılıyordu bu hareketi yapmaya. İnci, Poyraz'ın yanına yaklaşıp kolunu derhal vitrininden indirerek, “Gelme Poyraz! Beni görmeye gelme!” diye, tane tane söyledi. Müşterileri olduğu için fazla bağıramıyordu ama canına tak etmişti bu saçmalık. Poyraz yalandan alınmış gibi yaparak, “Deme öyle İnci. Haftaya yine istemeye geleceğim seni.” dedi ve makas almaya çalıştı İnci’nin yanağından. İnci sabır çekerek ellerini sallayıp, “Poyraz, kaçıncı oldu bu? Amcam beni vermeyecek sana! Anla şunu artık!” diye bağırdı istemsizce. “Ben de verene kadar isterim.” diye cevap verdi, Poyraz. İnci’nin ailesi ile arası bozulmasın diye tatlı tatlı atışıyordu ancak beşinci kez reddedildiği kapıya bir kez daha sakinlikle gitmeye, hiç niyeti yoktu. “Bak Poyraz, amcam değil sadece ben de istemiyorum seni. Çık ve bir daha gelme lütfen.” diyerek sakince açıklamaya çalıştı İnci. Karşısındaki adam herkesin çekindiği türde serserinin biri olmasa her şey çok daha kolay olacaktı aslında. “Çıkıyorum. Ama geri geleceğim.” diye cevap verdi Poyraz, İncisinin ela gözlerine kara gözleri ile savaş açarak. Ah şu kızı eşi yapabilseydi. Her sabah ellerinden dökülen güzellikleri bir tek kendisi yiyebilseydi, ondan mutlusu olmayacaktı şu dünyada. “Tekrar gelirsen polise gideceğim artık. Rahatsız ediyorsun beni.” diyerek diklendi İnci. Poyraz zaten farklı farklı kişiler tarafından çok kez polise şikayet edilip serbest bırakılmış bir adam olsa bile şansını denemekte bir sakınca görmemişti. “Polisten mi korkarım ben yavrum? Dört yıldır kapında köle oldum. Otuz yaşıma geldim senin yüzünden.” diyerek tekrar İnci’ye doğru eğildi Poyraz. “Bak, sen de 26 olacaksın neredeyse. Hâlâ bekar bekar geziyorsun. Gel, evet de bana.” dedikten sonra ellerini, bebek gibi parlak sarı saçlara atmak istedi ama koluna inen şaplakla geri çekildi. Ela gözleri sinirden dolarken, “Defol.” diye tısladı İnci adeta. Hiç yüzü kızarmadan temas etmeye çalışıyordu bir de! Poyraz, “Hayhay güzelim.” dedikten sonra laubali bir tavırla arkasını dönüp çıkmıştı neyse ki pastaneden. İnci, Poyraz'ın arkasından tiksinen surat ifadesini gizleyemeden bakarken en azından bugünkü dozunu erkenden alıp kurtulduğu için sevinecek hale gelmişti. Çünkü bu manyak, istisnasız her gün gelip kendisini taciz ederek gününü cehenneme çevirmeyi başarıyordu. Peki, İnci’nin gününü birkaç saniye içinde bile cennete çevirebilecek o adam neredeydi? Ağır bir bunalımda. Gündüzleri koşuya çıkıp kendine gelmeye çalışıyor sonra da akşama kadar bilgisayar başında çalışıp geceyi rastgele girdiği bardan beğendiği herhangi bir kadınla otel odasına gelerek bitiriyordu. Yine, bu sıralamadan şaşmadığı günün akşamı odaya getirdiği uzun boylu esmer bir kızla yatağa devrilip hoş dakikaların içine girmek üzereyken kapısı çalındığında, “Sen burada bekle, hemen geliyorum.” diyerek kalktı Yiğit, adını bilmediği kızın üstünden. Çoktan sertleşmiş bölgelerini acı çekerek pantolonun içine sığdırdığında kimin geldiğini az çok tahmin ederek açtı kapıyı. Abisi Kutay, kollarını önünde bağlamış bekliyordu karşısında. “Buyur?” diye sordu Yiğit, dalga geçer gibi. “Yürü hadi, seni eve götürmeye geldim.” diyerek içeri girecekti ki Kutay, tek kişilik yatağın üstündeki dağılmış kadını görerek durdurdu adımını. Bakışlarını hırsla kaçırıp, “Yiğit, utanmıyor musun sen!? Odaya ne zaman gelsem başka kadın var yatakta!” diye kızdı, çenesini sıkarak. “Haklısın, utanıyorum biraz. Bu tek kişilik yataklara sıkışıp işimi görmeye çalışmak epey utanç verici.” diyerek alaycı tavrını sürdürdü Yiğit. “Yiğit! Topla şu ağzını!” diyerek kardeşinin açık gömleğinin yakalarına yapıştı Kutay. “Duymasından da mı utanmıyorsun!?” diye sorarak başıyla, yataktaki kadını işaret etti. Yiğit, “Sence böyle şeyleri takacak birine mi benziyor?” diyerek sordu abisine. Aslında karşısındaki kadının buna alınacağını bile bile tavrına dikkat etmeyecek kadar saygısız birine dönüşmüştü son zamanlarda. Kutay gözlerini kapatıp derin bir nefes çekti içine ve öfkesini bastırmaya çalıştı. “Yürü dedim.” diyerek kardeşinin koluna asıldığına Yiğit, kolunu kurtarıp, “Abi, git buradan. Eğer bir kez daha gelirsen hiç iyi olmaz.” diye uyarıda bulundu. Algılamakta niye bu kadar güçlük çekiyordu ailesi? Eve gelmek de yaşam tarzını düzeltmek de istemiyordu! "Bu musun sen artık!? Hayattan bir kere darbe yedi diye, otel köşelerinde kendini kaşarlaşmaya terk edecek bir korkak!" diyerek ittirdi kardeşini göğsünden. Uzun bedeni geriye doğru savrulan Yiğit çabucak toparlanarak, "Yaşam tarzımda hiçbir sıkıntı göremiyorum." dediğinde, Kutay bu kepazeliğe daha fazla katlanamadan, “Ne halin varsa gör!” diye tükürürcesine konuşup arkasını döndü kardeşine ve hızla uzaklaşmaya başladı. Yiğit, abisinin gidişini alaycı gözlerle seyrettikten sonra kapıyı çarparak yatağa geri döndü ve “Nerede kalmıştık?” diye sorarak, tekrar kuruldu eski yerine. Yiğit’in gecesi son 6 aydır olduğu gibi geçedursun Kutay, kendi evine yürüme mesafesindeki aile evlerine yönelerek kapıyı gürültüyle çalmaya başlamıştı bile. Kapıyı endişeyle açan annesine doğru hiç beklemeden kardeşini şikayet ederek, “Yok anne, yok. Adam olmaz bu herif.” diye bağırdı. “Ne oldu yine oğlum? Kavga ettik deme sakın!” diyerek ellerini bacaklarına vurdu Kiraz Hanım. “Etmedik ama biraz daha böyle devam ederse ağzını yüzünü kıracağım, az kaldı.” diyerek parmağını annesinin suratına doğru sallamaya başladı Kutay. Cunda’da çok saygı duyulan ve sevilen bir mimarlık ofisi işletiyordu babasıyla beraber. Ünlü insanlara kadar çıkıp iş almaya başlayacak kadar büyümüş şöhretlerine, kardeşinin uçkur sevdasını karıştırmayacaktı asla. Ama biraz daha böyle devam ederse Akbay soyadı her duyulduğunda, kardeşi Yiğit’in her gece ücretsiz sunduğu seks servisi gelecekti akıllara. Kiraz Hanım ağlamaklı bir suratla, “Oğlum yapmayın ne olur!” diyecekken Kutay annesinin üstüne eğilip, “Anne, odasına ne zaman gitsem başka bir kadın var yatağında. Şerefsiz herif depresyondan ölmese zührevi hastalıktan gidecek.” diyerek fısıldadı. Duyduklarıyla bakışları irileşen Kiraz Hanım, “Ay oğlum! Ağzından yel alsın ne biçim konuşuyorsun!?” diye çıkıştı oğluna. Kutay, artık bu işe karışmayacağını belirterek, “Babam duymasın anne, benden söylemesi. Konuşuyor artık insanlar.” diye açıkladı durumu. Çok yakında tüm adaya rezil olduklarında, babası güzel bir konuşma yapardı kardeşiyle ne de olsa. “Tamam, ben halledeceğim.” diyerek oğlunun göğsüne kafasını yaslayıp bekledi Kiraz Hanım. Bilmiyor muydu sanki bu durumu? Anne olarak utanıyordu, odasına gidip oğlunun o halini görmeye. Ama geçen gün komşularını bile Yiğit’in arkasından konuşurken duyduğuna göre artık bu meseleye el atmanın vakti gelmiş de geçiyordu. O yüzden sabah erkenden kalkıp Cunda sokaklarına göre fazla iri olan arabasına bindi ve önce, her zaman uğradığı pastanenin önüne geldi Kiraz Hanım. Oğlu, buranın poğaçalarını çok sevdiği için gitmeden önce her zaman birkaç tane alırdı yanına. İçeri girdiğinde, “Günaydın.” dedi ve gülümsedi, pastanenin sahibi olan sarışın kıza. Sonra da “Şu tahıllı poğaçalardan istiyorum yine.” diyerek parmağıyla işaret etti Kiraz Hanım. Zaten sıklıkla verdiği bir sipariş olduğu için öğrenmişti artık bu kızcağız da. Tabi, Kiraz Hanım’ın bilmediği şey, bu poğaçaları severek yediklerini bildiği için İnci’nin onları her sabah nasıl da özene bezene hazırladığı detayıydı. Ödemesini yapıp, “Hayırlı işlerin olsun güzel kızım.” dedikten sonra çıktı pastaneden, Kiraz Hanım. Aslında, İnci'yi lise yıllarından az biraz anımsıyordu ancak henüz aklının köşesinde yoktu onu Yiğit ile birbirine ayarlamak. Bu nedenle hiç düşünmeden arabasına tekrar atlayıp 10 dakikalık yolu giderek durdu, butik otelin önünde. Oğlunun kaldığı odanın kapısını çalarak beklemeye koyuldu ve açılır açılmaz şirinlik etmeyi deneyip, “Oğlum, günaydın! Bak, sana poğaça getirdim.” diye salladı elindeki poşeti gözünün önünde. Yiğit keyifsizce, “Hamur yemiyorum anne.” diyecek olduğunda Kiraz Hanım, “Ama bu normal poğaçalardan değil, sevdiğinden.” diye gülümsedi hemen. Yiğit keyifsizce sırıtarak, “O zaman olur.” dedi ve poşeti alıp avucunun içinde ufak bir daire olarak kalan poğaçayı iki ısırıkta gönderdi midesine. İkincisine uzanırken, “Nereden alıyorsun bunu ya!? Efsane bir şey!” diye sordu, doldurduğu ağzından dolayı boğuk çıkan sesiyle. Kiraz Hanım yılmış halde, “Oğlum, şu sahil kenarındaki pastaneden işte, daha kaç kere söyleyeceğim!? Her gün önünden geçtiğin yeri mi bilmiyorsun!?” diye kızacak oldu ve çapkın oğlunun daha iyi anlaması için “Hatta çok güzel bir kız işletiyor-...” diyerek devam edeceği sırada aniden durakladı. Güzel, sarışın, uzun boylu, hanım hanımcık bir kız. Hem de Yiğit ile yakın yaşları...”Ah ben kafama tüküreyim!” diye söylendi kendi kendine Kiraz Hanım. Ne diye salak gibi bakınıp duruyordu!? Aradığı kısmet gözünün önünde duruyordu ya işte!
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD