Suzan Şahindağ/ Düğün günü
“Evlenmek istemiyorum ana!” ağlayışlarımı, yakarışlarımı artık duysalar bile sessiz kalıyorlardı.
Herkes bana sağırdı, ben kendime.
Annem ağlamaya başladı. “Yavrum, ben ister miyim hiç besleyip büyüttüğüm evladım düşmana kurban gitsin?”
İkimiz birlikte ağlıyorduk. Göz yaşlarımı silmeye çalışsa da yerine yenisi eklendiği için oluk oluk akıyordu. “Ama gidiyor işte ana! Ne diye kimse duymaz sesimi? Belki bir umut bu berdel olmaz dedim. Ama o gün geldi çattı! Sidar Atasoy ile evlenmek istemem! Zulüm edecek bana biliyorum, kendi ağzıyla söylüyor ana!”
Öyle çok hıçkırıyordum ki ağlarken söylediklerim yarım yamalak çıkıyordu ağzımdan.
Biraz sonra giyeceğim gelinlik, kefenim olacaktı.
Annem bana sıkıca sarıldı. “Suzan’ım, gonca gülüm benim. Hele sana bir şey yapsın ensesinde bizi bulur!” dese de hiçbir şey yapamayacağını o da biliyordu. Bir kere evden çıktıysan artık gittiğin aşiretin malı sayılırdın.
Annemin sıcak kollarında hissettiğim güven bile içimdeki dehşeti dindirmeye yetmiyordu. Her kelimesi beni biraz daha derin bir uçuruma çekiyordu sanki. “Ama...” dedim, sesim titrek ve zayıf, “Beni onlara kurban veriyorsunuz. Sanki hayatım benim değil, bir eşyaymışım gibi elden ele dolaştırılıyorum.”
Annem, gözyaşlarını tutmaya çalışarak, başını eğdi. Yüreğinde beni anladığını, çaresizliğin pençesinde kıvrandığını biliyordum. Ama onu da suçlayamıyordum. Bu düzenin çarkları, hem kadınları hem de erkekleri öğütüyordu; annem de bu acımasızlığın farkında ama gücü yetmeyen bir figürandı sadece.
Birden, kapının önünde derin bir sessizlik oluştu. Dışarıdan gelen ayak sesleri, yüreklerimizi sıkıştıran gerçeği bir kez daha hatırlattı. “Gelin hanım, hazır mısın?” diye seslendi dışarıdan Atasoy aşiretinden birisi ama kim bilmiyorum. Hiçbirinin tanımak istemiyorum.
Bu, son bir uyarı gibiydi, geri dönüşsüz yola girmek üzereydim. Annem kollarını daha da sıktı, gözlerinde beliren hüzünlü bir bakışla başımı okşadı. “Gitmek zorunda değilsin yavrum. Ama gitmezsen ne olacağını da biliyorsun.”
Gitmezsem... Bir başka cehennem ailemi bekliyordu. Kaçabilirdim, ama nereye? Ailemin adı lekelenecek, belki de başlarına belalar açılacaktı. Gözlerimi kapattım, bir an için başka bir hayat hayal ettim. Özgür olduğum, kendi seçimlerimi yapabildiğim bir hayat. Ama ne yazık ki o hayal, bu konağın soğuk duvarlarına çarparak yok oldu.
Dışarıda bekleyen kadın sabırsızca bir kez daha seslendi. Gelinliğe bakmak istemedim. O beyaz kumaşlar, saflığı değil, bir tutsaklığı simgeliyordu. Annemin elleri titreyerek benimkini tuttu, “Güçlü ol Suzan,” dedi. Ama onun sesi bile umutsuzdu artık. O an, kaderime razı gelmekten başka çarem olmadığını anladım.
Yavaşça annemin ellerini bıraktım. “Hakkını helal et ana,” diye fısıldadım. O an kelimeler boğazıma düğümlendi. Annem de sadece gözlerime bakarak başını salladı. Gözlerinde, yaşadığı tüm hayatın, boyun eğdiği tüm acıların izleri vardı.
“Helal olsun kızım.” Dedi gözlerinden bir damla yaş daha süzülürken.
Ve ben, bu kısır döngünün bir parçası oluyordum.
...
Telli duvaklı düğünüm olsun isterdim hep ama sevdiğim adamla. Bana bu bile çok görülmüştü.
Duvağım yüzümden aşağı sarkılmışken rahat rahat altında ağlaya biliyordum. Gözyaşlarım sicim gibi iniyordu yanaklarımdan aşağı.
Ağlamamak mümkün müydü? Bugün benim düğün günüm değil cenaze günümdü.
“Kes zırlamayı!” diye dişlerinin arasından konuşan kişi ise müstakbel eşim Sidar Atasoy’du.
Öfkemin hedefi, nefretimin sahibi.
Berdel karar verildiğinde, özel olarak benimle evlenmek istemişti. Çünkü biliyordu ki benimle evlenirse ancak kardeşim gibi olan kuzenim Hazar’a zarar verebilirdi. Hazar en çok bana düşkündü.
O da buna çok iyi bildiği için fırsata çevirmişti. Hazar gidip Sidar'ın kardeşi Oğuz’u vurunca ortalık iyice karışmıştı. Aslında haklı taraf biz olsak da mesela namus olsa da, ağalar Hazar’ın hükmü kendisinin vermesinden ötürü inadına böyle bir şey yapmışlardı.
Yoksa kardeşi Oğuz haksızdı. Haklıyken haksız durumuna düşmek bu oluyordu galiba.
Ve olan ise bana olmuştu. Yine ve yine bir kadına.
Sidar’ın sesindeki öfke ve sertlik beni irkiltse de, artık duyduğum hiçbir söz canımı daha fazla acıtamazdı. Zaten içimdeki acı, yerini yavaş yavaş derin bir boşluğa bırakıyordu. Her şeyin önceden belirlenmiş, planlanmış olduğunu biliyordum. Bu evlilik bir anlaşma, bir intikam aracıydı. Benim varlığım ise sadece bir piyondu bu oyunda.
Başımı duvağın altında öne eğdim, sesimi çıkarmadım. Çıkarsam bile ne fark edecekti ki? Bu cehennemden kaçış yoktu. Onun gözünde ben, sadece Hazar’a zarar verebileceği bir hedef, intikamını alabileceği bir araçtım.
Ona da gün doğmuştu.
Ağalar toplanmış, meseleye bir çözüm getirmek için Berdel kararı vermişlerdi. Hazar’ın cezası benim cezam olmuştu. Oğuz haksızdı belki, ama aşiret kurallarında suçun ve cezanın bir mantığı yoktu. Ne kadar haklı olursan ol, güçlünün adaletine boyun eğmek zorundaydın. İşte şimdi, bu düğünde ben, o adaletin kurbanıydım.
“Aylar önce pek bir cesaretliydin, ne oldu başına gelecekleri şimdi mi anladın? Cehennemin olacağım Suzan. Bunu sana en başında demiştim.”
Sidar’ın yüzündeki sert ifadeye ve sözlerine aldırmadan duvağımın altına sığınıp ağlamaya devam ettim. İçimde bir ses sürekli haykırıyordu: “Kaç Suzan! Bu düğün, bu hayat senin değil! Bu senin kaderin olamaz!” Ama her haykırışım duvarlara çarpıp geri dönüyor, yankıları beni daha da çaresiz bırakıyordu. Sidar’ın nefret dolu bakışlarını, başıma gelecek zulmü düşündükçe boğazım düğümleniyor, nefes almak bile zorlaşıyordu.
Düğün başlamış, davullar çalmaya başlamıştı. İnsanlar eğleniyor, halaylar çekiliyor, benim yaşadığım trajediyle kimse ilgilenmiyordu. Herkes kendi oyununu oynuyor, kendi kuralını uyguluyordu. Oysa bu düğün, benim için bir mezarlık kadar soğuk, bir hapishane kadar karanlıktı.
İçimden son bir umut, kaçabilme düşüncesi geçti. “Ya kaçarsam? Bir daha hiç geri dönmezsem? Bir yerlerde kendime yeni bir hayat kurabilsem?” Ama o düşünce bile kırılgan bir cam gibi anında paramparça oldu. Bu dünyadan kaçmak, zincirlerinden kurtulmak o kadar kolay değildi. Ailem tehdit altında kalacaktı. Aşiretin gazabı sadece beni değil, geride bıraktığım herkesi bulurdu.
Zaten iş işten geçmişti de.
Sidar elini koluma attı, sertçe sıkarak beni kendine çekti. “Şimdi cehennemin başlıyor Suzan. Artık oyun bitti,” dedi alaycı bir sesle. Onun gözünde ben zaten teslim alınmış, boyun eğmiş bir kadındım.
O an, tüm içimde biriken çaresizliği derin bir nefretle bastırmaya çalıştım. Ama ne kadar nefret edersem edeyim, bu düğünden sonra benim için özgürlük diye bir şey olmayacaktı.
Bu hayat, başkasının yazdığı bir hikâyeydi. Ben sadece bu hikâyenin acı dolu karakteriydim. Ne kadar çırpınsam da değişmeyecek olan bir kaderin mahkûmu. Sidar Atasoy’un karısı olarak anılacaktım, ama asla kendi ismimle var olamayacaktım.
“Bırak beni!” dedim kolumu ondan kurtarırken. “Senden nefret ediyorum!”
Sidar yüzünde ki alay ile baktı bana. “Sen nefret nedir yatağıma girince anlayacaksın Suzan Şahindağ. Son son soyadının tadını çıkar.”
Kafamı yana çevirdim, ona bakmak bile midemi bulandırıyordu. Mardin’in en yakışıklı adamlarından biri olması, en karaktersiz adamı olduğu gerçeğinin değiştirmeyecekti.
Yüreğimdeki isyanı susturup, içimde kalan son gurur kırıntılarıyla başımı kaldırdım. “Bu benim sonum,” diye düşündüm. Ama bir gün, bir yerlerde bu döngünün kırılacağına dair içimde küçük de olsa bir umut saklı kalacaktı.