Damien, içeri bizden başka birinin daha girmesi olasılığına karşın kapının ardına bir sandalye yerleştirirken Leanardo'nun evinin -En azından bir eve benziyordu- bir koleksiyoncunun odasına benzediğini düşündüm. Her yer raflarla, sandıklarla, kutularla doluydu. Her türden eşya vardı burada ve elbette ki hepsi de maddi olarak çok değerli şeylerdi. Hatta mesleğim gereği birkaç tanesi oldukça işime yarardı da ama ben bir hırsız değildim. En azından bana ait olmayan hiçbir şeyi çalmak gibi bir niyetim yoktu. Damien'ın da yoktu anlaşılan çünkü mücevherlerle kaplı bir rafı sanki orada elmaslar değil de işe yaramaz taş parçaları varmış gibi es geçerek pilimi aramaya başladı. Bir an ona baktıktan sonra daha fazla vakit kaybetmek istemeyerek çekmeceleri, rafları ve bir pilin girebileceği her yere bakmaya başladım. Öyle heyecanlıydım ki, aceleci davranmaktan birkaç kere sakarlık etmiştim. Bir karlirkörü düşmeden önce çekip arkasına bakarken aynı zamanda da eşyaların üzerinde adres isimlerinin yazdığını gördüm. Bunların hepsi yasadışı satışlar içindi. O adam gerçekten de bir suç baronuydu ve biz de onu soymaya cesaret eden iki kişiydik. Gerçekten de burada olmamamız, olacaksak da yakalanmamamız gerekiyordu. Acele et de yakalanma o zaman, komutunu iyice aklıma kazımaya çalışarak sakinleşmek için derin bir nefes aldım ve endişemi nispeten de olsa bastırdıktan sonra pili aramaya devam ettim.
Damien değerli, renkli taşlarla süslü ahşap bir sandığı açıp içinde neler olduğuna bakarken "Şu pil tam olarak neye benziyordu?" diye sordu bana. Gerginlikten ve stresten bir an pilin neye benzediğini hayal etmekte zorlandım.
"Ovucum boyutunda. Hayır. Aslında biraz daha büyük. Bir bataryayı andırıyor ama bir bataryaya göre çok daha... Parlak bir şey."
Damien, "Parlak mı?" diye yineleyerek bana 'Cidden mi?' diyen bir bakış atarken bir çekmeceyi açıp içindeki eşyaları karıştırdım. Yakutlar. Safirler. Zümrütler. Bir yandan da Damien'la konuşmaya devam ettim.
"Evet. Şey. Özel bir pil. Bir nevi minyatür bir enerji santrali gibi çalışıyor. Üstelik oldukça güçlü. Bu pil, normal bataryalara göre çok daha uzun süre dayanabilir ve birçok farklı cihazı çalıştırabilir. Ayrıca sıcaklık değişimlerine, titreşimlere ve yüksek basınca karşı direnç gösterebiliyor... Bu yüzden onu kullandım. Makineyi aktif hâle getirebilecek ya da sinyali değiştirebilecek güç kaynağına sahip tek şey o."
Bir masaya tutunarak düşünmek için bir saniyeliğine gözlerimi kapattım. Leonardo'nun onu çoktan birine satıp satmadığını bile bilmiyordum ama öte yandan, o pili alabilecek kadar parası olan çok kişi yoktu. Kumanda olmadan onu herhangi bir cihaza bağlayamayacakları için de satın almayı düşünecek bir alıcı bulaması hiç kolay değildi. Pil burada olmalıydı. Burada olmak zorundaydı. Başka bir seçenek yoktu. Başka bir seçeneği düşünmek bile istemiyordum. Zaten olanlar yüzünden pek keyfim yerinde değildi, böyle şeyler düşünmek hâlimi daha da fena yapıyordu. Ama insan düşüncelerini nasıl susturur? Gözlerimi önümde açık duran çekmeceden ayıramadan 'Neden her zaman en kötüsünü düşünüyorum ve o her zaman gerçek oluyor?' diye geçirdim içimden. İçim öyle cansız, öyle durgun ve öyle sevimsizdi ki o an dünyadaki bütün ruhlardan daha yaşlı bir ruha sahip olduğuma emindim. Öyle ki Damien'a bakarken hiçbir şey hissetmiyor, sadece ne düşündüğünü, tabii hâlâ bir şeyler düşünüyorsa, merak ediyordum. Neden bana yardım ettiğini biliyor muydu? Ne de olsa o benim kadar iyi niyetli değildi. Hatta çoğu zaman tam aksiydi. İnsanlardan hep en kötüsünü bekliyordu... Benden eskisi gibi nefret etmediğini biliyordum ama tüm hayatını riske atmaya değer miydi? Leanardo bizi burada bulursa ikimizi de yaşatmazdı çünkü.
Damien, ne düşündüğümden habersiz bir şekilde "Sanırım bundan bahsediyordun." diyerek parmaklarının arasında tuttuğu pili kaldırdı. Birden tüm düşüncelerim sustu. Parlak, elektrik mavisi renginde bir ışık saçan cihaz çok hafif bir sesle uğulduyordu. Gerçekten de oydu.
Şiddetli bir ürpermeyle, lafa nasıl başlayacağımı bilemeden "Evet, o!" diye haykırdım.
"Başka bir şeye ihtiyacın var mı?" Pili pantolonunun cebine artı. "Burada bir sürü işe yarar şey var."
"Hayır. Sadece o."
Kapının olduğu taraftan ani bir ses gelince Damien'da ben de o yöne bakmak için başımızı çevirdik. Aynı ses bir kere daha duyuldu. Göremediğimiz biri kapıyı zorluyor, içeri girmeye çalışıyordu ama Damien'ın kapının arkasına yerleştirdiği sandalye yüzünden bunu yapamıyordu.
Bir adım gerilerken kalbim hızla atmaya başladı.
Hay, kör şeytan!
Damien kapıya bir bakış attıktan sonra bana bir şey söyledi ama ne söylediğini hiç anımsamıyorum. Arka tarafa yönelince onu takip etmemi söylediğini anladım. Zaten orada beklemek aptallık olacağı için hemen peşinden gittim. Giriş odasının dışındaki koridora sapınca geniş iki pencerenin sıralandığı daracık bir oda karşıladı bizi. Büyük bir olasılıkla bu ev kimsenin bilmediği bir yerdeydi çünkü Leanardo eve hiçbir hırsızın girmeyeceğinden eminmiş gibi pencerelere kilit sistemi taktırmamıştı. Damien pencerelerden birini açıp çevik bir hareketle dışarı çıktı ve elini bana uzattı. Parmaklarını tutarak camdan atladığımda inşaat halinde olan tek katlı bir evin önünde olduğumuzu fark ettim. Tam da o anda gürültülü bir ses kulaklarımda patladı. Omzumun üzerinden arkaya baktım, gelen her kimse içeri girmeyi başarmıştı. Damien ansızın elimi yakaladı, beni çekiştirerek evden uzaklaştırırken artık bir an önce Çukur'dan çıkmamız gerektiğini çok iyi biliyordum... Ama iyimser olmakta fayda var, belki de Leanardo pilin yokluğunu fark etmezdi bile? Ah, lütfen fark etmesin!
Damien, "Bana yakın dur." diyerek beni arenanın aksi yönüne doğru götürdü. Bir şey demek, dikkatli olmasını söylemek istedim ama kelimeler boğazımda sıkıştı ve ağzımdan sadece anlamsız gevelemeler çıktı. Bütün bunlar bana bir rüyaymış gibi geliyordu. "Korkma, seni buradan çıkaracağım." diyerek bana omzunun üzerinden güven veren bir bakış attı. Garip ama ona inanıyordum. İnandığımı biliyordum çünkü öyle olmasaydı korkudan çoktan ölürdüm.
"Biliyorsun," dedim gergince. "Sage onu böyle bırakıp gitmemizden hiç hoşlanmayacak. Kazık yemekten pek hoşlanan bir tip değil o."
"Bunu neden dert ediyorsun?" Damien elimi hafifçe sıkıp bıraktı. Sesi çok sakindi, bunu kendisinin de sorun etmediğini göstermek istiyor gibiydi. "O arenaya çıkmamam için her şeyi yapan sen değil miydin?"
"Her şeyi mi? Ben sadece senin güvende olmanı istiyorum. Dövüşmen fikri..." Beni bana işkence edecek kadar rahatsız ediyor.
Arkamızda kızılca kıyamet kopunca cümlemi tamamlayamadım. Kaçmaya başlayacağımızı düşünüyordum ama Damien düşündüğüm şeyin tam aksini yaptı. Adımlarını daha da yavaşlattı ve çok daha sakin bir şekilde yürümeye başladı. Gerginlikten tüm kaslarım gerilse de Damien'ın varlığı beni rahatlatıyor, endişemi bastırıyordu. Üstelik bunu neden yaptığını da anlayabiliyordum. Leanardo'nun o eve girenin bizim olduğumuzu bilmesi imkânsızdı, bizi görmemişti. Bunu sadece Sage anlardı ama getirdiği adamın onu soyduğunu Leanardo gibi bir suç baronuna söylemek istiyorsa cidden canına susamış demektir. Sage istese de bizi Leanardo'ya ispiyonlayamazdı. Eğer çok değerli bir pili çalmamış gibi davranırsak burnumuz bile kanamadan buradan çıkmayı başarabilirdik.
Bir düzine adam yanımızdan koşarak geçerken o kadar şaşırdım ki neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Ondan güç almak isteyerek Damien'ın elini daha da sıkı tuttum. Abraham'ı yanımda istiyordum. O her zaman kusursuz bir kahya olmuştu ve her zaman bir sorunu nasıl yönetmesi gerektiğini bilirdi. Yapabileceğim en iyi şey bu olduğu için 'Yakalanmayacağız,' diyerek kendimi buna ikna etmeye çalıştım; 'O yüzden bir suçlu gibi davranmayı kes hemen.' Bu düşünceler yüzünden hemen kendimi toparladım. Adamlar bizi yok sayarak öylece ilerleyip gözden kayboldular.
"Çok şükür," dedim ani bir rahatlamayla.
"İyi misin?"
"Evet... Sadece çok gerildim."
Damien, anladığını göstermek için başını salladı. Sonra da "Bu taraftan," diyerek beni çıkışa çıktığını umduğum bir mağaranın içine soktu. Mağara, gerçekten de çıkışa gidiyordu. Çukur'dan ayrılıp hiç kimse bize zarar vermeye çalışmadan şelalenin alt tarafına çıktığımızda bunun büyük bir şans olduğunun bilincindeydim. Şelalenin aktığı nehir boyunca ilerlediğimizde daha önce kaldığımız pansiyonun önüne çıktık. Kasabada hiç oyalanmak istemeyerek bir sonraki trene bindik ve ancak koltuğa oturunca yakalanmayacağımızdan emin oldum. Kahretsin. Tüm bu durum başımı döndürüyordu. Tren ölümcül sivrilikteki yamaçlardan hızla geçerken ve daha önce gördüğüm kuşu yeniden görürken Damien elini cebine attı ve bana pili uzattı. Pili ondan alırken parmaklarımım hâlâ hafifçe titrediğini fark ettim, Damien'ın da bunu fark ettiğinden emindim. Pilin bir sorunu olup olmadığını incelerken -Şükürler olsun ki yoktu- sessiz ve sakin gözlerle beni seyretti. Dalgın gözlerle pencereden dışarı bakarken bundan sonra ne yapacağımızı düşündüm. Başkan Eugine'nin o saray gibi evine davet edilmem imkânsızdı çünkü herif kendinden yarım derece aşağı gördüklerine bile aşırı sevimsiz davranıyordu. Bense listesinde en son sıralara inmeyi başarmıştım. Benimle konuşmaya tenezzül bile etmezdi artık. Peki oraya tekrardan gizlice girecek cesaretim var mıydı? Ya Damien? Artık benimle gelmek isteyeceğinden tereddüt bile etmiyordum. Başkan Eugine bizi birer 'düşman' olarak görürken evine nasıl gireceğim ya da makineyi nasıl aktif halden çıkarıp yok edeceğimi bilmiyordum. Belki, sadece belki, Başkan Eugine'e makinenin arızasından bahsedebilirdim. Eğer bunu yapan o değilse tamir etmemi isterdi ama açık olayım, bu şu anda almak istediğim bir risk değildi. Bunları bir yana bırakırsak, neden bilmem, her şey o kadar da kötü değilmiş gibi geliyordu. Yaşam, hâlâ gizemli ve çekiciydi. Orada bir yerlerde görmeye değer bir sürü şey olduğundan o kadar emindim ki...
Pili bulduğum, hayır, aslında çaldığım için kendimi çok daha iyi hissetmeye başlayarak "Teşekkür ederim," dedim Damien'a. Damien camın pervazından destek aldığı dirseğiyle yumruğunu yanağına yaslamış, beni seyrediyordu. Düpedüz hoş bir sesle "Sadece bir pil bu-" diyordu ki, başımı iki yana sallayarak onu reddettim. "Onun için değil. Yani, evet, onun için de teşekkür ederim ama o arenaya çıkmadığın için minnettarım."
Duraksadı. Ardından yavaşça devam etti.
"Bunu yapmamı istedin."
Açık olmak gerekirse, bunun işe yarayacağını gerçekten düşünmemiştim. "Ve bu senin için yeterli miydi?" diye sordum, şaşkın şaşkın.
"Hayır. Ben..." Bir an devam edemedi, ardından yorgun bir şekilde iç çekerek başını iki yana salladı. "Sadece nasıl hissediyorsam öyle davranıyorum. Arenaya çıkmak benim için o kadar büyük bir sorun değil ama senin için öyle. Ben... Sana gerçekten saygı duyuyorum Vanessa, biliyorsun."
Gülümsemeden edemedim. Damien'la ilgili öğrendiğim bir şey varsa, o da hiçbir gücün ona hissettiğinin aksi bir biçimde davrandıramayacağıydı. O ilk gün Başkan Eugine'e vurmaya cüret ettiğinde anlamıştım bunu. Ya da benden nefret ettiğini söylediğinde... Ya da Arthur'u kolunu kırmakla tehdit ettiğinde... Ya da Diana'ya açıkça onu istemediğini söylediğinde... O yüzden bana saygı duyduğunu söylüyorsa, bana saygı duyuyordur. Bunu asil olduğum için ya da zengin olduğum için söylemez, biliyorum.
Düşünürken alnımı, hafifçe zonklamaya başlayan o minik noktayı ovuşturdum. Daha sonra da bir anda aklıma geldiği için sordum. "Bu arada, çıkışı nasıl o kadar kolay bir şekilde buldun? Bunu cidden merak ediyorum."
"Yolu ezberledim."
Yani büyük ormanı, o karmaşık, bir sürü bölmesi ve çıkıntısı olan mağarayı, bir de Çukur'un caddelerini mi? Bir an için diyecek hiçbir şey yoktu. Daha sonra "Harika bir hafızan var," dedim şaşkın ve biraz da hayran bir şekilde. Cidden, daha önce ezberi bu kadar kuvvetli olan birini daha görmemiştim. Tren, Westland'ın okyanus hattı boyunca ilerlerken merakla konuşmaya devam ettim. "Cidden Damien, bir şeyi ezberlemen için kaç kere görmen yeterli? İki falan mı?"
"Bir, genelde."
"Ah, sen kolay kolay unutmayan tiplerdensin, değil mi?"
Damien sadece gülümsedi, o kadar. Geri dönüş yolculuğuna dair hatırladığım tek şey de o gülümseme. Nedenini hâlâ bilmiyordum ama Damien'da gerçekten büyüleyici, güçlü bir şey vardı. Daha önce kimsede görmediğim bir ruhtu bu ve muhtemelen de kimsede göremeyeceğim...
Bazı insanlar gerçekten eşsiz oluyorlar.
🔸🔸🔸
Tren uzun bir seyahatin ardından durdu ve hoparlörlerden başkent durağının anonsu yapıldı. Meydandan geçip malikaneye geri döndüğümüzde gece şehre çökmek üzere olduğu için sokak lambaları teker teker yanmaya başlamıştı. Güç bataryasını parmaklarımın arasında döndürüp dururken kendimi oldukça neşeli hissediyor, arada sırada da Damien'a bakıp duruyordum. Şehirden geçerken insanların garip, delici bakışlarını bile umursamamıştım. Ne diye umursayacaktım ki? Her şey yolunda gidiyordu. Eve dönmüştük. Hem de burnumuz bile kanamadan. Artık tek yapmamız gereken Başkan Eugine'nin malikanesine gidip makinenin sinyalini kumandayla değiştirmek, sonra da onu yok etmekti. Ne ters gidebilirdi ki? Hem Damien...
Aynısını onun için düşündüğümden habersiz bir şekilde "Gerçekten keyifli görünüyorsun." dedi Damien.
"Sen de," dedim hemen. Bir an koluna dokunmak istedim ama bu hareket normalde olduğundan çok daha samimi olacakmış gibi geldiği için yapmadım. Bunun yerine yumuşak bir sesle güldüm. "Artık çok daha rahat görünüyorsun. Öylesin, değil mi?"
"Evet."
Bunu duymak güzel hissettiriyordu.
Verandanın basamaklarını çıkarken ve zile basmak için kapının yanındaki düğmeye uzanırken istemsiz bir şekilde gülümseyip duruyordum. Keyfimi hiçbir şey, hiç kimse bozamazdı. En azından bir saniye öncesine kadar düşündüğüm şey sadece buydu. Lotus üzgün bir suratla kapıyı açtığında dudaklarımdaki gülümseme titredi ve bir saniye sonra solup giderek yerini şaşkın bir O'ya bıraktı. Sonra şaşkınlığın yerini dehşet aldı çünkü Lotus'un alnında kocaman bir morluk vardı, dudağı da patlamıştı, taze kan çenesinden aşağı süzülüyordu. Bu kadar şaşırmış olmasaydım eğer kan gördüğüm anda midem bulanmaya başlardı. Oysa hiçbir şey düşünemeyecek kadar afallamıştım.
Kendime geldiğim anda, ki bu dakikalar sonraydı, "Lotus!" diye haykırdım endişeyle. Kızı omuzlarından tutmak için uzanırken sandığımdan fazla kuvvet uygulamamak için kendimi zor tutuyordum. Parmaklarımı omzuna bastırdım ve panikten olsa gerek, soruları art arda sıraladım. "Ne oldu? Niye alnında kocaman bir morluk var? Düştün mü?"
Düşmek aklıma gelen en masum seçenekti ama içten içe bu masum seçeneğin gerçeğin kendisi olmadığını biliyordum.
Bir şeyler doğru değildi.
Neden bilmem, aklıma ilk gelen şey Sage'nin onu yarı yolda bıraktığımız için bizden intikam almak istediği oldu. Acayip öfkelendiğini tahmin etmek zor değildi ve bir şekilde buraya bizden önce ulaşmış da olabilirdi... Ama Lotus'un sonrasında söylediği tek bir sözcük bu düşüncemi paramparça edip etkisiz hâle getirdi.
"Muhafızlar." dedi.
Başkan Eugine.
Kahretsin. Bu belanın bir gün gelip kapıma dayanacağını tahmin etmem gerekirdi. İtiraf etmem gerekirse, tahmin ettiğimden daha geç olmuştu.
Panikten boğulur bir biçimde "Burada mıydı?" diye sordum.
"Hayır, sadece muhafızlar vardı ama siz gelmeden hemen önce gittiler."
Sadece muhafızlar. Öyle bile olsa, muhafızların evime Başkan Eugine'nin emri ile geldiklerini tahmin etmemek için salak olmak gerekirdi. Ondan habersiz böyle bir şey yapamazdı onlar. Kahretsin. Evime gelip çalışanlarıma ne cüretle zarar verirdi. Hayır. Doğru soru, neden? Onların bu meseleyle bir ilgisi bile yoktu ki. Neden intikamını doğruca benden almıyordu? Gerçi her şey için kendimi suçlayacağımı biliyor olmalıydı.
"Biri..." dedim ve devam etmeden önce büyük bir zorlukla yutkundum. Lotus başını çevirdi ve yeşilimsi bir lekeyle kaplı olan yanağını tutup kendime çevirdim. "Biri zarar gördü mü, Lotus? Kimse incindi mi? Bana cevap ver."
Sessizlik.
"Neden susuyorsun?" diye bağırdım. Kolay kolay kimseye bağırmazdım, hele ki suçu olmayan bir şey yüzünden ama o an kendimi cidden kontrol edemiyordum. "Söylesene Lotus! Biri incindi mi?"
Kız bir türlü konuşamadığı için cevabı kendim bulmayı ümit ederek gözlerimi Lotus'un omzunun üzerinden koridora kaydırdım ve anında zemini kaplayan kanları fark ettim. İnsanı endişelendirecek kadar çok kan vardı. Yüzümdeki ifade göz açıp kapayana kadar şaşkınlığa, sonra da endişeye döndü. Şaşkına dönmüş bir hâlde yanımda duran Damien'a baktım. Lotus'un gördüğümden beri ilk kez ona bakıyordum. O da yerdeki kana bakıyordu. Yüzünde buz gibi bir öfke vardı. Gözlerimi yeniden kana çevirdim. Biri kesinlikle zarar görmüştü.
Ah, hayır!
Kim?
Abraham mı?
Bir anda tüm denge duygum gitti. Sendeleyerek kapının kulpuna tutundum. Lotus endişeyle bana uzanırken panikten gözümün önünü bile göremeyecek bir hâldeydim. Başkan Eugine, Abraham'ı ne kadar sevdiğimi biliyordu. Doğal olarak, onu hedef almış olmalıydı. Bu düşünce yüzünden Lotus'u hiç de kibar olmayan bir şekilde kenara çekerek içeri girip koşmaya başladım. Abraham'ı görmek, iyi olduğunu bilmek zorundaydım. "Dur!" dedi Damien, ama onu dinlemeden kan izlerini takip ettim ve kendimi en fena yerde, çalışma odamın önünde buldum.
Kapıyı tüm kaslarıma acı verecek bir hızla açıp içeri girerken her yerin darmadağın edildiğini görmek gözlerimi şaşkın şaşkın kırpıştırmama neden oldu. Çoğu eşyam parçalanıp hurda bile sayılmayacak bir şekilde kırılmıştı. Kan izleri ise her yere yayılmıştı. Algıda seçicilik dedikleri bu olsa gerek, ilk önce Abraham'ı gördüm. Tüm o kırık dökük eşyaların arasında ayakta duruyordu ve daha önce hiç yapmadığı kadar üzgün bir suratla Marie ile konuşuyordu. Sabahki kargaşadan kalma izi haricinde iyi görünüyordu. Marie'de iyi görünüyordu. Şükürler olsun. Bekle bir dakika. O zaman bu kan kime aitti? Kim zarar görmüştü?
Dehşetle kaplı gözlerimi kanın bir göl gibi yoğunlaştığı yere çevirdiğim anda Abraham eve geri geldiğimi fark etti. Hiç yapmadığı kadar panikledi. Yüksek bir sesle "Ah, hayır! Vanessa! Yapma! Bakma sakın!" derken çok geç kalmıştı. İlk fark ettiğim şey tamamen kopmuş olan mekanik bir ayak oldu. Sonra da artık iğrenç bir kırmızıya bürünmüş olan cansız, beyaz tüy yığını...
Acı duygusu bana fiziksel bir darbe gibi çarparken gözbebeklerim irileşti. Bir an her şey dondu sanki. Tek işleyen şey kalbimin her saniye daha acı veren atışlarıydı.
Biri kollarından birini sımsıkı belime dolayarak beni geri çevirdiğinde bunu yapanın Damien olduğunu biliyordum. "Bakma." derken parmaklarını enseme doladı ve bembeyaz kesilen yüzümü göğsüne bastırdı ama zaten cansız kediyi görmüştüm. Ne acı. Iron'u her zaman sevimli, yaramaz bir tüy yumağı olarak hatırlayacağımı düşünürdüm çünkü bundan başka bir şey değildi o. Oysa şimdi kanlar içindeydi ve o görüntü bir daha asla aklımdan çıkmayacaktı. Gözlerim yaşlarla doldu ve sonunda bir şeyler düşünmeye başarabildiğimde ağlayabildim de; Hayır, hayır, hayır. Hepsi benim suçum! Benim suçum! Neden? Neden yaptı bunu? Iron sadece bir kediydi!
Hafif hıçkırıklar eşliğinde gözyaşları yanaklarımdan süzülürken Damien'ın vücudu kaskatı kesildi. Sonra bedenimi kendine çekerek bana sıkıca sarıldı ve dudakları saçlarımı okşarken ard arda aynı sözcükleri fısıldayıp durdu.
"Özür dilerim."
Her söylediğinde acı daha da derinleşiyordu.