Kız dayanamayıp sordu. “Bir ermeni misin?” Adam sessizce atını sürmeye devam etti. Sorun şuydu ki; Dilruba, atın sırtında, karnının üstünde yatmaktan sıkılmıştı. Ağrıyacağını bile bilemediği yerleri ağrıyordu ve nefreti, konuşmaya olan ihtiyacına galip geliyordu. Kaşlarını çattı ve homurdandı.
“Sen olsan olsan inançsız bir Moğol köpeği olursun.”
Adam atının dizginlerini aniden çekti ve Dilruba’nın karnı, adamın sert sırtına çarptı. Onun kaçacağını veyahut bir şeyler karıştıracağını düşünmüş olmalı ki adeta kendi hayvanına bağlamıştı. Hayvan demenin hafif kalacağı bu koca yaratığın üzerinden düşerse eğer hiç bir kemiğinin sağlam kalmayacağını bilen genç kız, saatlerdir göze batmamaya ve mümkün mertebe hareket etmemeye çalışıyordu.
Adam ona dokunmaktan vazgeçmişti. Hizmetçisi büyük bir pot kırmış olsa da, bu garip yüzlü adamın ona dokunması fikri Dilruba’yı ürkütüyordu. Onun canını kurtarmış olabilirdi. Tabi bu uğurda, kim olduğunu belli etmiş ve yağmacının eline koz vermişti.
Gözlerini yumduğunda üstüne çöküşünü, güçlü bedeninin bedenini sıkıştırmasını hatırladı. Halen burnuna dolan koku… Baharat, odun ve at sırtında terleyen bir adamın kokusuydu bu. Ona artık hep o güçlü bedeniyle kendini sıkıştırmasını anımsatacaktı. Tabi yaşamaya devam ederse. Bu gidişle, çok yakında öleceğini düşünüyordu. Ne kadar da soğuk kanlı bir kız olmuştu. Belki ölüm onu bir çok şeyden kurtarırdı. Mesela adamın ona bakan gözlerini bir daha görmedi… Adamın bir gözü... Tüylerini ürpertecek bir renkteydi. İlk başta bunun sadece bir körlük olduğunu düşünmüştü. Bazı insanlar gözlerinden yara aldığında rengini kaybeder ve göremezlerdi. Ama adamın o bembeyaz gözü bir şahin gibi üzerinde dolanırken görmemesi olanaksızdı.
Aslında o ürkünç gözü olmasa, oldukça dikkat çekici bir yüze sahipti. Çenesindeki yaralar bile onun görünüşüne bir zarar verememişti. Saçlarına diyecek kelime bulamıyordu. Masallarda olurdu böyle renkler. Ya da koca korkunç bir canavarda... Adamın saçları bulutlar kadar açık renkliydi. Sakalı ve bir kaşı siyah olmasına rağmen, kirpikleri bembeyazdı. Doğaüstü denilecek bir görüntüye sahipti. Onun hakkında söylentiler işitmişti. Ama asla, “O gaddarın adını ağzına alma kızım!” dan öteye geçememişti. Ne zaman bu adamın lakabı dile gelse, herkes onun kulaklarını tıkıyor ve tüm çocukları ve genç kızları o ortamdan uzaklaştırıyordu.
Dilruba merakına yenik düştü. “Sana neden Ejder diyorlar? Saçların yüzünden mi? Yoksa o farklı göz renginden mi? Pul mu döküyorsun? Ya da ağzından ateş falan mı çıkarıyorsun?”
Adam atını daha hızlı mahmuzlayınca Dilruba’nın soluğu kesildi. Belli ki ona cevap vermeyecekti. Dilruba, amcasının yokluğunu çabuk fark etmesini umdu. Umdu ama kurtulamayacağını basbayağı biliyordu. Bu adam ondan ve Beyliğinden koparabileceği tüm fidyeyi koparmadan, genç kızı serbest bırakmayacaktı. Amcası da onun yaramazlıklarından bıkmıştı. Onun için ne kadar fidye ödeyebilirdi?
Bu yüzden amcasına haber uçmadan kaçması gerekiyordu. Onların düşündüğü gibi beceriksiz bir kız değildi. İnsanlar onu iki kız kardeş arasında en sivri dillisi, en gevezesi, en bilmişi olarak görebilirdi. Tüm bu özellikler sarayda işe yaramıyor olabilirdi. Ama burada, bu yabani adama karşı kullanacağı bir kozdu. Onu alt etmesi gerekiyordu. Böylece halkına karşı mahcup düşmeyecek, amcasının kulağına da su kaçırmayacaktı.
“Romalı mısın?” diye bağırdı Dilruba tiksintiyle. Olsa olsa, onlardan böyle ipe sapa gelmez bir yağmacı çıkardı. Adama sorduğu tüm sorular sadece çenesini yordu. Ona vızıldayan bir sinek kadar bile değer vermiyor gibiydi. Kıymetli ve taşınması gereken bir eşya... O kadar.
Saatler süren yolculuk boyunca Dilruba kusmamaya çalıştı. Tepetaklak yaptığı bu yolculuk midesini alt üst etmişti. Adam dur durak bilmiyordu. İhtiyaçlarını gözetmiyor, açlıktan ölmesini zerre umursamıyor gibiydi. Katrina’nın da kendinden arta kalır yanı yoktu. Dilruba ona kızamıyordu bile. Hanımını korumak için o koca canavarın elinden kurtulmuş, namusunu gözetmişti.
Dilruba, adamın ellerini halen üzerinde hissedebiliyordu. Tiksintiyle titredi. Ona dokunma cesaretini nereden bulmuştu? Bir Müslüman olmadığı, hatta adamın herhangi bir şeye inandığı ve tutunduğu da muammaydı. Yüzü hiç bir ırka benzemiyordu. Lehçe yoktu kelimelerinde. Farsça konuştuğunu işitmişti. Kendiyle de Oğuz Türklerinin konuştuğu düzgün Türkçe’yle konuşuyordu. Bir yağmacı için fazla bilgiliydi. Bir dilenci içinse fazla gösterişli...
“Nereye götürüyorsun beni?” diye susuzluktan kısılmış sesiyle fısıldadı. Susarsa teslim olduğunu sanmasından korkuyordu.
“Eğer bir soru daha sorarsan derin bir kuyuya...” diye cevap verdi adam. Dilruba dudaklarını ısırdı. Adamın öfkesini daha fazla zorlamaması gerektiğini biliyordu. Ama meraklı çenesine ve beyninde dönen senaryolara engel olamıyordu. Saatlerdir elleri ve ayakları bağlı, karnının üzerinde yolculuk yapıyordu. Beli kırılmazsa eğer açlıktan ölecekti.
Bir kaç saat daha sabretti. Ama bu sabrediş beraberinde bitkinliği getirdi. Uyuyakalmış olmalı ki uyandığında bu sefer tüylü bir varlığın üzerinde değildi. Altından akan zemin ıslaktı. Ciğerine çektiği hava nem kokuyordu. Gözlerini derhal kapatarak uyuyor taklidi yapmaya devam etti. Adamlar o ve hizmetçisi etraftayken birbiriyle konuşmuyordu. Belki bir umut...
“Uyandığını biliyorum prenses,” dedi adam. Bu bir iltifat değildi. Dilruba’nın statüsüne ve kıymetine göndermeydi.
Esneme taklidi yapan kız gerindi. Sonra bir şey fark etti. Çığlık çığlığa bağırıp debelenmesini gerektiren bir şey... Adam onu omzuna atmış, bacaklarını bir koluyla sarmalamıştı!
“Bana dokunmaya nasıl cüret edersin Seni... Seni!..” Genç kız ne türlü bir hakaret edeceğini düşünürken adam onu bıraktı. Öylece. Bir un çuvalını çamura atar gibi kızı attı. Dilruba sinirle yumruğunu çamura geçirdi. Böylece suratı, kıyafetleri, kirpikleri bile çamur doldu. Ağlamaklı bir halde etrafına baktı. Algıları bir kaç saniyede açıldı. Şaşıp kaldı. Bir düzüne adam harıl harıl çalışıyor, bir kaçı ateş başında hayvanlar çevriliyor, diğerleri ise atları besliyordu.
Dilruba atıldığı çamurun içinden Katrina’yı göremiyordu. Ama onun da buralarda bir yerlerde olduğunu umuyordu. Kaç saat uyumuştu? Uyurken bir şeyler kaçırmış... Derhal bedenini kontrol etti. Ayakuçlarına kadar inceledi. Kıyafetlerinin ve organlarının yerli yerinde olduğunu görünce derin bir soluk bıraktı.
Gürültüler büyüdü. Bir adam bir çeşit şarkı söylüyordu ama garip bir dildeydi. Ve eline aldığı o iğrenç alet her neyse kulak tırmalayıcı sesler çıkarıyordu. Adam çadırların etrafında, aynı zamanda da kendi etrafında dönüyordu. Aklını yitirmiş olmalı, diye düşündü genç kız.
Kulağına çalınan dalga sesiyle kafasını çevirdi. Ve bir sarsıcı şok daha yaşadı. Onlar... Denizin ortasındaydı! Her yer suydu. Uçsuz bucaksız su! Dilruba hayal kırıklığıyla yanağındaki çamuru sildi. Kendine güçlü olmayı teskin ettin. O akıllı bir kızdı. Bu adamların elinden bir şekilde kaçmalıydı... Etrafına bakındı. Bir gemi bile yoktu! Bu adamlar hayalet miydi? Koskoca denizi geçip, bu kara parçasına nasıl ulaşmışlardı?
Adamlardan kahkaha sesi yükselince irkildi. Kaşlarını çatarak ne söylediklerini dinlemeye çalıştı. Adamların hepsi farklı görünüyordu. Kullandıkları sözcükler o kadar kaba ve anlaşılmazdı ki, Dilruba anlamaya çalışırken alnından terler boşalıyordu.
Sürünerek sırtını bir ağaca verdi. Adamlar cidden ona sürüngen muamelesi yapıyordu. Orada bulunan bir Bey kızı mı, yoksa bir hizmetçi mi, onlar için fark etmiyor gibiydi. İzlediği manzaranın hemen arkasın bir hareketlilik gözleri. Aniden yüzüne yer eden sırıtışa engel olamadı. Katrina yine o muhteşem enerjisiyle adamları dize getiriyordu. Bağırıyor, çırpınıyor ve tehditler savuruyordu. Tüm bunları iri kıyım üç adama birden yapıyordu. Bu adamların hepsi kocamandı.
Dilruba öyle ufak tefek sayılmazdı. Hatta kadınların yanında uzun ve iri kaldığı da söylenirdi. Ama bu insanların içinde... Hizmetçisine acıyarak baktı. Yenilgiye mahkumdu. Dilruba bile bu adamların yanında tavşan kadar kalıyorsa, Katrina olsa olsa minik bir sincap olurdu. Dişli ama ufak bir sincap...
Amcası şimdiye kaçtığını haber almış olabilir miydi? Adamların hepsi öldürülmüştü. Dilruba’nın ellerinden kaçmak için kırk takla attığı o kapı görevlileri, yağmacıların elinde dakikasında yenilgiye uğramıştı. Bu genç kızın gururuna dokunuyordu. O kaleden kurtulmak için yıllarını vermişti.
Onu kaçıran bir yağmacı olmasa, aslında kurtulduğuna sevinebilirdi. Ama bir beladan kurtulmuş, diğerinin pençelerine düşmüştü. Hem de kralların bile adını korkuyla ağzına aldığı hırsızın pençesine...
Susuzluktan damağı kuruyan Dilruba denize bile bakamıyordu. Midesi isyan ediyor, gözleri yorgunlukla kapanıyordu. Bu gidişle ölebilirdi. Hem saatlerdir yolculuk yaptıkları ve elli kolu bağlı olduğu için temizlenemiyordu. Bir şeyler içmeli ve kaçma planları kurmalıydı. Aynı zamanda ibadetlerini de yerine getirmeliydi. Ve tüm bunları, gözlerini kapamadan yapmalıydı. Ama o gözler inatla kapanıyordu.
Tam dalacağı sıra bir kolundan çekilerek kaldırıldı ve soğuk bir mağaraya sürüklendi. Rüya ve gerçeklik arasında bocaladı. Halen o denizin ortasındalardı. Ama bu sefer karanlık bir mağaraya doğru yürüyorlardı. Dilruba, daha da karanlık olmasını beklerken tepelerinden vuran ay, onları aydınlattı. Genç kız gözlerini kırpıştırarak kolunu tutan adama ve tepesi açık duran mağaraya baktı. Kocaman bir oyuğun içinde, kuş yuvalarını andıran delikler açılmış ve adeta bir saray inşa edilmişti!
Tanımadığı iri kıyım adam homurdanarak onu sürüklemeye devam etti. Dilruba her oyuğun kapı görevi gören, sıra sıra çivilenmiş odunlarla kapatıldığını fark etti. Bir adam burada saltanat kurmuş, kendini de kral ilan etmiş olmalıydı. Çünkü kolunu tutan iri kıyım adam onu oldukça geniş bir girişi olan mağara deliğine sürükledi. Gösterişten uzaktı. Sivri köşeleri olan duvarları vardı. Ama... Ama işte oradaydı. Hanedanlığının ortasına kurduğu aynı mağarası gibi gösterişsiz tahtında oturuyordu. Etrafında henüz edindiği ganimetler diziliydi. Ama adam onlara bakmıyordu.
Dilruba’ya bakıyordu.
…
Nasıl halen böyle göz alıcı görünebiliyordu? Açtı. Kirliydi. Durmaksızın yolculuk yapmış ve yorulmuş olmalıydı. Ama o keskin gözlerinde sadece nefret ve kararlılık vardı. Ejder kimseden korkmazdı. Ama bu kız ona baktığında... Yerinde kıpırdanmak, rahatsızlıkla elini sakalına atmak istiyordu. Araştırmacı gözleri her an bir kusurunu bulacak ve ortaya sürecek gibiydi. Ejder eliyle yaklaşmasını işaret etti. Kız onu yanıltmayarak sözlerine itibar etmedi.
Ejder bir baş işaretiyle Anka denilen kardeşini uzaklaştırdı. O adam, ortamda dönen en ufak gerginliği sezer ve Ejder’in bu kıza fena halde kafayı taktığını anlardı. Her kadın Ejder’den korkardı. Bu güne kadar birlikte olmayı denediği her kadın da korkmuştu. Gözlerinin içine bile bakamamış, ya arkalarına bile bakmadan kaçmaya çalışmış, ya da oracığa bayılmıştı. Ona ilgi duyan kadınlar olmamıştı.
Ejder, kendisinin normal bir erkek gibi olmadığını, olmayacağını yıllar önce kabullenmişti. Bir erkek gibi değil, bir yağmacı gibi düşünmeyi de... Yağmaladığı bu kadın kıymetliydi. Bir gemi dolusu ganimetle eş değerdi. Ama Ejder ona ganimet gözüyle bakamıyordu. Bu kadın erkek yanını uyandırıyordu. Öfkesini körüklüyor, merakla kıvrandırıyordu.
Bu yüzden Ejder ona yaklaştı. Gözlerinin içine bakmaya devam edecek miydi? Yoksa diğer kadınlar gibi düşüp bayılacak mıydı? Ejder ona daha çok yaklaştı. Nem kokan mağaranın havası oldukça boğucuydu. Yolculuk boyunca soru yağmuruna tutan kız, şimdi sessizdi. Tek ses, Ejder’in adeta burnundan tüten nefesiydi. Yaklaştı... Ve daha çok yaklaştı. Menekşe gözleri duvarlara asılı meşalelerin yardımıyla parlıyordu. Örtüsü hırpalanmıştı. Ama o güneşin rengiyle göz kırpan saçlarından bir tel bile seçilemiyordu. Ejder hayıflandı. Onları görmek istiyordu.
Tam bir adım ötesinde durdu kızın. Kız gözlerine bakmıyordu şimdi. Hayır, bu korkudan değildi. Sanki tenezzül etmiyordu. Sivri çenesi bir kuşun gagası gibi dikti. Gözleri bir kedininki kadar sinsi ve esrarengiz... Ama… Bir naiflik vardı kızın üzerinde. Bir kırılganlık... Ejder, elini kızın örtüsüne uzattı. Onu çekip alma ümidiyle kavradı. Kız yine uysaldı. Ejder bu sefer şüphelendi. Sakin durduğunda hep bir işler çevirirdi. Ama elleri arkasında bağlı değil miydi?
Ejder örtüyü çekmeye girişirken bir anda çenesinde şiddetli bir sızı hissetti. Aynı sızı elinin üzerinde de yer etti. Sersemlemiş bir halde elinde ufacık bir hançer tutan kıza baktı. Hırsla soluyor, geri geri kaçıyordu. Öleceğini biliyordu. Öleceğini bile bile bunu yapmıştı!
“Sen!” diye hırladı adam. Onu kolundan tutarak yüzlerini hizaladı. “Ölüm fermanını ellerinle yazdın Türkmen kızı!” diye kükredi. Anka, sesinin şiddetini kapısından duymuş olmalı ki izin istemeden içeri daldı. Kardeşleri onun gazabından korkmazdı. Ona saygı duyardı.
“Ejder!” dedi uyarır bir ses tonuyla kardeşi. Oldukça makul olan sesi, Ejder’in gözlerinin ateşiyle oldukça zıttı. “Kıza bir zarar gelmesini istemeyiz. Bugün yeni çocuklar geldi. Onların adına yeniden düşün.”
Kız elinde kıvranıyordu. Ejder bir anda aydınlanır gibi bir şey fark etti. Kızın elleri önceden bağlıydı. Üstünü aramıştı. Herhangi bir kesici alet yoktu. Peki bu çakı... Ejder, Anka’nın kocaman açılmış gözlerine baktı. Oda kızın elindeki hançere bakıyordu.
“Bu...” dedi adam ağzını zorlukla kapatarak. Sonra yüzü öfkeyle kızardı. “Bunu benden nasıl aldın?”
Öyle bir bağırmıştı ki, ellerinin altında ki kız titremişti. Suçlu bakışlarının yerlerde gezmesi gerekirdi. Ama sanki çok iyi bir iş başarmış gibi iki adamın arasında hırsla mekik dokuyordu. Umursamaz bir edayla omuz silkti. “Bıçağına sahip çıkamıyorsan, bu senin sağlam bir erkek olmadığının işaretidir.”
Ejder göğsünde filizlenen kahkahaya anlam veremedi. Bu kız cidden canına mı susamıştı? Bu sefer Anka’nın önüne geçen Ejder’di. Adam onu hemen arkasındaki su birikintisinde öldürecek gibi duruyordu.
Ejder istemese de bu kızın yeteneklerine hayranlık duymaya başladı. Sevimli ve iyi niyetli görünen, kurnaz ve şeytani bir kızdı. Ama bu, bir kısım insanların inandığı kötü ruhların sarmaladığı bir şeytanilik değildi. Çekiciydi. Cezbedici olması ise Ejder’in suçu değildi.
“Onu hizmetçisiyle beraber misafirhanemize bırakın,” dedi Ejder keskin bir tonla. “Ellerini bağlamanız bir işe yaramıyor. Bakalım tek çıkışlı bir mağaradan da kurtulabilecek mi?”
Ejder kızın üzerine doğru eğildi. İrkildiğini zevkle fark etti. Varlığından o kadar da habersiz değildi. Belli ki ürküyordu. Ama saklıyordu. Bu Ejder’i mutlu etmeliydi. Ondan korkuyor olması... Ama etmedi.
“Akıllı uslu durursan, amcanın eline tek parça halinde geçersin dilber. Tek parça kalmak istiyorsun değil mi? O güzel kafanı koparmak veya o narin gerdanını kırmak istemem.” Sesini fısıltı gibi tuttu. Nefesi kızın kat kat örtülmüş örtüsünü havalandırıyordu. “Eğer makul bir kız olursan, dilediğini yer ve sağlıcakla gidersin. Ben de ne kadar pişmanlık duysam da, o güzel tenine ellerimi sürmem.” diye sözlerini tamamladı. Ama onun akıllı duracağına kendi dahi kimse inanmazdı. Kızın kafasının içinde dönen kırk tane tilki var gibiydi.
Anka’ya doğru kızı savurup, “Ona dikkat edin,” Diye uyardı. “Bu sefer de hançerinizi kaptırırsanız, ona bırakmaz ben alırım kellenizi.”
Anka, Ejder’in merhametine şaşırmış gibi baktı ona. Hem kardeşi, hem de en iyi arkadaşı olarak kafasından geçenleri anlamlandıramıyor olmalıydı. Ejder ve bir Türk kızına merhamet, pek sık rastlanan bir durum değildi.
Ejder gerildi. Arkasını döndü. Kızı görmek istemiyordu. Göndereceği güne kadar da görmemesi gerekiyordu. “Onunla sen ilgilen,” dedi Moğolca bu düşünceden nefret ederek. Kız, diğer adamlarında ilgisini çekecekti ama Anka, en güvendiği kardeşlerinden biriydi. Ejder’in emrinden asla çıkmazdı. “Ölmeyecek kadar yiyecek ve içecek vermen kafi. Ve namusuna dokunulmayacak.”
Kız konuştuklarını anlamadığı için sözlerini şöyle sürdürdü. “Yılan’a dikkat et. Yemin kokusunu alacaktır ve rahat durmayacaktır. Kız da başımıza iş çıkarmak için fırsat arıyor. Gözünüzü üzerinden ayırmayın.”
Kardeşi destekleyici bir onaydan sonra koca mağarasından çıktı. O dilberle beraber... Kız sesini çıkarmamıştı ama Ejder çıkarken o menekşe rengi gözlerini araştırmacı bir edayla ona diktiğini biliyordu. Başı fena halde derde girmeden önce, güvercin yardımıyla şu kıymetli Uç Bey’iyle hesaplaşmalıydı.
Tuniği kalana kadar soyundu ve özlemini çektiği postun üstüne uzandı. Eskiden, kurtlarla beraber uyduğu olmuştu. Onların kürkü kadar sıcak tutan ve güvende hissettiren başka bir his yoktu. Ejder, arkadaş bildiği kurt öldüğünde, henüz daha çocuk yaştaydı. Onun postunu kendisi olmazsa hayvanların parçalayacağını bildiği için, yol arkadaşının postunu yüzmek ve yanına almak zorunda kaldı. O zamanlar bunu düşünmek aklını oynatmasına sebep olacak gibi hissettiriyordu ama artık bu post yanında olduğu için mutluydu. Eskilerden, derinlerden üstüne çullanan güven hissiyle, derin bir uykuya daldı.
Ya da o öyle sanıyordu…
Dilruba denilen kız odasına doğru süzüldü. Ejder, tetikte hisleriyle postun üstünde, tıpkı eski dostları olan hayvanlardan öğrendiği gibi doğruldu. Kız dosdoğru ona doğru geliyordu. Elindeki bıçaktan akan kan, birini yaraladığını gösteriyordu. Ejder doğrulamıyordu. Sebebini bilmiyordu ama yatağa mıhlanmış gibiydi. Kız o endamlı yürüyüşle ona doğru yaklaştıkça, bal rengi saçları örtüsünün altında havalanıyor, ona göz kırpıyordu.
Giydiği kıyafet uygunsuzdu. Nereden bulmuştu? Üstünde bir parça çaputtan başka bir şey yoktu. Çaputun arkasından bacakları, göğüslerinin gösterişi salınışı belli oluyordu. İri ve sert tanecikleri asla ulaşamayacağı yasak bir meyve gibi kıyafetini zorluyordu. Her adımında kalçalarını döven bal rengi saçları, ritmik bir şarkı gibi onu günahına davet ediyordu.
“Burada ne arıyorsun Türkmen kızı?” diye sorarken kendi titrek sesini tanıyamadı. Ondan öyle çok etkilenmişti ki, kaskatı kesilmiş erkekliğiyle kıpırdanıyor, sabırsızca kendisine yaklaşmasını ümit ediyordu.
Kız bir adım ötesinde durdu. Ejder hayıflanarak biraz daha yaklaşmasını ümit etti. Kız öne doğru eğildi. Eşarbı düştü ve bal rengi saçları çıplak göğsüne doğru döküldü. Ejder nefes nefese ve ter içindeydi. Elini ona uzatmak istiyor ama yapamıyordu. Kızın şeytani gülümsemesi büyüdü ve fısıltısı, kulaklarına ulaştı.
“Kalbini söküp, hayvanlara yedireceğim.”
Ejder canının derdinde değildi. O sırada yüzüne yaklaşan gerdanını koklamak ve öpmek için kalbini ellerine verebilirdi.
“Kokun beni delirtiyor,” diye fısıldadı kıza.
Kız acımasızca gülümsemeye devam etti. “Daha fazla koklamak ister misin?” Saçlarını bir kenara çekti ve boynunu dudaklarına sundu. Ejder, onu öpmek üzereyken kızın bıçağının parlaklığı odasının duvarına yansıdı. Vahşi çığlığı sirenler gibi kulaklarını deldi.
“Senin kalbini deşeceğim,” dedi ve hançeri göğsüne soktu.
Ejder nefes nefese uyandığında, ter içinde, sertleşmiş ve tahrik olmuştu; aynı zamanda göğsünde hissettiği ağrıyla elini göğsüne götürdü, bir kalbi olduğunu hatırlatan bu rüyadan ve o kızdan nefret etti…
…
Dilruba sırtını soğuk taştan duvara dayadı. Nem ve is kokusu her yanına sinmişti. Üstü başı çamur içindeydi ama Katrina’yla beraber namazlarını kılmak için birbirlerine göz kulak olmuş, daha sonra uyumak için yine sırt sırta dayanmışlardı. Katrina onca debelenmenin sonucunda uyuya kalmıştı. Ama Dilruba uyuyamıyordu. Kaçması gerekiyordu. Bu adamların ne denli ürkütücü olduğu apaçık ortadaydı. Şimdiye kadar başlarına bir iş gelmediyse, bu sadece şans eseriydi.
Saatler geçti. Hiç bir ses yoktu. Dilruba bir kaç kez o koca kayayı yerinden oynatıp kapıyı açmaya çalıştı. Kıpırdatamadı. Halbuki adamlar sadece ufak bir kuvvet uygulayıp kapatmışlardı. İnsanların söylediği saçmalıklara tabi ki de inanmıyordu genç kız ama bu adamların büyü kadar imkansız güçleri vardı. Mesela dışarıda gördüğü o deli... Aslında deli değildi. Mağaradan çıkar çıkmaz kapıda bekleyen, sürekli sırıtan ama oldukça akıllı bir adamdı. Çünkü ona, “Bir Bey kızına göre fazla sivri dillisin...” demişti. Ve “İçimden bir ses senin istenmeyen kız kardeş olduğunu söylüyor.” Demesi de, onun aslında deli değil, bilge olduğunu bağırıyordu. Adamın adı ise kişiliğine oturuyordu. Agah... Bilen kişi demekti.
Dilruba bu adamların hepsinin isminin aslında lakap olduğunu henüz fark ediyordu. Ya gerçekten isimleri yoktu… Ya da saklanmak amacıyla bu isimleri kullanıyorlardı.
Genç kız uykunun yine onu dürttüğünü fark etti. Yolculuk boyunca uyumuştu ama öylesi yorucu bir uykuydu ki, dinlemekle alakası yoktu. Samanla yumuşatılmış zemine uzandı. Bir elini istemsizce Katrina’nın omzuna attı. Onu kendine doğru çekti ve korumak amaçlı uzun pelerinini üzerine serdi. Uyuya kalırsa ona dokunmalarını istemiyordu. Kendine zaten dokunmazlardı...
Tam dalacağı sırada küçük bir takırtı sesi eşliğinde koca kaya yerinden oynadı. Dilruba bunun hayal olduğunu sandı. Bir kaya nasıl ses çıkarmadan, yağ gibi kayabilirdi?
Hayali, bir kabusa dönüştü. Adam oda görünümlü mağaranın kapısında duruyordu. Dilruba yerinden sıçradı. Adam saçlarını açmıştı. Bir bulut denizi gibi omuzlarından aşağı dökülen saçlarıyla ve iki renk gözleriyle ürkütücüydü. Üstündeki kat kat kürkleri çıkarmış, sanki bu serin mağaralarda sıcaklıyormuş gibi incecik bir gömlekle duruyordu. Elleri iki yanında yumruk olmuş, göğsü hızla kalkıp iniyordu. Göğsünü ıslatan ter miydi yoksa ıslanmış mıydı?
“N-Ne?” diye kekeledi genç kız. Dili tutulmuş gibiydi. Adam onu öldürmek ya da başka bir şey yapmak ister gibi duruyordu.
“Çık!” diye bağırdı adam. Dilruba oturduğu yerde omurgasının dikeldiğini hissetti. Mağaradan mı çıkmasını istiyordu? “Sana çık dedim!” diye yeniden bağırdı adam. Dilruba, adam her ne öğrendiyse çok kızdığını düşündü. Ama hakkında öğrenecek gizemli bir şey yoktu ki...
O, Bir Bey kızıydı. Babası ölmüş, yerine amcası geçmiş, iki kız kardeşin en küçücüğü, önemsiz bir kız çocuğu... Saraya gönderilmemiş, görücüsü çıkmamış, sivri dilli ve amcasının nefret ettiği bir yeğen... Dilruba obasını seviyordu. Ailesini, amcasını, kız kardeşini... Ama amcası, onun bir Hanım’a yakışmayan davranışlarından usandığını, bu yüzden kaleye kapatılması gerektiğine karar vermişti. Başına bir dadı ve hizmetçiler temin edilmişti. Her gün nezaket dersleri alıyordu. Dikiş ve yiyecek dersleri de... Dilruba hepsinden zevk alıyordu. Dilediğini hemen kapıyor ve öğreniyordu. Ama yetmiyordu işte... İçinde bir şey... O susturamadığı şey “Kuş olmak istiyorum.” Diyordu. Pencereden izlediği o özgür ruhlar gibi dilediği yere uçmak istiyordu. Dadısı bu fikirlerini banal bulurdu. Onu, kötüye özenmekle suçlardı. Dadısına göre Dilruba, yaşlı bir adamın ikinci Karısı olacaktı. Başka türlü evde kalırdı.
Dilruba şimdi bu tuhaf anda, bu tuhaf adama bakarken kendini kuş gibi hissetti. Biraz kötü bir yol seçmişti ama özgürdü. Kalesinden kurtulmuş, maceraya atılmıştı. Tabi bu macera, onun sonu olabilirdi...
Dilruba doğruldu. Adam yerinden kıpırdamadı. Gitmeli miydi? Yoksa sessizce onun öfkesini kabul mü etmeliydi? Adam ensesini sanki başı ağrıyormuş gibi sıkarak geri adım attı. “Rüyalarımdan çık Türkmen kızı.” Dedi yoğun bir sesle. Dilruba anlayamadı. Kaşlarını kaldırarak adama baktı. “Bana her ne büyü yapıyorsan, onu derhal bırak. Kafamın içinden çık. Yoksa ben çıkarmasını bilirim.”
Gözleri karanlığa daha çok alıştıkça, adamın koca cüssesinin titrediğini fark etti. Çenesinden akan terler göğsünü ıslatıyordu. Dilruba titreyerek ve kızararak, onun daha önce hiç görmediği kadar iri ve zinde bir erkek olduğunu fark etti. Daha fazla incelemek istemedi, gözlerini kaçırdı. Bu sırada o koca kapı yeniden suratına kapandı. Bu da nesiydi? Adam, aslında deli falan mıydı? Dilruba onu sadece efsanelerle dinlemişti. Tek başına yirmi adamı haklayan, kirli savaşan, şeytanla anlaşma imzaladığına inanılan bir adamdı. Elinde kimselerin bilemediği gizli bir silah vardı. O silah ortaya çıktığında, kılını bile kıpırdatmadan yüzlerce insanı öldürebiliyordu.
Dilruba bu sefer gerçekten uyuyamayacağını anladı. Adamın görüntüsü gözlerinin önünde dönerken sabahı sabah etti. O mahzende, kapıları sadece yiyecek kuru bir ekmek ve su için açıldı. İki koca gün boyunca gün yüzü görmediler. Namazlarını vakitsiz kılıyor olmaları olasıydı. Kokmaya başlamışlardı. Mağaranın derinlerinde ihtiyaçları için ayrı bir bölme vardı. Ama bu, hiç temiz hissettirmiyordu. Dilruba daha önce böylesi bir kapalı hayvan hayatı yaşamadığını fark etti. Bu özgürlük değildi. Koca bir kafesten kurtulmuş, bu ufacık kafese tıkılmıştı. Ayrıca kurduğu hiç bir plan işlemiyordu. Adamlar onun kaçma girişimlerini fark ediyordu.
Dilruba bugün farklı bir teknik denemeye karar verdi. Deli Boğan yerine, Anka denilen genç adam içeri girdiğinden neredeyse gülümseyecekti. Bu adam Deli Boğan’dan bir nebze iyiydi.
Onlara bu sefer ekmek ve elma getirmişti. Dilruba bir ısırık aldığında, zevkten gözlerini kapatmıştı. Katrina garip bir şekilde sessizce yemeğini yemeye ve sakin kalmaya devam ediyordu. Dilruba’yı korkutmak istemiyor olmalıydı.
Adam çıkacağı sıra, “Bakar mısın?” diye onu durduğu Dilruba yumuşak bir seslenişle. Bunu, hayatını ve namusunu korumak için yaptığını hatırlattı kendine. Katrina ise en önemli faktördü. Kız oldukça zayıftı. Daha fazla besinsiz yaşarsa, ölürdü.
Adam duraksayınca Dilruba toparlanıp ayaklandı. Ona doğru bir adım attı. Ellerini eteğinin önünde bağlayıp, masum bir ifade takındı. “Bizim biraz temizlenmeye ihtiyacımız var. Ufak bir göl, hatta çay bile olur. “
Adam ona önce şüpheyle baktı. Sonra garip bir ifadeyle Dilruba’yı süzdü. “Kaçmayacağına nasıl ikna olacağım?” dedi o kocaman kollarını göğsünde bağlayarak. Bu adam, buradakilere pek benzemiyordu. İyi terbiye almış bir beyefendi gibiydi. Yüzü gözü gayet düzgün, konuşması da oldukça iyiydi.
“Söz versem?” dedi Dilruba kaşlarını kaldırarak. Yüzüne bir tebessüm ekmeyi de eksik etmedi. “Ayrıca burada çok erkeksiniz. Hiç kadın görmediğime göre, kıyafetlerinizi yıkayacak kimseniz de yoktur. Ben sizin kıyafetlerini yıkasam, siz de bana temizlenme imkanı verseniz fena olmaz değil mi? Ne dersiniz?”
Adam düşünüyormuş gibi bir bacağından diğerine geçti. Katrina, ona aklını kaçırdığını düşünmüş gibi bakıyordu. Dilruba, adamın güvenini kazanmak için başka bir yol denedi.
“Yalan söylemiyorum... Siz anlayışlı bir beye benziyorsunuz. Kaç gündür açız ve kirli su içiyoruz...” Adamın kınayan bakışlarıyla hemen toparlandı. “Bir kadın için bu imkanlar çok zor. Bu yüzden aklım başıma geldi. Size zorluk çıkarmayacağım. Neden çıkarayım? Et yemek istiyorum ve nemli olmayan bir zeminde uyumak istiyorum. Ayrıca temizlenmek de. Bu yüzden sözünüzden çıkmayacağım. Hatta size yardımcı olacağım ki, iyi niyetimden emin olun.”
Adam aslan yelesine benzeyen koyu renk ve gür saçlarını kardı. Katrina’ya ve ona keskin gözlerle bakıyordu.
“Peki o zaman,” dedi aniden. “Ejder geldiğinde, bu isteğinizi ona söyleyeceğim.”
Demek Ejder burada değildi? O yüzden mi yanına gelmiyordu? O son geceden sonra, Dilruba anlamsızca adamın halini düşünüp duruyordu. Bu aptallıktı. Ama o adam, ilgisini uyandırıyordu. Bu güne kadar yakından tanıdığı ilk yabancı erkekti. Bir asker, bir şövalye ya da bir Sultan değildi. O, korkunç bir hırsızdı. Kirli işlerin adamıydı. Ama, Dilruba’nın ilgisini çekmeyi de başarmıştı. Bunun bir sonuca varmayacağını anlayan genç kız, sadece merak olduğunu kabullenmişti. Buradan ayrıldığında, bu merak son bulacaktı.
“O Yağmacıyı...” Dilruba kekeleyerek hemen düzeltti. “Yani Ejder dediğiniz adamı bu işe karıştırmasak? Başını boşuna ağrıtmayın bence. Hem, bunca adamsınız, aklımızdan zorumuz yok ki her yer denizle kaplı bu yerde sizden kaçalım...”
Adam bu sözlerini mantıklı bulmuş gibiydi. Ortadan kaybolduğu bir kaç saat sonrasında, tam da mağaranın kapısı açıldığı sırada Dilruba yenilgiye uğradığını düşünmek üzereydi. Kapının ağında duran adamın yüzü görünmüyordu. Çünkü kucağı, çarşaflar ve çamaşırlarla doluydu!
Kafasını hafif yana eğen yabancı bir genç ona gülümsedi. Çok gençti. Neredeyse çocuk denecek yaştaydı. Bu yüzünden belliydi. Ama boyu, iki metreden uzun olmalıydı. Hemen arkasında görünen Anka, “Adamlarım bu habere çok sevindi...” dedi imayla. “Sana minnetlerini bu kirli kıyafetlerle sundular.”
Dilruba gülümsedi. Nasıl gülümsemezdi? Planı çok güzel işliyordu.
…
Koruk Bey güvercinle aynı anda gelen haberi yaverinden aldı. Öfkeyle elini oturduğu divana geçirdi. O aptal kız, yine başına iş açmıştı.
Ejder, ondan büyük bir bedel istiyordu. Küçük bir kız için, fazla büyük bir bedel... Ama Koruk Bey’in, Uç beyliği yolunda ödeyemeyeceği bir bedel değildi. O kızı geri almalı ve amaçlarına uyacağı şekilde kalesine kapatmalıydı. Evlenmemesi gerekiyordu. Veyahut akıllanmaması...
Şuan için akılsız kız kardeşi Gülbanu, Koruk Bey’in planlarına ortaklık ediyordu. Bu plan bozulmamalıydı. Ejder, elindeki kızın asıl kıymetini fark etmemeliydi. Bu yüzden, bu fidyeyi ödeyecek ve yeğeni olan sinsi kızı kulesine kapatacaktı.
Oğlunun on sekizine bir kaç yıl kalmışken, bu işi tehlikeye atamazdı.