Ejderin Dürtüsü

3999 Words
Karakterler tamamen HAYAL ürünüdür. 900 ve 1000’li yıllar arasında geçmesini planladığım bu hikaye, hiç bir siyasi görüşü savunmayıp, tamamen kurgusal yazılan aşk ve nefret hikayedir. Kullandığım bazı terimler ve olaylar kesin tarihe uysa da, temel bir tarih olduğu için sadece bilinen yanını geçirip, geri kalanını kendi hayal dünyama emanet ettim. Sizler de böyle okursanız daha bir sevinirim. Hatam olduysa, şimdiden af ola. Çünkü bildiğiniz üzere Selçuklular ve Moğollar dönemi ile ilgili çok açık bir tarih bilgisi yok. Sadece temelleri kullanarak hikayeme en uygun olan bu dönemi seçtim. Biraz vahşet yüklü sahneler olabilir. Bu yüzden şimdiden uyarıyorum ;) Umarım keyif alarak okursunuz. Keza Tarihi Kurgu, artık bırakamayacağım bir tutku oldu. Kadın bağırıyordu. Sesi tüm çadırları inletiyor, acısı kat be kat artıyordu. Bir adam çadırın önünde adımlarını aşındırıyor, dilediği haberi bekliyordu. Kadın acı çekiyordu ama kimsenin umurunda değildi. Acı iyiydi. Bir erkek evlat demekti. Kadın bu zorla içine yerleştirilen bebeği sağlıklı doğurmakla yetinemezdi. Erkek doğurmalıydı. Yoksa bebesi de, kendi gibi ortalığa atılırdı. Bu, Dişli Talayer’in gazabıydı. Beşinci kadını da kız doğurursa, artık adamları tarafından dikkate alınmayacaktı. Bir feryat koptu kadından. Öyle ki, tüm çadırlar ayağa kalktı. Kimisi: “Sanki çocuk değil de, şu koca dağları doğuruyor!” diye homurdandı. Bir diğeri kadının fazla abarttığını iddia ediyordu ancak çocuğu kucağına alan ebe bunca hengâmenin asıl nedenini biliyordu. Koca bir bebe gelmişti dünyaya. Müjde ki Talayer’e, en az bir yaşındaki bebe kadar iri olan bir erkekti. Kadın bu müjdeyi bağırdı. Derken bir feryat daha koptu gebe kadından. Ebe kanlı çocuğu tutuşturdu birinin eline. “Yıkayın, paklayın, sarmalayın,” diye buyurdu. Kadınların yüzü kül rengine bürümüştü. Besbelli ikiz doğuruyordu. Böylesine büyük bir bebeden sonra, bu kadın bir diğer doğumu nasıl kaldıracaktı? Güçlü ve asil bir kadındı. Dişli Talayer’in zorla alıkoyduğu bir Türk kadınıydı. Moğol kanına, Türk kanları bulaşsa dahi onun kendine erkek çocuk vereceğine inanmıştı. Kadın hele bir bebeleri doğursun, Talayer icabına bakardı. Ebe bunların bilinciyle kadına acı çektirmemeye çalıştı. Güzel kadın kan gölünün ortasında yatmış, yeniden kıvranıyordu. Bu sefer ki daha acılı, daha zahmetliydi. Doğan bebe diğeri kadar iriydi. Ancak ebenin ellerini titreten bu irilik değildi. Çocuğun saçları... Bir... Bir Ejderha gibiydi. Bembeyaz ve yeni doğan bir bebeye göre oldukça uzun... Ebe diğerlerine vermedi onu. Kendi bir tasın içine koydu ve yıkadı. Çocuk, o ufacık avuçlarını yumruk yapmış, ağlamadan sessizce onu yıkamasına izin veriyordu. Ebe onu ağlatmadı. Sesinden ürktü. Sanki çocuk ağlarsa bu çadırlar başlarına yıkılacak, lanetleneceklerdi. O... O hiç Moğollara benzemeyen koca gözleri açıldı. Yeni doğan bebelerin gözü böylesi tez açılmazdı. Ama çocuk gözlerini açmış ve sanki görüyormuş gibi ebeye bakmıştı. Ebe çocuğu korkuyla tasın içinde bıraktı. Elleriyle ağzını kapattı ve çığlığını bastırdı. Şeytanın gözü... Bu çocukta şeytanın gözü vardı. Ebe ses edemeden hizmetçi kızlar başlarına müjde verdi. Bir değil, iki erkek varis... Ebe elleri titrese de o varlığı yıkadı. Korkması gerekirdi ama korkmuyordu. Çocuğun güzel yüzünden güç akıyordu... Dişli Talayer çadıra girdi. Kadına bir kere bile bakmadan hizmetçinin kucağındaki bebesini kucakladı. Omuzlarını kabarttı. Tabi, yılların sonunda bir değil, iki varis edinmişti. Ebe Türk kadının öldüğünü ona söylese bile, adam umursamayacak gibiydi. Keten kilime sardığı bebeye baktı. Artık bir çare sübyandı. Anası yaşasa, belki ondan korkmaz ona bakardı. Alır başını terk eylerdi bu cihanı. Ama babası olan Talayer ona döndü… Elini uzattı bir başka gururu kucaklamak ister gibi. Ebe titreyen bacaklarıyla bu ürkütücü adama yanaştı. Bir boğa kadar iri ve bir domuz kadar yabaniydi. Çocuğun kafasını orada koparabilirdi. Adam örtüyü hafiften çocuğun yüzünden çekti. Ve sanki eli kızgın ateşe değmiş gibi geri kaçtı. “Şeytan!” diye bağırdı kucağında ki sessiz bebeğe. “O Kötü Ruhu çıkarın derhal. Oğluma dokunmasın. Lanetlemek için gönderilmiş bir Şeytan o!” Ebe bunu fırsat bildi. Çocuğu kucakladığı gibi çadırın kapısını aşındırdı. Yaşlı bacakları dirençsizlikle titrese de umursamadı. Koştu. Bu ovadan kaçamayacağını, onu bir yere bırakması gerektiğini düşünerek koştu. Yakınlarda bir yerde yanan ateşin kokusuyla duraksadı. Yaşlı ve muhtemelen kör olan bir kadın ateşi harmanlıyor, üstünde kendi için çorba pişiriyordu. Ebe sessizce yanaştı. Kadın derhal ona dönünce, onu gördüğünü sandı. Ancak kadın sadece işittiği çıtırtıları anlamaya çalışıyor gibiydi. Ebe sübyanın yüzünü açtı. Onun korkunç gözlerine ve kar beyazı saçlarına baktı. Elindeki annesinin ölmeden önce eline tutuşturduğu madalyasını kanlı kundağının içine bıraktı. Ölmemesini veyahut acı çekmeden ölmesini dileyerek bebeyi bırakıp koşmaya başladı. Uzak bir köşede çocuğun o gider gitmez ağlamasını izledi. Yaşlı kadının ona yaklaşmasını, göremediği için eliyle yoklamasını ve kendi kendine mırıldanarak onu orada bırakmasını izledi. Çocuk ölecekti. Ama ebenin elinden bir şey gelmezdi. Köye geri dönmeliydi. Kötü Ruhlara ortaklık ettiği için Talayer kendi çocuklarını ve torunlarını katletmeden önce Bo’nun(Şaman) ayinine katılmalıydı. Çocuğu öldürdüğünü ilan etmeliydi. Gözünden akan yaşı elinin tersiyle sildi ve nefesi kesilene kadar ağlayan bebeğe arkasını dönüp, onu terk etti. … Henüz ormandan eve dönen çocuk kirli saçlarını kardı. Bir hayvanla boğuştuğu için yaşlı kadın ona kızacaktı. Ama çocuk, ona meydan okur gibi bakan domuzu görmemezlikten gelememişti. Hırlıyor, ayaklarını yere sürtüyordu. Yeniydi. Ormanda daha önce bu vahşi hayvanı hiç görmemişti. Bu yüzden düşünmeden uzattığı pençelerini hayvana geçirdi. Onun sırtına bacaklarını kilitledi. Bölgesine yabancı kimse ondan habersiz giremezdi. Yaşlı kadında yabancıları hoş karşılamazdı. Eğer onu memnun etmek istiyorsa, bunu yemek olarak ona götürmeliydi. Ona yiyecek götürdüğünde çocuğun başını okşuyor, ona sıcak çorba veriyordu. Titrek ve kendininkinden çok daha kırışık olan elleri, sadece başını okşarken sıcacık ve şefkatli oluyordu. Hayvan onu bir ağaca doğru fırlattı. Hırlayan çocuk ayakları ve ellerinin üstünde durarak köpeklerden öğrendiği yer işaretlemeyi gerçekleştirdi. Alanını çiziyor, bu hayvana meydan okuyordu. Hayvan o koca dişleriyle ona doğru atıldı. Çocuk yaşlı kadının garip bulduğu saçlarını savurarak arkaya doğru sıçradı. Hayvan yeniden atağa geçmeden önce sol ayağıyla yere işaretlerini bıraktı. Çocuk onun bir sonraki hamlesini bilerek ve zayıf bulduğu bacağını fark ederek saldırdı. Dişlerinden korunarak sol bacağını tuttu ve elindeki sivri hançeri boynuna geçirdi. Hayvan onun kolunu dişledi. Keskin dişleri ve güçlü çenesiyle kolunu koparmak niyetiyle çocuğu kendine çekti. Acıyla dişlerini sıkan çocuk, hayvanın kafasına çakısının arkasıyla defalarca vurdu. Kan kaybeden ve sersemleyen hayvan onu bıraktı ve kaçmaya çalıştı. Ancak bir kaç adım sonra ağzından buharlar çıkararak yan düştü. Çocuk tatminle sırıttı. Çakısını üstündeki pejmürde elbiseye sildi ve kıymetli kınına geçirdi. Hayvanın boynuna halatı geçirerek onu yaşlı kadının evine sürükledi. Heyecanla eve girdiğinde teri soğumamıştı. Küçük elleri açlıktan titremeye başlamıştı ama haklı gururuyla koşturuyordu. Eve daldı. Ve yaşlı kadını, tıpkı henüz öldürdüğü hayvan gibi yana devrilmiş buldu. Çocuk gözleri açık yaşlı bedenin kafasını dürttü. Hareketsizdi. Süt ve yemek vermiyor, hatta o çirkin sesiyle ona güzel şarkılarda söylemiyordu. Çocuk yeniden dürttü. Gözleri açıktı ama tepki vermiyordu. Onu görmüyordu. Ama bu, sadece görmemesiyle alakalı bir şey değildi. Çocuk yanına çöktü ve hayvanlara yaptığı gibi elini göğsüne bastırdı. O tıklayan ve yaşamı sağlayan her atım durmuştu. Kadın, avladığı hayvanlar gibi ölmüştü. Çocuk çaresizce onu dürtmeye ve sarsmaya devam etti. Yanında oturdu. Hatta nefret ettiği şefkati gösterip kendi saçının rengindeki saçlarını okşadı. “Uyan...” dedi kızgınlıkla. Acıkmıştı ve bu kadın öldüğü için canı yanıyordu. Zorla ona sırnaşan ve kendini sevdiren bir kedinin ölmesi gibiydi. Ama bu daha... Daha çok canını yakıyordu. Sanki kimsesiz ve evsizdi. Kadının başında iki gün bekledi. O her on gecede bir uğrayan sakallı ve kurnaz adamın gelmesini istedi. Belki o, bu yaşlı kadını geri getirebilirdi. Üçüncü gün ev kokmaya başladı. Kadının bedeni şişmiş ve her yaz ektiği o mor çiçeklerin rengine dönmüştü. Ekmek yemekten bıkan ve akan gözyaşlarından usanan çocuk onu sürüklemeye karar verdi. Kollarına birer halat bağladı ve çekti. Kadını dışarı çıkardığında soluk alamaz haldeydi. Ama kalbi, onu gün ışığında görünce daha çok sızladı. Çocuk kaşlarını çattı. İstemedi. Bu hissi bir daha yaşamak istemedi. Kadını bir kuyuya sürükledi. Kokusu başka türlü gitmezdi. Hem bu kadın, onu terk etmişti! Nasıl yapardı? Ona yemek, süt ve giysi vermeliydi. Ona şakılar söylemeli, azarlayarak kelimeleri öğretmeliydi. Hayvanlardan öğrendiği soğukkanlılıkla artık onu terk etmesi gerektiğini düşündü çocuk. Ormanlar onundu. Özgür ve bağımsız olmalıydı. Kadını kuyuya itti ve onu terk etti. Eve bir daha geri dönmedi. Ormanda, hayvanların içinde kendine ağaçtan bir sığınak buldu. Bazen, eğer ıslak değilse odunları sürterek yaktığı ateşte, kızarttığı hayvanları yedi. Ama eğer o durmak bilmez yağmurlar indiyse aşağı, çiğ et yiyordu. Yaprakların tadı kötüydü. Bazı otlar onu hasta ediyordu. En güzeli, sıcak veya ılık bir etti. Bazen... Çok aç kaldığında ve bir av bulamadığında vücudu yabani hayvanlara karşı dirençsiz olmasın diye o küçük böcekleri yiyordu. Tatları hoşuna gitmese de, onu ayakta tutuyordu. İki farklı göz bebeğini de yıldızlı gökyüzüne dikti çocuk. Hırsız maymunlar tepesinde uyuması için pusuda beklerken, sinsi böcekler sıcakkanını arzularken, ayılar davetsiz olan bu misafiri kovmak için sabırsızlanırken gözlerini yumdu. Yaşlı kadının dediği sözleri kendine tekrarladı. “Sen bir Ejderha dölündensin. Kimse Beyaz Ejder’e dokunamaz. O, avcıların en tepesindedir çocuk.” ... 18 yıl sonra… Atına koca bir okşayış sundu genç adam. Sadece saatler süren çetin bir yolcuğun armağanı olabilirdi bu koca han. Bir beyliğin yazlığı veyahut gözetleme alanı gibiydi. Yağmacı için en iştah kabartan şeylerden biri de, bu hanın yıllardır planlarını kurduğunu Beyliğe ait olmasıydı. Yaklaştıkça havaya karışan duman kokusu ve ışıldayan pencereler burada bir hayatın var olduğunu bağırıyordu. Bu... Daha da güzeldi. Çünkü bu koca hana ancak Bey’in en yakınlarından biri gelirdi ve Yağmacı için güzel bir armağan olabilirdi. Yaklaştıklarında kardeşlerine bir bakış attı. Onların pişkin sırıtması savaşsız zaferin habercisiydi. Kaleyi koruyan bir avuç sünepeden başka bir şey değildi. Sabırsızlanarak, genzinden gelen yırtıcı bir nidayla kardeşlerini davet etti. Bu sesi çocukken maymunlardan öğrenmişti. İnsanlar bu sesi duyduğunda, ya öleceklerini ya da teslim olacaklarını bilirlerdi. Kaleyi koruyan adamların renginin kaçmasını memnuniyetle izledi. Çünkü bu zılgıtın kime ait olduğunu her asker bilirdi. Atını çelimsiz kale korumalarının üzerine sürdü. Garip bir şekilde onların orta yaşı geçmiş ve çelimsiz adamlar olduğunu gördü. Türklerden asla beklenilmeyecek bir hata... Onlar kalelerini kıymetli bir eşya gibi korur, iri kıyım adamlarını kapılarına dikerdi. Keyfi kaçtı genç adamın. Muhtemelen kalenin içi çöple doluydu ve yıkılmak üzereydi. Yine de, işine yarar bir şeyler bulma umuduyla fethini gerçekleştirdi. Kırdı, döktü ve adının hakkıyla yağmaladı. Tahmin ettiği kadar kötü bir sonuç elde etmedi. Gümüş yemek takımları, pahalı boyalı kilimler... Hatta tavana asılı bir kaç hayvan postu bile bulmuştu. Koca ahşaptan oyma pahalı bir tahta oturduğunda kardeşleri ona bir dolu asa ve gümüşten işlenmiş takılar getirdi. Ve o koca yakut kırmızı taşın bulunduğu tacı... Yağmacı Ejder tacı elinde evirip çevirdi. Bu kıymetli şeyin böyle bir döküntüde ne işi vardı? Kardeşlerinden biri heyecanla içeri girdi. Dili dışarıda, bir yavru köpek heyecanıyla soluyarak geliyordu. Ejder’in önüne atıldı ve heyecandan kızarmış yüzüyle konuşmaya başladı. Onların arasında hiç bir saygı ibresi veyahut izin alma girişimi olmazdı. Ejder onların başı olsa dahi, herkes birbiriyle aynı dili konuşur ve aynı seviyede akıl yürütürdü. “Kıymetli bir parça bulduk,” dedi. Ejder sakallarını kaşıyarak öne eğildi. Ördüğü ve bir çaput parçasının arkasına sakladığı saçlarından bir tutam gözlerinin önüne düştü. “Nedir?” diye sordu hevesle. En azından geldiğine değmeliydi. Taç oldukça tatmin edici olsa da, bu kale çok küçüktü. Belki atlarının bir süre barınması için uygundu. “Bir kadın...” dedi kardeşi ellerini ovuşturarak. “Soylu ve asil biri. Kıymetli bir Türkmen olmalı.” Ejder kaşlarını çattı. Kafasını yana eğdi, alayla elindeki çubuğu yere iliştirdi. “Getirin hele şu kıymetli ganimeti! Kıymetli olsa böyle bir avuç sünepe korumazdı onu ama neyse… Görelim bakalım kimmiş!” Keyiflenerek arkasına yaslandı. Yılan derisinden yontulmuş kirli ayakkabılarını taştan oyulmuş gösterişli masaya dayadı. Bir Türkmen hanımı öyle mi? İşte şimdi o Uç Bey’inin kuyruğuna basabilirdi. Bir hanım demek, Türkler için şeref demekti. İçeri bir şey girdi. Uçuş etekleri havada savruluyor, kokusu kendinden önce ortamı şenlendiriyordu. İçeri giren bir kadın değildi. Ejder ona “Sadece bir Türk kızı” diyemedi. Bir varlık, bir ahenk, bir... İsimlendiremedi adam. Gözleri üzerine kilitlendi ve bu mağrur güzeli gözledi. Çenesi havada, gözleri ateş parçası gibi üzerindeydi. İlk düşündüğü “Korkusuz” oldu Ejder’in. Korkusuz bir kadın oldukça tehlikeli olurdu. Bu kadından buram buram tehlike kokuyordu. Ama lanet olsun. Çok tatlı kokuyordu. Bedeni salınarak ona doğru yanaştı. Esir gibi değildi. Esir edecek gibiydi. Herhangi bir kadın kadar zarif değildi. Hayır, o iri yarıydı. Zarif demek onun gibi bir kadına hakaret olurdu. Eliyle dudaklarının kenarındaki sakalı ovarken öne doğru eğildi ve kadının ondan ayrılmayan gözlerine bakmak için üstün çaba sarf etti. Ama olmuyordu. Gözleri her ne kadar cezbedici olsa da, salınan bedeninden gözlerini ayıramıyordu. Boyu buralarda gördüğü hiçbir kadına denk değildi. Uzundu. Ejder gibi bir adam için biçilmiş kaftandı. Genç adam kaşlarını çattı ve bu fikirleri savuşturarak menekşe rengi gözlerine baktı. O güzelim gözlerinin ve narin ellerinin Ejder’e zarar verme olasılığı... Adam işte buna gülerdi. Kız cesur olabilirdi ama Ejder’i korkutmak şöyle dursun, sadece ilgisini çekmişti. “Yanaş!” diye kükredi. Kız arkadan bağlı elleriyle yerinde kıpırdamadan ona bakmaya devam etti. Korkusuz değil de, bir aptal olabilir miydi? Çünkü kimse Ejder’in gözlerine bakıp meydan okumaya cesaret edemezdi. Öne doğru eğildi, kollarını diz kapaklarına dayadı ve kızın bakışlarına karşılık verdi. “Yaklaş dedim.” Kız ona bakmaya devam etti. Sanki küfür ediyormuş, yüzüne tükürüyormuş gibi hissettirmesi çok garipti. Ejder bu oyundan hoşlanarak ayaklandı. Elindeki kayışı dizlerine vurarak ayaklandı. Kalenin sessizliği deri ayakkabısının gıcırdamasıyla bölündü. Kızın yutkunduğuna şahit olmasa şoka girdiğini veyahut deli olduğunu düşünürdü. Ama gözleri çok akılcı bakıyor, kırpmadığı göz kapaklarıyla ona meydan okuyordu. Kızın etrafında bir halka çizerek dolandı. Ölçüp biçerek gözlerini lüzum gördüğü her yanında gezdirdi. Kasıldığını ama kafasını asla yere eğmediğini fark etti. Bulutlar kadar beyaz ve yumuşak görünen teninin kızardığını fark etti. Tam önüne geçtiğinde durdu ve ayakuçlarından, kirpiklerine kadar inceledi. Kızın gitgide gerilmesi hoşuna gitti. Demek ki o kadar da korkusuz bir aptal değildi. Teninin kokusu sarhoş ediciydi. Ejder burnundan nefes almayı kesmeliydi çünkü bu tatlı kokuyu soludukça, kızın o beyaz boynuna yaklaşmak ve sokulmak istiyordu. O iradeli bir adamdı. Bir kadın için böyle duyguları asla hissetmezdi. Hele ki düşmanı olan, esir alacağı bir kadın için… Kafasını biraz daha eğdi. Kız etine dolgun ve uzun boyluydu. Yine de Ejder’le aralarında bir kafa boyu mesafe vardı. Adam, daha önce kendine bu kadar uyan bir kadın görmemişti. Biraz tartaklandığı için açılan örtüsünün kıyısından göz kırpan saçları bal rengiydi. Ay ışığının yardımıyla seçebildiği bu ayrıntılar adamın ellerinin kaşınmasına yol açtı. Bu kötüydü, çünkü kız bir fidye aracı olabilirdi. Kuralsız yağmacıların tek kuralı. Fidye malları, temiz gönderilirdi. İsteksiz kadınlara da asla el sürülmezdi. “Kimlerdensin sen dilber?” diye sordu diline hakim olamayarak. Kız ona öyle sert bir ifadeyle baktı ki, görende ona dokunduğunu sanırdı. Cevap vermedi. Çenesini kastı ve öylece bakmaya devam etti. Lal mıydı? Ya da bu kaleye kapatılacak kadar akıl sağlığını mı kaybetmişti? “Neyse...” dedi adam ellerini arkasında bağlayarak. Onun kelimeleri önemsizdi. Oda bir zamanlar para eden kıymetli mallarından biriydi. Ve bu kız, kesinlikle Uç Bey’i için kıymetli bir parça olmalıydı. Yoksa bu koca handa bir başına yaşamazdı. “Deli Boğan, malları yükle. Dönüyoruz,” dedi tükürür gibi. Kız ona tiksintiyle baktı, Deli Boğan yanaştığında ise bir çeşit aydınlanma yaşamış gibi şaşkınlıkla soludu. Ne yani, onu serbest bırakacaklarını falan mı sanıyordu? O güzelim, kedileri andıran gözleri kocaman açıldı. Mavi miydi bu renk? Yeşil mi, eflatun mu? Adam daha sonra gün ışığında incelemesi gerektiğini düşündü. Yazıktı. Böyle bir kız onun bir gecelik gönül macerası olabilirdi. Onu kandırabilir, koynuna alabilirdi. Şimdi ondan bir şeyler koparabilmek için elini sürmemesi gerekiyordu. Ejder arkasını döndüğünde kızın, “Durun!” diye bağırdığını işitti. Durmadı çünkü bir kadının sözünü dinleyeceğine, saçlarındaki zafer örgülerini keser atardı. “Bana dokunma!” Deli Boğan’dan oldukça gür bir ses çıktığında şaşkınlıkla dönüverdi. Kızın elinde ucundan kan damlayan işlemeli bir hançer vardı. Hızlı hızlı soluyor, bir ölüm habercisi gibi Ejder’e bakıyordu. “Bana dokunmamanızı söylemiştim.” Deli Boğan yaralı eliyle hançerini bir köşeye attı ve onun narin kollarını sıkı sıkıya tuttu. Kız iyi bir savaşçı olmasa da, iyi bir strateji uzmanı olmalıydı. Çünkü hançeri çelimsiz elleriyle beceriksizce kavramıştı. Ejder ona yanaştı. Kızla burun buruna gelene kadar eğildi. Kızarmış gözlerine eğlenerek baktı. “Tam bir Ejder’in ağzına layıksın yabani güzel. Ama dişimin arasında ziyan edemeyeceğim kadar kıymetlisin.” Kız... Onun yüzüne tükürdü! Yağmacı burnunda soluyarak kızın örtüyle saklanmış saçlarını kavradı. Çığlık atana kadar onu geriye doğru, kendine bakana kadar çekti. “Bir daha sakın! Bir daha sakın böyle aptalca bir şey yapma! Yoksa efendine bir tepsiyle kelleni yollarım.” Kız onun bakışlarında her ne gördüyse sessizleşti. Saçlarının acısıyla sulanan gözlerinin ardından ona baktı. Ejder tiksintiyle onu Deli Boğan’a doğru itti. Aşağılanmak şu hayatta en nefret ettiği şeydi ancak bir kadını ağlarken görmek… İşte bundan daha çok nefret ediyordu. “Ayaklarını da bağlayın. Bir saman yığını gibi atın herhangi bir kısrağın üstüne.” “Ejder...” dedi kardeşi hırsla burnundan soluyordu. “Kızın hizmetçisi var. Bu şu... Meşhur kız olmalı.” İmayla kaşlarını kaldırdı. “Oldukça çok konuşan ve ufak tefek bir hizmetçisi var. Ağızlarını kapatalım mı?” Kızın aniden çırpınması ve bağırmaya başlaması bu sözlerin ardından oldu. Demek hizmetçisi onun için kıymetliydi? Ejder sırıttı. Bu kızı nasıl uysallaştıracağını öğrendiği iyi olmuştu. “Onları da getirin. Uzun zamandır hizmetçilerimiz olmamıştı.” ... Atın altından akan ıslak zemini izleyerek düşündü genç kız. “Kendimi böylesi müşkül bir duruma nasıl soktum?” O aptal kalede, hapis hayatı yaşamaya devam ederken başına en fazla ne gelebilirdi? Evet, onu ancak bir Yağmacı kaçırabilirdi! Amcasının sözünü dinleyip uslu bir kız olmaya karar vermişti. Uslu bir kız olmazsa, bir kız kurusu olarak o kalede öleceğini artık anlamıştı. Kendince söz vermiş ve bunu uygulamaya başlamıştı. O koca düşkünü kız kardeşine bile tahammül edecekti! Biraz daha... Bir kaç ay daha başına bir iş açmasaydı ne olurdu? Adamlar sessizdi. Hele ki Beyliklerinin sınırlarında dolandıkları düşünülürse, bir av hayvanı kadar sinsi olan bu adamlar, kimsenin ruhu duymadan bir kaleyi yağmalıyor ve yine aynı sessizlikle alanlarını terk ediyordu. Ağzı bağlı olduğu için bir tabi kendi de sessizdi. Saatlerce süren yolculuk genç kızın kaburgalarının sızlamasına sebep oldu. Eğer bu adamlar onu öldürmeyecekse, yakında beyninin yere akmasıyla ölebilirdi. Önünde sefil bir halde ilerleyen hizmetlisi Katrina’nın ise kendinden pek bir farkı yoktu. O Bulgar göçmeni oldukça sadık bir hizmetliydi. Tüm bunları hak etmemişti. Ama susmak bilmez çenesi yine iş başındaydı. O ağzında ki çaputa rağmen nasıl homurdanabiliyordu? Şu Deli Boğan dedikleri ayıdan hallice olan adam yine Katrina’ya yaklaştı. Ürkütücü olduğu için genç kız nefesini tutmak zorunda kaldı. Hizmetçisi onüçünde bir çocuk boyundaydı. Yirmi yaşında bir kadın için bu oldukça güçtü. Ki şu Deli Boğan dedikleri adamın bir boğa kadar iri olduğu hesaba katılırsa... Genç kız, hizmetçisinin ölmeyecek kadar çenesini kapalı tutmasını umdu. Uzunca bir yolculuktan sonra, susuzluktan ölmediğine şükür edemediği bir vakit durakladılar. Uyuyacaklarını veyahut bir şeyler yiyeceklerini düşünmüştü genç kız. Her şey bir yana, bir yudum su için canını vermeye razıydı. Hizmetçisini ve kendisini Deli Boğan attan indirdi. İndirdi demek biraz naif kaçardı. Adam resmen onlara yağmaladıkları ganimetlerinden daha değersiz davranıyordu. Genç kız elleri ve ağzı bağlı bir vaziyette asilce ayakta durdu. Kayan örtüsü ve bitap haldeki yüzü onun güçlü gözükmesini engellese de, bu şirret adamlara tatmin yaşatmayacaktı. ... “Çok yumuşak...” diye fısıldadı kardeşlerinden biri. “Bence gece karası,” diye tahmin yürüttü bir diğeri. “Yolculuk bitmeden öğrenmeye ne dersin?” diye kahkaha attı en gençleri. Ejder homurdanarak doğruldu ve onların baktığı yere baktı. Neye böylesi hayranlıkla baktıklarını elbet biliyordu. Saatlerdir bakmak istemediği dilber, bir buzlar kraliçesi gibi omuzlarını dikmiş, suya kaçamak bakışlar atıyordu. Bu haliyle bile dokunulmazmış gibi görünmeyi nasıl beceriyordu? Elini suya daldırdı ve açık yakasından boynuna sürdü adam. Kızı adamlarıyla beraber süzmeye devam etti. Ayakları serbestti ancak kaçmıyordu. Ya bu fena bir numaraydı ya da hizmetçisini kendi canından daha çok seviyordu. Buradan bile aldığı kokusu rüzgarla karışarak Ejder’in sağduyusuyla oynuyordu. Güneş yüzünü okşadığı için ışıldayan kirpiklerini seçebiliyordu. Kısık gözlerini ona çevirdi. Ejder kanın bedeninden aşağı, oldukça mahrem yerlerine aktığını hissetti. Bu erkeksi duygulara engel olamazdı. O da nihayetinde kanlı canlı, oldukça da uzun zamandır böyle bir kadın görmeyen erkekti. Aniden doğruldu. Göndermeden önce onunla biraz oynarsa ne sorun olurdu? Kirletmeyecekti. Sadece... Sadece şu çocukların merak ettiği sorunun cevabını bulacaktı. Göründüğü kadar yumuşak mıydı? Peki ya saçları... Ona göz kırpan bal gibi mi kokuyorlardı? Peki ya o yanakları... Ne kadar yaklaşınca henüz kızaran elmalar gibi al al oluyordu? Belinin kıvrımını ve gerdanının kokusunu merak etmeyecekti. Eğer oralara girerse… Bu işin içinden çıkamazdı. Adam hızla kıza doğru yürüdü. Onun kendini fark edişine ve geri geri kaçışına şahit oldu. Ama yavaşlamadı. Adamlarından gür bir homurtu koptu. Belli ki hepsinin asıl yapmak istediğini Ejder yapıyordu. Bu yüzden daha da öfke duydu. Öylece dikilip, o garip gözlerini dikip kendilerini büyülemeye ne hakkı vardı? Onu kolundan tutarak sürükledi. Kızın itirazları, hizmetlisinin ağzı bağlı olduğu halde yüksek çıkan homurtularına karıştı. Elinin altındaki ten sıcacık ve yumuşaktı. Şimdilik kardeşlerinin bir sorusu cevabını bulmuştu. Adam onu gözden uzak bir kayalık kıyısına sıkıştırdı ve üstüne yürüdü. Tanyeri kızın pamuk gibi tenini aydınlatıyordu. Gözlerine ise kızıl harelerle şenlik veriyordu. Dudakları... O günahkar dudakları görmeliydi. Hiç gocunmadan ağzında ki çaputu hırsla çekti ve kenara attı. Kız bağırdı. Onu tekmeledi ve dişlerini gererek, koluna geçirmeye çalıştı. Yağmacı elleri bağlı olduğu için ayaklarını bacaklarıyla, kafasını da elleriyle zapt etti. Kız yeniden ona tükürmeye hazırlanınca, “Hizmetçine erken veda edeceksin öyle mi?” diye tısladı adam. Kız o güzel dudakları topladı ve nemli gözlerini ona dikti. Ama öfkeli çenesi titremeye devam ediyordu. Çaput kızın dudaklarını kızartmış ve hasar vermişti. Muhtemelen susuzluktan çatlamıştı. Çenesinde de debelenmenin verdiği bir darbe izi vardı. Adam kafasını bir eliyle tutarak çenesine dokundu. Kız çenesini hırla çekti. “Kusacağım,” dedi hırsla. Adam öfkelendi. Ona dokunmasından bu kadar mı iğrenmişti? Adam öfkeyle gülümsedi. “Seni kirletmeyeceğim Türkmen kızı. Ama bu, tadına bakmayacağım anlamına gelmez.” Ejder, onun tadını almak için kabarık dudaklarına yaklaştı. Kız garip bir şekilde uysaldı. Belki de o kadar da tiksinmiyordu... Ejder memnuniyetle yaklaştı. Eğer kız da razı gelirse, şu kirletme işini bir kere daha düşünebilirdi. Ama çok geçmeden bu uysallığın sebebi anlaşıldı kız bir bacağını fırsattan istifade kurtardı ve en acı çektiği yerine bir tekme geçirdi. Onu arzulayan ve dolgunlaşan yerine… Ejder homurdandı. Derhal toparlandı ama gözlerini bir kere kırpana kadar kız ceylan gibi sekmeye başladı. Ejder bu kovalamacadan memnun olarak sırttı. Çünkü ne zamandır, hiç bir ceylan ona meydan okumamıştı. Ona biraz süre tanıdıktan sonra peşine düştü. Uzun bacakları oldukça güçlüydü kızın. Koştukça örtüsü başından kayıyor, o batan güneşin altın rengi ışığıyla ışıldıyordu. Eteğini kavrayan elleriyle rüzgarla ahenk ederek bedenini genç adama daha çok sergiliyordu. Ah, ne ummadık bir ziyafet. Böylesi heyecanlanmayalı uzun zaman oluyordu. Avuç içleri kaşındı. Çenesi zevkle gerildi. Kıza doğru üç adımda yanaştı ve bileğini kavradığı gibi onu altına çekti. Kız nefes nefese debelenmeye devam etti. Hiç yorulmamış gibi onun güçlü ellerini ittirdi. Ejder, kızın bileklerini kavrayarak nemli çimenlere bastırdı. Açılan boynundan sergilediği tenini izledi. Kız kollarında hal kalmayana kadar debelenmeye devam etti. Böyle davrandıkça, ilgisini daha da artırdığını fark etmemiş miydi? Yağmacı, her zaman en olmazı isterdi. En yasak, en değerliydi. Kıza soluklarını vererek yaklaştı. “Şu kirletme işini yeniden düşünelim Gülbanu,” diye hırladı. Kız altında kaskatı kesildi. Sonra o güzelim gözleri kızgınlıkla parladı. Adam, bu rengin menekşe olduğuna karar emin oldu. Yaşlı kadının bahçesinde yetiştirdiği, her yaz çıkan menekşeler gibi... “Ben Gülbanu değilim seni pis yağmacı!” diye bağırdı kız tüm ormandaki kuşları havaya kaldırarak. “Şimdi çek o pis ellerini üzerimden.” Adam sersemledi. Ne yani, yine mi o Bey’e haddini bildiremeyecekti? “Sen... Sen şu Uç Bey’nin kızı veya kadını değil misin?” Kadını derken sesi neden öyle... Öyle tereddütlü çıkmıştı? Bu dilberi o yaşlı ve kurnaz adama yakıştırmadığı için mi? Saçmalık! “Söyle!” diye hırladı kızın yüzüne doğru. “Bana doğruyu söyle yoksa hizmetçinle seni bağlar, bir kuyuya sallandırırım.” Kız o nefis dudaklarını ısırdı ve tereddütlü gözlerini onda gezdirdi. “Ben... Kıymetisizim,” dedi her şeyi açıklarmış gibi. Bu kız mı kıymetsizdi? Ejder’e iyi bir adam olduğunu söyleseler daha az şaşırırdı. Bu kız bir hazine olmalıydı. Bir masal prensesi, bir kraliçe... “Yalan söylüyorsun!” diye tısladı yüzleri arasında fazla mesafe kalmaya kadar. Şimdi göğüs kafesleri birbirine değiyordu. İri göğüsleri kendi sert göğüslerine yapışmıştı. Solukları da öyle... Kız gözlerini sıkı sıkı yumdu ve gözyaşları toprağa aktı. “Ben... Bir hizmetçiyim,” dedi. Adam homurdandı. Ona inanmadığını belirten bir kahkaha attı. Kız ona ciddiyetle bakıyordu. Adam yaşadığı sevinç mi, hayal kırıklığı mı kestiremiyordu. Sonra sevinç olduğuna karar verdi. Kıza doğru acımasız güldü. “Demek ki, artık tamamen benim…” “Hanımım!” diye bağırdı cılız bir ses. Yağmacı kafasını çevirdiğinde arkasından Deli Boğan’ın koştuğu ve omzuna attığı hizmetçiyi gördü. Adamın omzunun üstünde debeleniyor, ufacık ellerini koca sırtına vuruyor ve Ejder’e bağırıyordu. ”Çek ellerini seni tek gözlü canavar Dilruba hanımımın üstünden! Yoksa Oğuzlar, Uç Bey’inin kızına elini sürdüğün için seni hadım eder!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD