Sağ yanında Karahanlılar ve Selçuklular vardı... Onların içlerinde Oğuz Türkleri... Sol yanında iğrendiği ırk Bizanslılar... Hemen ayakları ucu yönünde Arap Boyları ve Abbasiler... Uzak diyarlardan gelmişti buraya Ejder. Kanla, açlıkla, gözyaşlarıyla dolu bir yol çizmiş, bir yolu atlatmak için, bir insan öldürmüştü. Kırgızların ve Karahanlıların diyarından geçerken Farsça ve Arapça öğrenmişti. Dilenmiş, bazen de ormanlarda avlanmıştı. Orada kardeşi Anka’yla tanışmıştı. Anka, soyunu bilmese de bunu önemsemiyordu... Selçukluların ve Oğuz Türklerinin diyarında yaşadığı sürede de Türkçe öğrenmişti. Aynı zamanda bir kaç kardeş edinmiş ve onlarla beraber Bizans’a kaçak bir yolculuk başlamıştı. Bizans’ta, o altından oyulduğuna inanılan Konstantinopolis şehrinde, henüz ondört yaşında olan bu genç adamlar pekiyi karşılanmamıştı. Türkler onların çalışmalarına izin veriyordu. Aç karnını doyuran birçok şefkatli yaşlı kadın vardı... Ama Bizans... Bizans acımasızdı. Açlıktan ölen dilenciler ve soysuz olduğuna inandıkları insanlara eziyet eden insanlarla doluydu.
Ejder orada Agah’ı buldu. Deli diye sokağa atılan, kendinden bir kaç yaş küçük, sevgi dolu bir çocuktu. O deli değildi. Sadece fazla akıllıydı. Ejder insanlara güttüğü nefretle hayvanlara daha çok bağlandı. Bu yüzden kardeşleriyle beraber ormanda yaşadı... Bir gün- o gün onların miladıydı- Korsan geldi. Onlardan bir kaç yaş büyük bir delikanlı... Çenesinin büyük bir kısmı yaralıydı ve ürkütücüydü... Ama o da, babasız ve annesiz bir çocuktu. Tek şansı onu yetiştiren ustasıyla beraber devri alem yapması ve ölen ustasının gemisine sahip olmasıydı. O akıllıydı. Aç kalmayan, korkutucu bir korsandı...
Ve hep beraber bu adayı bulmuşlardı. Sadece bir kaç yerlinin yaşadığı, eski bir kaleye sahip olan ada terk edilmiş gibiydi. Yüzyıllar önce... Şad, o ailenin çocuğuydu. Genç çift gençlere kapı açmalarına rağmen kızıl hummaya yakalandıkları sürede, kendilerini bir mahzene kapatmış ve ölene kadar, onlara sadece kapı ardından bakmışlardı. Şad, onların emaneti olarak Ejder’in en genç kardeşi olmuştu. Ve bir diğerleri... Her sızma girişimlerinde kılık değiştirip pazarlarda gezerken dilenci çocuklar buldu. Kimi sadece satılmış köleler, kimi annesiz ve babasız sahipsizlerdi... Ejder, kendi saltanatını kurduğu bu adada, hiç olmadığı kadar ait hissediyordu. Başka şehirlere, başka ülkelere sızıyor, ihtiyacından fazlasını kullanan herkesin malını yağmalıyordu. Bu çocukların hakkını izinsizce onların elinden alıyordu.
Ondan haberdar olan hükümdarlar ve krallar kellesine altınlar koymuştu. Ama bu, olayın sadece dış yüzüydü. Devletlerin siyasi oyunlarında Ejder bir pamuk ipliğinde sallanıyordu. Kimse onu öldürmeye veyahut kovmaya yeltenmiyordu. Hepsinin ondan bir çıkarı vardı...
Genç adam derin düşüncelerden sıyrılarak yan döndü. Uyuyamadı. Bacağı sızlıyor ama umursamıyordu. Günün aydınlandığını biliyordu. Mağara nemli bir tabakayla ısınmaya başladıysa eğer, güneş doğmuş demekti... Ama bir kaç dakika önce uyanan, sanki biri onu dürtmüş gibi irkilen ve etrafını gözleyen kızı aklından çıkaramıyordu.
Uyuma taklidi yaptığı sürece onun elleriyle toprağı dövmesini ve bedenine sürmesini izledi. Bir tür ayin mi yapıyor acaba, diye düşünmeden edememişti. Kadın Ejder’in daha önce de tanık olduğu bir ibadet şekliyle alnını yere vurarak ve ellerini göğsünde bağlayarak hareket ediyordu. Fısıltılı kelimeleri anlaşılmaz bir Arapçaydı. Bir kaç yüzyıl önce kullanılan haliydi...
Ejder ibadeti bitip ellerini kaldırıncaya kadar onu izledi. Sonra kızın gözyaşı dökmeye başladığını görünce tahammülsüz gözlerini yumdu ve kızın hareket sesleri susana kadar açmadı. Açtığında ise sabah olmuştu işte... Bu koca adada en uzun gecesini geçirmiş, sabahı etmişti.
Doğruldu. Kıza yaklaştı ve onu ayağıyla dürttü. Dokunmaya korkuyordu. Örtüsüyle yüzünü saklayan kızın uyurken ki halini görmeye daha çok korkuyordu... Rüyalarının istilacısı doğruldu ve örtüsü yüzünü okşayarak kenara çekildi. Sıkı bir düğüm atmış olmalı ki saçlarından hiçbir ipucu vermedi... Mahmur kirpikleri aralandı. Ona baktı. Ejder göğsüne bir kütükle vurmuşlar gibi sersemledi. Kız kaşlarını çattı. Kütük bu sefer göğsünü iyice ezerek yer değiştirdi. Kız doğrulup ondan kaçındığında ise Ejder, kütüğü paramparça etti ve kıza seslendi.
“Benimle gel. Senin gibi tehlikeli bir yaratığı tek başına bırakmak tehlikeli.”
Arkasını döndü ve tahtayı kapıya geçirdi. Kız garip bir şekilde uysalca onu takip etti. Dün ki o gösteriden sonra daha sessiz ve teslimiyette bir hali vardı. Ejder tabi ki bu sefer de inanmayacaktı. Ama bu masum halinden hoşnuttu. Kız onu takip ederken adamların gözleri onu tarıyordu. Ejder dişlerini sıkarak bir laf etmemek için sabretti. Kardeşlerine bir kadın için öfke duyamazdı.
Avluya vardığında bir grup kardeşlerin bir araya toplandığını fark etti. Agah her zamanki anormalliğiyle gruptan farklı bir köşede elleriyle bir şeyler tekrarlıyordu. Anka iyi bir lider gibi hepsinin dinlemesini sağlayan ses tonuyla emirler yağdırıyordu. Yeni gelen çocuklara kuralları duyuruyordu. Ejder yaklaştıkça minik kardeşlerini fark etti. Onlarla bizzat tanıştırılmamıştı.
Arkasını hiç kontrol etmedi Ejder. Kardeşleri onun bakışlarındaki garipliği fark edebilirdi. Kız kaçamazdı. Güvenlik iki katına çıkarılmıştı. Zaten Ejder onun teslim olduğunu seziyordu. Aralarındaki o yoğun hava kızın arkasından ayrılmadığını söylüyordu.
Kardeşleri bir anda onlara döndü. Gözleri Ejder’e çarptığında doğruldular ama hemen sonra arkasına iliştiğinde hepsi sadece ve sadece oraya baktı. Ejder boğazını temizleyerek yerini değiştirdi. Onların dikkatinin dağılmasını istemiyordu. Maalesef söz konusu Taylan olduğunda, dikkat dağıtmak yalnızca bir görevden ibaret oluyordu.
“Vay, vay, vay... Bu kapalı zindana güneş doğru. Ejder kendine sakladığın bu ışığı bize takdim etmeyecek misin? Ya da belki benim kendimi takdim etmemi istersin...”
Ejder derhal araya girdi. Taylan’ın kendini nasıl takdim edeceğini çok iyi bildiği için itiraz etmek üzereydi... Ama daha garip bir şey oldu. Taylan kıza yaklaşamadan kız bir kedi gibi arkasına sokuldu. Ona dokunmuyordu ama genç adamı kalkan olarak kullanıyor, kardeşlerinin bakışlarından kaçıyordu. Ejder yutkundu. İçinde bağıran sahiplenmeye engel olamadı.
“Kız seninle tanışmak istemiyor,” diyebildi. Nefes nefeseydi. Bu da neydi? Odasında ki o yırtıcı varlık da neredeydi?
Taylan mızmız bir çocuk gibi dudak büktü. Yakışıklı yüzü hiç de bir çocuğa benzemiyordu. Dilruba ona bir kere yakından baktığında kesinlikle tüm yelkenlerini indirirdi. Hangi kadın bu adama, “Hayır” derdi ki?
Anka homurdandı. “O canavara söyle, sayesinde bu gençler donarak ölmek üzereydi.”
Ejder hırlamasına engel olamadı. Kıza hakaret etmeleri hoşuna gitmemişti. Belki haklılardı. Birçoğu burnunu silen çocuktan ibaret olan çocuklar da Anka’nın isyanını haklı çıkarıyordu... Ama Ejder kaçırılan bir Türk kızından başka türlü bir tepki bekleyemezdi. Onun adına bahane aradığı için değil, sadece...
Anka sözlerine devam etti. “Kıyafetler temin etmeliyiz Ejder. Çocuklar değiştirebilecekleri tek kıyafetlerini kaybettiler. Türk tüccarlarından yeni aldığımız pamuklu örtüler de denizi boyladı. Şu sıralar sınırda sıkı denetimler yapılıyor. Kimsenin kolay kolay bir tomar kıyafet almamıza izin vereceğine emin değilim...” Kardeşi gözlerinden alev çıkarsa şimdide göğsünü delmiş ve arkasındaki kızı yakmıştı. Ona güvendiği için kendinden de nefret ediyor olmalıydı.
Ejder duraksadı. Sonra bu sözlerinin genç kıza da gözdağı olacağını düşünerek, “Gidiş süremizi erkene aldım. Bu gece yola çıkacağız ve iki güne kalmaz Korgun köpeğinin inine gireceğiz. Ona yeğenini vereceğiz ama karşılığında, pek de azımsanmayacak bir şey elde edeceğiz...”
Adamlar ona soru işaretleriyle baktığında Ejder gidene kadar açıklamamaya karar verdi. Bu herkese bir sürpriz olacaktı. Kendine bile... Elinde ki kozlar Korgun’un sonunu getirecekti, Ejder’in ise yeni bir hükümdarlık kurmasına çok az bir zaman kalmıştı...
“Kıyafetler, örtüler, yiyecekler; hatta hepinize ait binek hayvanlarınız olacak, belki ünvanlarınız bile...” Kardeşleri ağzı açık kalmış ona bakıyorlardı. Ejder’in hırsı gözünü bürümüş olabilirdi. Ama bu kainat, bunu gerektiriyordu. Güçlü olmak için kuralına göre oynamalıydı. Ona umutla bakan şu minik gözler, onun sırtına dayanmak için bekleyen genç delikanlılar, omuz omuza savaşmak için sabırsızlanan kardeşler... Hepsi Ejder’in bir sözüne bakıyordu. Ve Ejder, onlara en iyisini sağlamalıydı.
“Arkamdan gel.” dedi arkasına bile bakmadan. Şaşkın kardeşleri onun küçük kardeşlerini kontrol edeceğini anlamış olmalı ki peşine düştü. Ejder bunu her hafta yapardı. Onları dinler, dileklerini yerine getirmeye çalışır, sorularını cevaplardı. Ama şimdi ardından gelen düşman onu tedirgin ediyordu. Acaba hakkında ne düşünecekti? Onun merhametli ve iyi niyetli biri olduğunu düşüneceği kesindi... Ama Ejder kardeşleri dışında kimseye merhamet duymazdı. Kızın bunu anlaması gerekiyordu.
İlk girdiği sığınak büyüktü. Etrafa atılan hasır halılar pek de korunaklı değildi. Ama bir kaç öksüren küçük beden üstüne kıvrılmış, yırtık gömlekleriyle ısınmaya çalışıyordu. Ejder bu manzaraya dayanamadı. Onların yemek yediğinden emin olmaları için Anka’ya talimat verdi ve bir başka sığınağa yöneldi. Ama arkasından gelen o akımı hissetmedi. Taylan ve diğer adamlar da şaşkınlıkla duraksamıştı. Ejder göreceği manzaraya kendini hazırlamak için dişlerini sıktı. Kız yine birinin hançerini mi çalmıştı?
Ejder arkasını döndü. Ve asla beklemediği o manzarayla yüz yüze geldi. Kız titreyen ve sayıklayan minik bir bedenin üzerine eğilmiş, alnında ki saçları geriye doğru iteliyor, ona bir şeyler fısıldıyordu. Çocuk muhtemelen bir meleğin onu almaya geldiğini düşünerek burukça gülümsüyor ve sayıklıyordu.
Genç kız bir anda gözlerini kaldırdı. Ejder’e öyle büyük bir nefretle baktı ki, adam az kalsın sendeleyecekti. “Hiç Hak’tan korkmaz mısın sen?” diye nefret kusan sesiyle fısıldadı. “Hiç mi utanmazsın?” derken dişlerini gösteriyordu ona. Ejder sersemledi. Ne? Çocukları Ejder gibi bir canavara karşı koruyor muydu?
“Lafını bil!” diye homurdandı Deli Boğan farsça. Sinirlendiğinde dilleri hep birbirine karıştırdı. Ejder elini kaldırarak onu susturdu. Merakla Dilruba’ya bakıyordu. Bu bakışmayı kimsenin bölmesini istemiyordu.
“Ona merhamet mi duyuyorsun?” diye sordu merakla. “Şuan pis ve belki de bulaşıcı bir hastalığa sahip. Ortalıkta büyüyen, dilenci bir çocuk... Ona dokunurken...” dişlerini sıktı. Anılar zihninde bağırıyordu. “Ona dokunurken tiksinmiyor musun?”
Dilruba öfkeyle ayaklandı. Kudretli bir dağ gibi önünde dikildi. Narin bir kadın değil de, bir hükümdar gibiydi...
“Asıl tiksindiğim sen ve senin fikirlerin!” diye bağırdı kız. “Bir çocuk o!” diyerek arkasında titreyen bedeni gösterdi. “Senin mantıksız altın hırsından bihaber, masum bir melek!”
Ejder keyiflenerek gergin omuzlarını rahat bıraktı. Hatta yüzüne bir sırıtış yayılmasına engel olamadı. Bu sırıtış, kardeşlerinin de gülümsediğini, hatta hülyalı hülyalı genç kıza baktığını görünce bozuldu. Boğazını temizledi. “Peşimden gel ve çocuklarımı rahat bırak.” dedi kıza. Adamların görüşünü bölmek için araya girmesi fayda etmezdi. Kızın o müthiş ışığı şimdiden kasvetli mağarasını aydınlatmıştı. Kız,” Ben burada kalıyorum...” dedi.
Herkes soluğunu tutarak Ejder’in tepesinin atmasını bekledi. O emir vermezdi ama kardeşleri her daim gazabından korkardı. Sözüne fazla itiraz eden olmazdı.
“Kalıp ne yapacaksın?” diye sordu Ejder derin bir merakla. Kız ona bakmadı bile. Şanslı çocuğun üzerine eğildi ve örtüsünün ucuyla terli ve kirli yüzünü sildi.
“Eğer adamların bir işe yaramak istiyorsa bana biraz soğuk su ve bez getirir. Ayrıca bu çocukların hepsinin çorba içmeye ihtiyacı var... Sizin o kızarmış kemik torbalarınızı yutamayacak kadar güçsüzler.”
Ortalıkta tek bir çıt çıkmadı. Herkes suçlulukla sessiz kalmıştı. Tek yemek yapmayı beceren kardeş, çorba yapmayı pek beceremiyordu. Etleri tüm olarak pişirir ve önlerine yığardı.
Dilruba farkındalıkla gözlerini kıstı. Zeki gözleri tüm adamları birer birer doğradı. “Bunca adam... Çorba yapmayı bilmiyor mu yani?” dediğinde, bir kaç boğaz temizleme ve bahaneli kaçışlar gerçekleşti. Arsız Taylan bile bir işi olduğunu söyleyerek kaçmaya kalkıştı. Kız, sanki oranın efendisi kendisiymiş ve onlar birer avuç köleymiş gibi, “Durun bakalım!” diye bağırdı. Kardeşleri derhal itaat etti. Yerinden ayrılmamış olan Ejder bile soluğunu tutmuştu. Huşu içinde bu gösteriyi izliyordu.
“Eğer bu çocukları kendi çıkarınız için kullanıyorsanız en azından onları beslemeli ve iyi bakmalısınız.” Amaçlarını tamamen yanlış anlamış olsa da haklıydı. Bu çocuklara iyi bakılması gerekiyordu. Bunu da ancak, bir kadın yapabilirdi.
Kadın, tasvirinin en güzel örneği olan bu kadın...
Anka, Ejder’e bir bakış attı. Oda kendi kadar bu kadının çocuklara olan ilgisine hayran kalmış gibiydi. Ve şüphe içlerinden sinsi bir gölge gibi geçti. Anka gözlerinden geçen karanlığı diline döktü...
“Eğer kaçmak için bu çocukları kullanıyorsan...” Kız öfkeyle sözünü kesti. Sesi bir kaç kere duvarlara çarptı ve koca koca adamları titretti.
“Senin o körleşmiş kalbin görmüyor olabilir ama bu çocukların benden farkı yok. Sizin elinizde yok olup gitmeden önce onlara yardım etmek zorundayım. Şimdi başıma Deli Boğan’ını mı, yoksa başka bir gardiyanı mı dikiyorsanız dikin ve dediklerimi getirin. Ayrıca bu çöplükte bir mutfağınız var mı bilmiyorum ama malzemelere ve kocaman bir tasa ihtiyacım var.”
Mutfak denilen o yeri görünce kızın bayılacağı kesindi. Ama iyi bir demir ustaları vardı ve kapları oldukça yeniydi. Agah’ın deli fikirlerinden biri olan, adını “Pişirici” gibi saçma bir şey koyduğu, eşit aralıklarla ısı yayan garip bir aletti. İçine koyduğu “Siyah taş” adını verdiği, keskin bir kokuya sahip olan yakıcı taşla ısıyı uzun süre koruyordu.
Adamlar sessizce kıza itaat etmeye başladı. Herkes bu çocukların iyi olmasını istiyordu. Bu yüzden hiç bir yardımı geri tepemezlerdi. Tek açıkları buydu. Çocukları...
Dakikalar içinde içeri sular ve bezler taşındı. Genç kız ona yardımcı olmasını istediği, Şad’la beraber çocukların koltuk altlarına ve başlarına ıslak bezler koydu. Bu işi Şad’a bırakıp Anka’ya bir devin cüceye bakışı gibi baktı ve “Beni yemekhanenize götürün.” dedi.
Adam irkildi. Şaşkınlıkla Ejder’e bir bakış attı. Ejder başıyla onayladığında Dilruba’nın gözleri ona çarptı. Orada pişmanlık gördüğüne inanamayan Ejder, kız daha mahzenden çıkmadan kolunu kavradı. “Ne oldu?” diye sormadan edemedi. “Bu seferberliğinin sebebi nedir?”
Kız sanki ondan iğreniyormuş gibi ellerinden sıyrıldı. “Eğer kaçışım bir kaç küçük çocuğun hastalanmasına sebep olacaksa, senin gibi bir gaddarın ellerinde mahkum olmayı tercih ederdim. Onlara bunu yapmak istemezdim.”
Gururlu ama hatasından haberdar bir kraliçe gibi oradan ayrıldı. Ejder azarlanışına mı gülsün, kızın tavrına mı öfkelensin bilemeyerek onu takip etti. Yolda birkaç yoldaşının derdini daha dinlemek için durdu. Oraya vardığında kız çoktan işin başına geçmişti. Hırpalanmış ve kirlenmiş görünüyordu. Siyah taş, suratına bulaşmış, duman öksürmesine sebep oluyordu, kız durmadan söylenerek bu taşı yakmaya çabalıyordu. Ejder onu seyreden kardeşlerine öfkeli bir bakış attı. Kimsenin onu umursadığı yoktu. Hayranlık duydukları bu prensesi izlemek için Ejder’i yok sayıyorlardı. Ejder dayanamayarak bağırdı.
“İşinizin başına geçin!”
En sonunda kendine gelen kardeşleri dağılmaya başladı. Dilruba onun sesini duyunca önce hareketsiz kaldı, sonra omuzlarını kaldırarak işine devam etti. Umursamıyordu... Bu kız onun varlığını umursamıyordu! Delikanlı Şad’la bile daha ilgiliydi. Ejder homurdanarak ona yaklaştı ve yakmak için çabaladığı çırpıları elinden aldı. Demirden oyulan aletin içine yerleştirdi ve taşları sürterek kıvılcımlar çıkarmaya başladı. Anında alev aldı ve müthiş bir ısı yaymaya başladı.
“Sana neden Ejder dedikleri ortada...” dedi kız. Genç adam iltifat ettiğini düşünerek kıza şaşkınlıkla baktı. Ama hayır, bakışlarında hoşgörü yoktu. Kin vardı. “Yakmaya ve yağmalamaya meraklı olduğun için.” diye tısladı kız.
Adama bir kere bile bakmadan getirilen malzemeleri koca kazanda kaynatmaya başladı. Koku yayıldıkça daha çok kardeşi kapıya dikildi. Sanki bir büyüydü ve tüm insanlığı etrafına topluyordu. İnanılmaz kokuyordu. Ejder’in bile burun delikleri şenlendi. O ihtiyarın pişirdiği çorbaları hatırladı. Onlar bile bu kadar nefis kokmuyordu. Garip bir anda bu kızın burayı yarın terk edeceğini anımsadı. Tüm bu tantana son bulacaktı. Çocuklar yine aç kalacak, Ejder yine o kocaman ve zengin odasından çıkmayacaktı. Yetim ve öksüzün asıl anlamını taşıyan tüm kardeşleri bunu yeniden hissedecekti. Genç adam bu kızdan nefret etti. Varlığıyla etrafını doldurmasından ve yokluğuyla boşluk yaratmasından da... Ejder bu kadından tıpkı o yaşlı bunaktan nefret ettiği gibi nefret edebildi...
Kazanlarla yapılan çorba, koca taslarla dağıtıldı. Önca hastalara. Sonra ufak çocuklara... Ve en sonunda delikanlılara... Kız iki kere pişirmek zorunda kalsa da pek umursamış gibi görünmüyordu. Yüzlerce genci doyurdu.
Anka, Deli Boğan, Agah, Taylan ve odasından hiç çıkmayan Korsan dışında herkese çorbasından tattırdı. Tabi, Ejder de mahrum kalanların içindeydi. Umursamadı. Kız fazla hırpalanmıştı ve hasta çocuklar doymuştu. Onun tıpkı kendi gibi güzel çorbasından içmese de olurdu...
Adam tiksintiyle kendini teselli ettiğini fark etti. Yok artık! Bir de dudak büküp mızmızlansaydı! Adamın dalga geçtiği bu eylemi Taylan gerçekleştirdi. Kızın yakınına sokuldu ve tasını uzatarak, “O enfes çorbanın tadına bakmama izin ver.” dedi. Sanki yemek istemiyor, kıza iltifat ediyordu. Bir masal prensi gibi göz süzüyordu. Ejder yumruklarını sıkarak kendini engel olmaya çalıştı.
Dilruba adama yorgun bir tebessüm sunduğunda ise kan beynine sıçradı. “Biraz kaldı. Ama doyuracak kadar değil.” diye fısıldadığında ise kıskançlık damarlarına aktı. Eğer birazcık kaldıysa o Taylan’ın hakkı değildi. Derken Şad içeri girdi. Bitkin ve rengi atmıştı. Muhtemelen iyileştirme çabasında o da hastalık kapmıştı. Dilruba ancak bir sevgilinin endişesiyle Şad’a doğru koştu. Adamı yakından inceledi ve “Hastalanmışsın.” diye sızlandı. Genç adam ne kadar şanslı olduğundan habersiz çarpıkça gülümsedi.
“Sadece biraz...”
Kız son kalan çorbayı ona doldurdu ve bez tutmaktan yorulan Şad’a içirmeye başladı. Ejder çenesini sıkmaktan dişlerinin kırılacağını sandı. Ne yaptığını bile anlamadan tası kızın elinden hiddetle kaptı. Şad ve diğer tüm adamlar ona şaşkınlıkla baktı. Ejder çaresizce bir gerekçe aradı. Kıskançlığını ört bas etmek için mükemmel bir sebep bulmalıydı... En sonunda, “Ben içiririm.” gibi dehşet utanç verici bir cümle kurdu. Kızı oradan iteledi ve Şad’a tüm tası zorla içirdi. Çocuk neredeyse boğulacaktı. Sırtını yumrukladı ve “İyisin, iyisin.” diye homurdandı. Boş tası ortalığa attı.
Arkasını döndüğünde ona bir hayalet görmüş gibi bakan dört yüzü umursamadı. Köşeye çekilmiş ve bitkinlikten sendeleyen kızı gördüğünde ise tüm bu utanç uçup gitti. Çocuklarını doyurmak için bu haldeydi.
“Yeter artık bu kadar ortalıkta dolandığın...” dedi Ejder öfkeli bakışlara maruz kalarak. “Düş önüme. Odama dönüyoruz.”
Kız homurdandı ama öyle yorgundu ki, odasına gitmeyi kabullenmişti. Ve muhtemelen açtı. Ejder o mahzenine girene kadar arkasında, elleri tedirginlikle açık halde takip etti. Her an düşecek gibiydi. Kız odaya girdi ve doğruca Ejder’in yatağına yöneldi. Belli ki aklı başında değildi. Yatağa yüz üstü devrildi ve aynı anda uyuya kaldı.
Ejder uyumadı. Hayır, o dışarı çıkıp avlanacaktı. Karnı açtı. O yemek yemeden duramazdı. İçinden bir ses ona sıkı bir kahkaha attı. Kendi açlığı umurunda değildi. Dilruba’yı doyurmalıydı.
Genç adam planlarını hatırlarken gürültüyle iç çekti. Keşke Dilruba, Gülbanu olsaydı. O dillere destan olan kız... Hak etmediği unvana sahip olan kibirli Bey kızı...
Dilruba önemsiz ve akıllı bir ikinci kız olmasaydı, Ejder onu kendinin yapardı. Tıpkı Gülbanu’yla evleneceği gibi... Bu garip ve kötü tesadüften nefret etmişti. İlk başta aklından böyle bir şey geçmiyordu. Ama durum ortadaydı. Amca, Gülbanu’yu Beylik için elinde tutuyordu. Ve çeyiz için... Çünkü her daim bir erkek çocuk yoksa ilk kızın kocası Bey olurdu. O yaşlı çakal bunun farkındaydı. Dilruba’yı o kuleye bu yüzden kapatmıştı. Oğlunun yaşının dolmasını bekliyordu...
Ejder işlerine duvar ören bu adamı alt etmeliydi. Kardeşlerine korunaklı bir alan sunmalıydı. En önemlisi, artık bir adı ve yeri olmalıydı. Moğol piçi değil, dilenci değil, Ejder değil, Bir Bey olmalıydı. Artık Araplardan, Ermenilerden, Türklerden ve Bizanslılardan kaçmak zorunda kalmayacaktı. Bir yere ve izne sahip olacaktı. Bir şeyleri çalmadan, kendi gibi sahipsiz çocuklara yaşam verecekti. Ve yaşadığı süre boyunca ona tekme atan tüm o güçlü korkakları dişleri arasında ezecekti...
Genç adam baldızı olacak olan kızı düşündükçe çaresizce bağırmak istedi. İşte işler, tam da burada düğüm oluyordu. Ejder bu kızı arzulamaktan vazgeçmeliydi. Ablasıyla evlenirken kızın kokusunu içine çekmeye devam mı edecekti? Belki de Bey olduğunda onu evlendirirdi. Böylece gözlerinin önünden kaybolurdu...
Ejder okunu yayından çekti. Bir kuşun çığlığı okunun sivri ucunda son buldu. Kalbinin bağırtısı taklit edercesine söndü ve acı bir cızırtıya dönüştü. Onu evlendirecekti. Belki de topraklarını büyütecek bir anlaşmayla... Bu kızın yanında bir buz tabakası gibi duracak olduğuna emin olduğu Gülbanu’yu da kendi karısı yapacaktı.
Şan ve toprak için bir kefaret...