Karşımda, soğukta kalmış bir it gibi korkudan ve sinirinden tir tir titriyordu... hoş bu yaratığa it demekte o güzelim hayvanlara hakaret olur. Merminin ateşlenme sesiyle lanet olası kulağında duymak zorunda kaldığı o tiz çınlamanın yavaş yavaş dindiğini biliyordum. 'Allahsızlar' diye bas bas bağırırken, kendi sesinin ona ne kadar yabancı geldiğinin de farkındaydım. Üzerindeki kot pantalonunun önünün ıslandığını gördüğümde ondan bir kez daha tiksindim. "noldu lan! atıp tutuyordun ya... hadi devam etsene, konuşsana geçmişi siktiğimin dallaması!" diye bağırdığımda o iğrenç korkusuyla yerinde sıçradı.
"çok mu korktun a evladım! adamsın ya sen.. hatta adamın dibisin be oğlum!" diye dalga geçip, o kibirli gururuyla oynamaya başladığımda ancak pis bir tondaki mavi gözlerini açtı. O maviliğin etrafı kan çanağı olmuştu ve tüm nefreti, öfkesiyle bana, Boğazkesen Nejat'a baktı. Karşısında öylece durmuş ona bakıyordum ve fark ettim ki az öncesine kadar ruhunu esir alan o korkusu kısa bir süre sonra bir kuş gibi uçup gitti. Yan tarafına geçtiğimde, aniden o kalın ensesinden boynunu parmaklarımla kavradım ve bana direnmesine rağmen başını zorla önüne eğdirdim. Eğilip, yandan yüzüne baktığımda gözlerini yine sımsıkı kapadığını ve olanca şiddetiyle dişlerini sıktığını gördüm. Tam kulağının dibinde, "aç ulan gözlerini!" diye öyle bir bağırdım ki boşta bulunup artık kıçıyla özdeşleşen sandalyesinde korkuyla sıçradı yine ve hemen açtı gözlerini.
Parmaklarım o lanet boynunu daha çok sıkarken, yüzünün rengi kıpkırmızı oldu. "bak ulan önüne! adamsın ya sen! bak gör işte halini... erkekliğin bacaklarının arasındaki ıslaklık kadarmış... (can dosttan alıntıdır) bak gör, görde ibret al halinden! tabii alabilirsen Allah'ın manyağı... senin erkekliğin işte buraya kadar, senin erkekliğin sana direnemeyen, benden almaya çalıştığın o kıza zulum ettiğin kadar oğluuum! Bundan sonra bana ait olanı benden almaya çalışırken ve bana efelenirken kırk kere düşün göt herif!" diye yine tüm öfkemle bağırdım.
Ona bakarken, karşımdaki acizliğinden nefret ettim, kusasım geldi.
Yıllar ve yıllar öncesinde beni terk eden, terk etmesi için elimden geleni yaptığım, düşmanım bile olsa birilerinden intikam alma duygum, o isteğim bu şerefsizin yüzünden tüm gençliği ve canlılığı ile gelip canıma, ruhuma yapışmıştı. İntikam duygusu soğuk yenen bir yemek gibidir. Aslında ne kadar uzatırsan, o duygu insanı o kadar güçlü, bir o kadar da sabırlı kılar ve intikamını aldığın o an, o saat dünyanın en nefis yemeğini yemiş gibi hisseder insan kendisini ama gel görki ben ancak üç gün dayanabildim. Günlerdir ciğerlerimi, kalbimi kavuran o intikam ateşini ancak bu kadar dizginleyebildim. Şimdi de bütün bedenim, benliğim, ruhum o ateşle yanıp kavruluyor. Üç gün öncesinde bu mahlukat tarafından Defneme yapılanlar, gördüklerim, görmek zorunda kaldıklarım bedenimden, canından can çıkıyormuş gibi hissetmeme neden olmuştu ve birde Defnemin söylediği, bu ülkenin ormanlarında yatan o sahipsiz, garip kızları kimsesizlikleriyle düşünmek, intikam alma duyguma sonsuz bir yakıt oluyor şimdi.
Ölü bir sessizliğin hakim olduğu mekanda duyulan tek ses, onun git gide daha çok hızlanan nefes alışverişinin sesiydi. Bir anlığına şuracıkta beynine bir jarjür boşaltıp onu öldürmeyi çok istedim ama intikam duygusunun ağır bastığı ruhum, ona daha çok acı çektirmenin hesaplarını yapıyordu ve ayrıca bu mahluku Rüstem'e sağ salim teslim etmemiz gerektiğininde bilincindeyim.
"ne istedin lan sen o kızdan haa ne istedin?"
Benliğimi ele geçiren öfkemle bir anda bağırdığımda korkuyla yerinde sıçradı yine. Her hareketini, bakışlarını, korkuyla nefes alıp verirken, durmadan inip kalan göğsünü, bir ressamın elinden çıkmış gibi görünen o kusursuz burnunun hızlı hızlı açılıp kapanan yan çeperlerini, mavi gözlerinin bir an küçülüp, sonra irileşen siyahlarını tek tek izlerken, onu göz hapsine aldığımın farkındaydı. O lanet gözlerini, gözlerimden hiç ayırmadan bana bakmaya devam ediyordu ve o bakışıyla benden nefret ettiğini bana hissettiriyordu. Gözlerini bir kez olsun kırmadan, tüm gücüyle sıktığı dişlerinin arasından, "Defne benim ve bu sonsuza kadar böyle kalacak!" dedi, diyebildi... bu cüreti bana gösterebildi. Ne çeşit bir manyakla karşı karşıya kaldığımın o an farkına vardım. Daha önce de çok değişik tipler, piskopatlar görmüştüm ama şu an bana tüm özgüveniyle bakan bu yaratık hiçbirine benzemiyordu. Neyine güveniyordu ki böyle konuşma cesaretini gösterebilmişti bana?.. işte bunu aklım almıyordu. Mutlaka güvendiği bir şeyler, birileri olmalıydı. Yoksa böyle kıskıvrak yakalanmış, üstelik yaralı ve bilmediği bir yerde esirken, benim esirim olmuşken nasıl bu kadar rahat olabilirdi?
"noldu, bir şaşırdın?" diye küstahça sorduğunda, tutamadım kendimi. Tüm hırsımla ağzının ortasına yumruğumu geçirdim. Başı sola doğru savrulurken, patlayan dudağından sıçrayan o kirli kanı üzerime bulaştı. İnanılmaz bir şekilde resmen zevkten dört köşe olmuş gibi karşımda gülmeye hatta kahkahalar atmaya başladı ve onun bu hali zaten gergin olan sinirlerimi daha çok bozdu. Onu at kuyruğu saçından yakaladığım gibi başını geriye doğru hızla çektim. Artık istesede gülemiyordu. Gırtlağının tam ortasındaki adem elması sürekli hareket halindeydi ve o gözleri tüm nefretiyle yine bana bakıyordu. "sen burda benimle uğraşırken, Defne ve yanındakiler ne halde acaba?" dediğini duydumya aklım başımdan gitti. Sol yumruğumu burnuna geçirmemle, o kemiğinden gelen kırılma sesini duydum. Her yer, üstüm başım kan oldu bir anda..
"vur ulan ibnee!! vuur! tek yapabildiğin bu mu ha Boğazkesen Nejat bu muuu?" diye deli gibi bağırmaya başladı. Eli kolu serbest olsa beni öldürebilirdi. Öyle delirdi bir anda! "aptallığına doyma Boğazkeseen! bıraksaydın eğer, şimdi çoktan Defnem ile buralardan çekip gitmiştik... ama sen ne yaptın? kendi elinle o kızın ölümüne davetiye çıkardın... bütün yaptığım planların içine sıçtın, batırdın... şimdi Defne'yi istesende o heriflerin elinden kurtaramazsın!" diye avazı çıktığı kadar bağırdı yine.
Kimlerden bahsettiğini az çok tahmin edebiliyordum ama anlayamadığım şey o heriflerin bizi nasıl bulacağıydı? Aklımda sıralanan birbirine girmiş sorularla, odanın içinde deli gibi volta atmaya başladım. Düşündükçe nefes alamaz hale geldiğimi hissediyordum. Hemen telefona sarıldım ve Bora'yı aradım. Bir türlü açmıyordu, cevap vermiyordu. Bu imkansızdı. O telefonu hep yanında olurdu. Bu şerefsizin yalan söylediğini, beni daha çok kışkırtmak istediğini düşünüyordum ama ya yalan söylemiyorsa, olabilir miydi böyle bir şey? Tüm o korkusu, altına kaçırması, hepsi ama hepsi beni yanıltmak ve bu arada zaman kazanmak için yaptığı bir oyun muydu? Bunun böyle olduğuna inanmak istemiyordum. Beni esir alan o kahredici düşüncelerle nefes almayı unuttum. Israrla Bora'yı aramaya devam ederken, dışarı çıkmak için kapıya yöneldiğimde, ben daha bir adım atamadan kapının dışardan atılan güçlü bir tekmeyle kırıldığını ve içeri yüzü gözü görünmeyen simsiyh giyinmiş adamların doluştuğunu gördüğümde çok kısa bir an şok yaşadım. Şaşkınlığımdan sıyrılırken hemen belimdeki silahımı çekmek istedim ama daha buna fırsat bulamadan ilk kurşunun karnımı deldiğini hissettim. Elimle karnıma bastırırken, diğer elimle belimden çektiğim silahımla nişan aldım ve karşıma kim geldiyse ateş etmeye başladım. Karşımdakilerin sadece kısa bir anlığına sendelediklerini gördüğümde, hepsinin çelik yelekli olduğunu anladım ve işte o anda kendi kendime hapı yuttuk dedim. Üstüme yağmur gib akan kurşunlardan kaçmayı başaramazken, ikinci kurşunu sağ omuzuma yediğimde olduğum yerde sendeledim. Üçüncü ve dördüncü kurşunlar dizlerime saplandığında artık ayakta duramaz haldeydim. Her şey göz açıp kapayana kadar olup biterken, ortalık savaş alanı gibiydi ve ben yere yığılıp kaldığımda burnuma çarpan şey kan ve her yanı saran barutun kokusuydu.
Başım hızla zemine çarptığında içimden bir ses, 'buraya kadarmış Boğazkesen," diyordu. İçimde en ufak bir korku yoktu ama Defne aklıma düştüğünde, yüreğimin işte o an korkuyla ve acıyla sarmalandığını hissettim. Sanki uzaklara doğru çekiliyordum ve kulağımın dibinde vızıldayan son kurşun sesleri git gide uzaklaşırken, gözlerimi artık açık tutmakta zorlanıyordum. O anda iki evladımı kurşun yağmuruna tuttuklarını izlemek ve hiçbir şey yapamamak ölümden beterdi. Evlatlarım, yere düşerken son kalan gücümle doğrulmaya çalıştım ama başaramadım. Nefesim iyiden iyiye kesilir gibi olurken, dudaklarımın arasından sızan kanım, yerde küçük bir göle dönüşmeye başladı.
Bütün hayatım, yaşadıklarım, anam, babam, cezaevi günlerim, hayatımda aşık olduğum tek kadın, Boram ve Defnem, gözlerimin önünden bir film şeridi gibi akıp geçti.
Hayat dediğin şey bu kadarmış meğer... epi topu on saniyede her şeyi tüm canlılığıyla yeniden ve yine yaşarken, dudaklarımdan dökülen tek şey onun ismiydi ve bana baba diyen o tatlı sesiydi artık kulaklarımı dolduran.
Ah Defnem.... * * * * *