O günden sonra Jale için işler hiç de iyi gitmedi. Murat, her fırsatta onu aşağılıyor, yüzüne laf çarpıyor, deli gibi isteklerde bulunup durmadan çalıştırıyordu.
Yok odam da böcek gördüm, bu oda çok pis, odunlar çabuk bitiyor, buraya daha fazla odun kır getir, bu çarşaflar kirli, bu yemek olmamış, gibi türlü türlü bahanelerle şikayet ediyordu.
Tek sevindirici tarafı, Yusuf'un annesinin iyileşiyor olmasıydı.
Jale, gün geçtikçe daha da zayıflıyordu. Gözlerinin altında halkalar oluşmuştu. Akşamları geç vakte kadar uyuyamıyor, zar zor uykuya dalıyordu. Sabahları da erkenden kalkıp ev işleriyle uğraşıyordu. Murat ona her fırsatta tiksinerek bakıyor, laflarıyla onurunu kırıyordu. Dilara’yla olan el ele, göz göze konuşmaları da cabasıydı.
Bir akşam mutfak masasını toplamış, çayın demlenmesini bekliyordu. Dilara, henüz evine gitmemişti. Mutfak masasının sandalyelerini çekip karşılıklı oturdular. Sanki Jale orada yokmuş gibi konuşmaya başladılar.
"Ne yapalım, nereye gitmek istersin?" diye sordu Jale.
"Taksim'e götüreyim istersen seni?"
Murat, Dilara'ya yüzünde tatlı bir gülümsemeyle bakıyordu. Jale bu konuşmaya şahit olurken gözlerini devirdi.
"Olur," dedi Dilara'da cilveli cilveli.
Yarın hafta sonuydu; herkes izinliydi.
"Tamam o zaman ben eve gidiyorum, yarın erkenden buluşuruz."
"Görüşürüz güzelim."
Dilara kalktı, Murat’ın yanağına bir öpücük kondurdu ve kıvırta kıvırta mutfaktan çıktı. Murat da onun arkasından gitti. Jale, sanki orada yokmuş gibi hissetti.
Çay servislerini yaptıktan sonra odasına çekildi; gözleri dolmuştu. Sabah, Murat ıslık çalıyordu. Yeni traş olmuş ve çok güzel bir koku sürmüştü. Jale’nin içinden ona gidip sarılmak, kokusunu içine çekmek geliyordu.
Tabii ki böyle bir şey yapmayacaktı. Islığına devam ederek kahvaltıya oturdu. Dilara’yla buluşacağı için bu kadar keyifliydi. Bir an önce adamı kalbinden söküp atmayı diliyordu. Yine de sukünetini koruyup Murat’a hiçbir şey belli etmemeye çalıştı. Diğerleriyle konuşmaya çalışıyor, yalandan gülüyordu; içi kan ağlasa bile.
Son günlerde Yusuf da ona karşı mesafeli davranıyordu. Bir de çocuğun Allah’ı var, çok terbiyeli ve iyi biriydi. Ama nedense araya bir mesafe koymuştu; onu kıracak bir şey mi yapmıştı, hatırlamıyordu.
Murat kahvaltısını ettikten sonra yine ıslık çala çala çıktı. Diğerleri de toplanmış, İstanbul’a ineceklerdi; hafta sonu evde kimse kalmayacaktı.
Bu demek oluyordu ki Dilara’yla Murat baş başa bir hafta sonu geçireceklerdi.
Kendini işe verdi. Bütün gün durmadan çalıştı; börekler, poğaçalar, yemekler yaptı. Camları silmiş, çarşafları yıkamış, evi silmiş, tüm ütüleri yapmıştı. Bütün gün canını çıkarmıştı; sanki kendini cezalandırıyordu. En sonunda yorgunluktan koltukta uyuya kaldı. Gözlerini açtığında yan koltukta babası oturuyordu.
“Güzel kızım, hadi odana geç. Niye bu kadar kendini yoruyorsun? Sen de onlarla birlikte gitseydin, biraz eğlenmeye senin de hakkın var. Kirkor amcanın otelinde kalırdın,” dedi.
“Ah babacığım, hiç gerek yok. Ben seninle burada olmaktan çok mutluyum,” diye yalan söyledi. Halbuki içi içini kemiriyordu. Babası bir bilseydi ve anlatabilseydi birine derdini, bu kuşku onu öldürecekti. Dilara’yı deli gibi kıskanıyordu; onun yerinde olmak için neler vermezdi. Acaba kendiyle seviştiği gibi Dilara’yla da mı sevişiyordu? Hoş, kendisiyle sevişmemişti; onu yatakta bırakıp kalkmıştı, tiksintiyle bakarak.
Odasına gitti; gözlerini tavana dikti. İki gün tam bir Çin işkencesi gibi geçti. Elinde olmadan kendine üzülüp durdu. Pazar akşamı adamlar tek tek gelmeye başlamıştı. Jale onları bir bir karşıladı. Herkes gelmişti ama Murat daha gelmemişti. Demek ki halinden memnundu. Artık çok geç olmuştu; beklemekten vazgeçti, odasına gitti. Yine huzursuz bir gece onu bekliyordu.
Yılbaşı yaklaşıyordu. Adamlar herhalde tek tek evlerine gider, yılbaşını aileleriyle geçirirlerdi. Eskiden olsa, burada yılbaşları o kadar güzel geçerdi ki, gözleri doldu. Birden ağlamaya başladı; gözyaşları sel gibi yanaklarından akıyordu. Hem eskiyi, annesini, abisini özlemiş, hem de Murat’ı, onu hiç bir zaman sevmeyecek gerçeğiyle de yüzleşmişti.
Jale, bütün gece gözyaşları kuruyana kadar ağladı. Sabah kalktığında saati kurmadığını fark etti; adamlar işe gitmişti ve Dilara evdeydi.
Dilara, odaları toplamış ve Jale'ye, "Gelsene, kız kıza konuşalım," dedi. Jale, peki der gibi oturma odasına geçti.
Dilara anlatmaya başladı:
"Görmen lazımdı Jale. Murat bizi Taksim'de bir bara götürdü. Çocuklardan bir kısmı da geldi. Nasıl eğlendik, nasıl eğlendik anlatamam. Yemekler yedik, içkiler içtik... Bütün hesabı da Murat ödedi. Aşırı zengin galiba..."
"İyi de parasından bizene," diye tersledi Jale onu. Dilara'ya iyice uyuz olmaya başlamıştı. Demek bütün gece içip, eğlenmişlerdi.
"Ay hemen ahlak bekçiliğine girşme Jale. Dur bak, daha sana neler anlatacağım. Bu Murat'ın kardeşi Yavuz var ya, çok içince bana Murat'la ilgili her şeyi anlattı."
Jale çok çaktırmak istemedi ama Yavuz'un neler anlatmış olabileceğini deli gibi merak ediyordu. "Yaa?" diyerek geçiştirdi. Zaten dünden anlatmaya meraklı Dilara, hemen anlatmaya koyuldu.
"Murat aslen İzmirliymiş; anne ve babasını da kaybetmiş. İki erkek kardeşi varmış, hiç evlenmemiş. Bekarmış yani...
Kardeşlerinden biri yurt dışında okuyormuş, diğeri de işte Yavuz, onunla birlikte çalışıyor. Yaptıkları tesisin sahibi de oymuş meğerse."
Ne yani Murat burada usta başı değil miydi? Şirketin sahibi miydi?
"İstanbul'da, İzmir'de ve bir de İngiltere'de dairesi varmış.İstanbul'da saygın bir iş adamıymış kocaman bir holding'i işletiyormuş. Düşünsene onunla evlenen kadın ne kadar şanslı olur... Mal, mülk, para, güç... Her şey elinin altında olur."
Jale istemeden de olsa ellerini yumruk yaptığını fark etti. Bell ki Dilara, Murat'ı kafesleme isteğindeydi. Dilara hiç bir şey fark etmeden devam etti.
"Gece hayatından sıkıldığı için bu ada teklifini kabul etmiş, bu işi buraya yapmak için gelmiş. Ama Murat kimliğinin açığa çıkmasını istemiyormuş. Onu usta başı olarak görmemizi istiyormuş. O yüzden de söylemiyormuş. Bak bunlar aramızda kalsın Jale!"
"Tabii ki kimseye anlatmayacağım," dedi Jale.
"Yavuz'da o kadar içmese bana anlatmazdı zaten. Murat'ın meğerse daha önce altı yıllık bir ilişkisi varmış. O kızı deli gibi sevmiş ama ayrılmak zorunda kalmışlar. Abisinin onu ayıranlara karşı bir takıntısı varmış. İstanbul'da da hatırı sayılır bir çevresi varmış. Anlayacağın, mafya bu adam," dedi Dilara. "İstanbul'da son model bir arabası var, torpidosunda da bir silah."
“Aman Allahım,” dedi Jale. Dilara, Murat hakkında ne kadar çok şey öğrenmişti. Haftalardır onun hakkında hiçbir şey bilmezken, bir anda bütün bilgileri almıştı. Jale sonunda bunca dedikoduya dayanamadı, ayağa ilgisiz bir tavırla, "Bunlar beni ilgilendirmez. Odam da yapmam gereken işler var, birazdan gelirim," dedi.
Kendini zor odasına atmıştı. Bir an da ne kadar çok şey öğrenmişti; tam bir şok yaşıyordu. Ne olmuştu da ayrılmak zorunda kalmıştı? Sevdiğinden onu ayıranlar kimdi? Sevgilisi nasıldı, güzel miydi acaba? Onları kim ayırmıştı, aileler mi?
Dilara odada televizyon seyrediyordu. Jale, günün geri kalan kısmını yemek pişirerek geçirdi. Bir saat sonra Murat eve gelmişti. Odasına çıkmadan önce Dilara'ya gecesinin nasıl geçtiğini sordu ve hoşuna gittiyse, gelecek hafta sonu onu gezmeye götüreceğini söyledi.
Dilara, sevinçle Murat’ın boynuna sarılıp dudaklarına bir öpücük bıraktı.
Jale'nin boğazına bir yumruğu tıkanmıştı sanki; daha fazla küçük düşmeden bu odadan kaçmalıydı. Ayağa kalktı, kapıya doğru yürümeye başladı.
"Özür dilerim. Sizi rahatsız etmemeliyim," dedi. Jale çıkarken, Dilara’nın üzgün bir sesle, "Hay Allah! Onu üzdük mü acaba?" dediğini duydu, fakat Murat’ın sesi kapının çarpma gürültüsü içinde boğulup kalmıştı.
Odasına geçtiğinde, yine ağlama nöbeti geçirmeye başlamıştı. Vücudunun her yeri titriyordu. Murat’ın sıcak bedenini, güçlü adelerini aklına getiriyordu. Adama duyduğu ihtiyaç ortaya çıkıyordu. Ne oluyordu kendine?
Şu an gelse, onunla beraber olmak istese hazırdı. Koca bir hafta daha kendine acıyarak geçti. Yine hafta sonu gelmişti ve o gün akşam plan yapmışlardı; bu hafta sonu da eğlenceye gidiyorlardı. Bir Allah’ın kulu ona sen de gel demiyordu.
Cumartesi sabahı hepsi dağılıp gitti. Öğlene doğru bir telefon geldi; Kirkor amca ve babasının birkaç arkadaşı, hep birlikte Bolu'ya kaplıcalara gideceklerdi ve babasını da çağırıyorlardı. Babası önce gitmek istemedi, Jale de, “Babacığım git, ben de bizim çocuklarla gider, onlara takılırım,” dedi. Pembe bir yalan söyledi.
Adam da, “Ama madem öyle, benim yüzümden kalıyorsun zaten buralarda, tamam o zaman,” dedi.
Babası, kaldıkları zaman zarfında çocukları çok sevmiş, onlara güvenmişti. Onlardan Jale’ye zarar gelmeyeceğini düşünüyor, hem de Jale’nin de sosyalleşmesini istiyordu.
Babasının bavulunu hazırladı, öperek onu yolcu etti. Kendisinin de son vapurla karşıya geçeceğini söyledi. Babası gittikten sonra, bütün gün ev işi yaptı; evi temizledi, yeni yemekler hazırladı. Koca evde uzun süredir ilk defa tek başına kalıyordu. Kapıları, camları, pencereleri kitledi. Odasına geçmedi, televizyonun karşısına geçip birkaç diziyi izledi. Ama seyrettiği dizilerden hiçbir şey anlamıyordu.
Birden sağ tarafında müthiş bir sancı ile gerildi. Kalktı, doğruldu; ikinci kez yine çok büyük bir sancı duydu, sanki nefes alamıyordu. İkiye katlandı, içinden dua okumaya başladı, midesi de bulanıyordu. Telefon etmek için odasına gitmesi gerekiyordu; telefonu oradaydı.
Kimi arayacaktı? Herkes dışarıdaydı. Komşulardan birine haber vermeliydi. Büyük bir sancıyla birlikte olduğu yere yığıldı. “Aman Allahım,” dedi. Zavallı babası, onun acısına da dayanabilir miydi? Doğrulmaya çalıştı. Tekrar giren müthiş bir sancıyla Jale, bir kez daha yere yığıldı. Bu seferki sancı daha da felaketti; ölüyordu işte demek ki son böyle bir şeydi. Abisiyle annesini düşündü; onlar da mı böyle hissetmişti? Tekrar ayağa kalkmayı denedi, babası için.
Tam kalkacakken müthiş bir sancı ile kıvrandı, ayağı kaydı ve başını sehpanın ucuna çarptı. Başı dönüyor, midesi bulanıyor ve sağ tarafında şiddetli ağrılar giriyordu. Kendinden geçerken son düşündüğü Murat’ın onun için üzülüp üzülmeyeceğiydi. Yerde ne kadar yattığını bilmiyordu, bitkin ve perişan bir haldeydi.
Birden kapının yumruklanmasını duydu; kalkıp açacak hali yoktu. Artık sesi de çıkmıyordu, sancıları öyle müthiş bir şekilde giriyordu ki tüm gücünü sancılarla savaşmaya harcıyordu.
Birden Murat’ın sesini duydu. "Televizyonun ışığı da yanıyor, yine ne haltlar karıştırıyorsun Jale? Babanı da yollayarak, bir işler çevirme peşindesin. Sen ne lanet bir kadınmışsın ya! Aç şu kapıyı yoksa kıracağım!"
İstemsiz olarak güldü; şu halde bile onun iş karıştırdığını düşünüyordu. Babasının gittiğini nereden öğrenmişti? "Aman Allah'ım," diye yine iki büklüm oldu; sancılar şiddetini her dakika arttırıyordu. “Ölüyorum işte, benden kurtuluyorsun,” diye içinden geçirdi.
Son bir sancıdan sonra her şey karanlığa gömüldü.
Gözlerini bir an için açtığında, sanki Murat karşısındaydı. "Geçti hayatım, geçti bir tanem, ben buradayım," diyordu. Ama huzurlu karanlığına geri döndü. Hayal mi görüyordu bilmiyordu. Bu sefer hastane koridorunda ilerlediğini görüyordu. Murat’ın oraya buraya emirler yağdırdığını, doktorları tehdit ettiğini hayal ediyordu.
"Eğer ona bir şey olursa bu hastaneyi başınıza yıkarım, bilmiş olun," diyordu. Onunla daha işim bitmedi. Murat’ın onunla ne işi vardı, nasıl bir rüyaydı bu? Tekrar huzurlu karanlığına geri döndü.
Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Gözünü açtığında, bir hastane odasındaydı. Biraz sonra yanına hemşire geldi.
"Jale Hanım, kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Şimdi doktor bey gelip sizi kontrol edecek."
Jale, "Ne oldu bana?" diye sordu.
Hemşire, "Apandistiniz patlamış, ameliyat oldunuz. İki gündür deliksiz uyuyormuşsunuz. Sanırım düşerken de kafanızı çarpmışsınız. Ama Allah'tan sizi tam zamanında yetiştirmişler; biraz daha geç kalsaydınız ölebilirdiniz," dedi.
Ölmek, belki onun için kurtuluş olurdu.