14. Bölüm

3011 Words
Kyerini bilen ya da tahmin edebilecek birilerini ek için için Çin diyarındaki arayışına devam ediyordu. İmparator ve Liang arasında olan büyük çekişmenin olduğu yıllarda, baş kentten uzaklaştırılan samuraylardan ikisinin annesi olan eski bir büyücünün yaşadığını öğrendi. Rahipler meclisi tarafın dan cezalandırılmamak için sihir gücünü gizli tutan ihtiyar. şehrin izbe yerlerinden birinde yaşıyordu. Kali, zaman kay betmeden onu bulmak için yola çıktı. Büyücünün ismini ve yerini öğrenebilmek için çok fazla insana işkence edip öldürdü. Başkentte yok olanların sayısı arttıkça, fark edilme riski gittikçe artıyordu, bu yüzden elini çabuk tutup kesin bir sonuca ulaşmalıydı. Kali, tarif edilen eski eve vardığında kapıyı genç bir kız aç ti, ona büyücüyle konuşmak istediğini söyleyip içeri girdi. Gü zel ve güler yüzlü bu kadın, ihtiyarın torunuydu. Kali, küçük e çok az Güneş alan bir odaya girdi, yerinden bile hareket edemeyen, aradığı kişiyi buldu: "Uzun zamandır bu koca şehirdeyim ve izini bulmak ol dukça fazla zamanımı aldı. Aradığım şeyin cevabını sadece senden alabileceğimi söylediler. Fazla vaktim kalmadı ve bili yorsan lafı uzatmadan söylemelisin. Ihtiyar gülümseyerek; "Istediğim ödemeyi yaparsan, ya nitları istediğin gibi hızla alabilirsin. Vereceğin altınlar benim için değil, torunumun geleceği için olacak" dedi. Kali, pelerinin içinden bir kese altın çıkarıp yatalak kadınin üzerine attı: "Yeminli ordu nerede?" Aldığı altın kesesine bakan büyücü, miktardan memnun halde, zaman kaybetmeden cevap verdi: "Kuzeyde yaşıyorlar, aileleri ile birlikte Kılıç Kale diye bilinen, dağlar tarafından görülmesi zor bir noktaya yapılmış bir yerdeler." "Nereden biliyorsun, yerini tam olarak söyleyebilir mi "Büyük karışıklığın çıktığı zamanlar, genç bir kadındım. Liang ve rahiplerin, devlete karşı hareketi halkın üzerinde büyük bir etki yarattı, iki oğlum da bu rüzgâra kapılıp onlara katıldılar. Rahipler meclisi ve saray, aralarında barış anlaşma si yaptıktan sonra evlatlarımdan biri, benim için şehre gizli olarak girdi ve askerler tarafından yakalandı. Bizi, yani sana kapıyı açan kızıyla beraber kaleye gidecektik fakat Imparator tarafından öldürüldü. Başkente girdiğinde, evde olmadığım bir zaman, kendisine bir şey olursa, abisine ulaşabilmem için bana bu haritayı bırakmış. O son nefesini verdikten bir haf ta sonra eşyalarını toparladığım zaman bir notla beraber bul dum. Oraya hiç gitmedim çünkü diğer oğlumun da bir savaşta öldüğü haberini aldıktan sonra bir nedenim kalmamıştı. On ların savundukları düşünce ya da ellerinde olan şey, beni ilgilendirmiyor. Önemli olan iki oğlumdu ve onları da kaybet tim." Kali, haritayı inceledi ve ayağa kalkıp odanın çıkışına yo neldiği sırada kadının sesini duydu: "Onlar, çok iyi savaşçılardır, bir saçmalik düşünüyorsan, caymak için yolda yeterince vaktin olacaktır." Kali, gülümseyerek arkasını döndü: "Kim olduğumu ve nereden geldiğimi bilseydin, bana verdikten sonra o samurayları, birer ölü olarak anmaya başlardın." haritayı Evden çıkıp atına atladı ve hızla şehri terk etti. Yolculu ga başladığında, kendisini izleyen iki itbaraktan haberi yok tu. Canavarlar, nereye gittiklerini aralıklarla, efendileriyle bag kurarak gösterdiler. Başka bir yere gideceğini, şehirdeki ölüm meleğinin aracılığıyla kendine bildirmeden harekete geçmesi, Kitana'yı şüphelendirmeye başladı. Kali, kuzeyin yüksek dağlık alanlarına geldiğinde, kadımın verdiği haritayı çıkarıp tekrar inceledi. Atından inip kayalıkla rin üzerinden sıçrayarak ilerlemeye başladı. Birkaç saat bu şe kilde ilerledikten sonra önüne, büyük bir taş geldi. Üzerinde, silinmek üzere olan bir kılıç şekli vardı, simgenin gösterdiği yönün, tam tersine devam etti. İlerledikçe, etrafındaki mağara ve oyukların sayısı gittikçe artmaya başladı, büyücünün verdi ği parşömendeki şekilleri dikkatle takip ederek, sekizinci ge çitten içeri girdi. Kali, mağaranın sonuna geldiğinde, temkinli bir şekilde di şarı çıktı ve karşısında, inanılmaz güzellikteki, koca bir alanı kaplayan yeşil bir ovayla karşılaştı. Etkileyici tabiat denizinin tam ortasında, kayalıklar üzerine kurulmuş kaleyi gördü, dört tarafında taşların oyulmasıyla yapılmış, muazzam samuray heykelleri oldukça gösterişliydi. Aradığı yeri bulmanın mut luluğu içindeydi fakat canavarlar da onun sayesinde, baltanın yerini tespit edip kraliçelerine haber gönderdiler.Kali, içeriye gizlice girmeyi planlıyordu, yapıyı iyice ince ledi ve ovaya inip bir ağacın tepesine çıktı. Yüksekteki büyük daldan, kalenin surları izlenebiliyordu, çok sayıda nöbetçi et rafı devamlı izliyordu. İtbaraklar ise, Kali'nin bekleyeceğine kanaat getirip, mağaradan çıkıp sessizce büyük bir kayanın ar kasına gizlendiler. Bekledikleri yerden samurayların durduk ları yerleri ve Kali'yi rahatça görebiliyorlardı. Kali, ihanet yo lundaydı ve ölümü hak ediyordu, silahı ele geçiremese bile, dağa döndüğünde onu bekleyen son değişmeyecekti. OGUZ VE BÖRTEÇINE GUNLERDIR, adadan yola çıkacak olan kayıkları beklediler, bu sırada eski alplerinin ailele ri ile tanışıp her gün çocuklarıyla vakit geçirdiler. Kurtga Bey, ertesi sabah obadan ayrılabilecekleri haberini verdiğinde, Oğuz ve adamları yola çıkmak için hazırlıklara başladılar. Oğuz, günün ilk ışıklarında adadan ayrılacağı için mutluy du, yaralı alpleri, kendini toparlamış, sağlıklarına kavuşmus durumdaydı. Aklında, obada yaşayan ve kendine çok iyi davranıp, iyi ev sahipliği yapan insanlar vardı. Itbaraklara çok ya kın bir noktadaydılar, bu yüzden onlar için endişeleniyordu. Otağında uykuya dalacağı anda, dışarıdan gelen sesleri duydu ve bir anda yatağından fırlayıp, silahını kapıp dışarı çıktı. Bir kaç adım ilerisinde, adamlarıyla konuşan Kurtga Bey'i gördü ve yanına gitti: "Neler oluyor Kurtga Bey, bu insanlar nereye koşuşturup durur?" "Bizimle göç eden savaşçılarınızdan birinin karısı, çadırda küçük çocugunu goremeyince dışarı çıkmış. Kadın gebeydi ve uzun süredir ikisi de ortalilarda yokmuş. Onlari bulmak için aramaya çıktık." Oguz ve Börteçine, alplerini alıp adanın farkt noktalarına dağıldılar, ormanda dolaştıkları sırada, seslerin yükseldigi yere doğru gittiler Herkes, kaybolan çocuğu yanındaydı ve aranan kadın da bir ağaç kovuğunda oturuyordu. Hava yağmurluydu ve ikisi de sırilsıklamdı. Kurtga Bey'in elinde, bir bez parçasına sarılmış, sarı saçh, mavi gözlü, beyaz tenli bir bebek ağlıyordu. Gebe hatun, bir ağacın kovuğuna girip zor şartlarda oğlunu doğurmuştu. Kurtga Bey, bebeği Oğuz'a doğru uzattı. Sura Ay gibi parlayan çocuk, Oğuz'a bakıp gülümsemeye başladı. Kurtga Bey: "Oğuz Bey'im, o bebeğin damarlarında sizin atalarınızın kanı dolaşmaktadır. Annesi ve ben, ismini sizin koymanızı is teriz!" dedi. Oğuz, kollarına aldığı çocukla etrafa baktı ve gür sesiyle konuşmaya başladı: "Yillarca bize hizmet etmiş ve yaşadığı toprakları savun mak için uçmağa varmış savaşçılarımızdan birinin hatunu, böyle zor zamanda bile bu çocuğu bir ağaç kovuğunda doğ muştur. Adını Kıpçak koyuyorum, bu diyar, bundan sonra Kıpçak diyarı olarak anılacaktır. Iblisin ordularını yendiği mizde, bu cennette, Kıpçak ve soyu hüküm sürecektir!" Kurtga ve çevredeki tüm insanlar, Oğuz'a mutlu suratlar la bakıp anne ile bebeğini alarak obaya geri döndüler. Yolda, Börteçine ve Oğuz, topluluğun gerisinde kalarak, soylarından olan bir bebeğin, bu topraklarda hayat bulmasından duyduk ları gururla ilerliyorlardı. Oğuz, gülümseyerek yürüyen dos tuna baktı: "Bu bebek, bu topraklar için hålen bir umut ışığının oldu ğunu göstermektedir kardaşım. Gelecekte bu diyar, bizim yi gitlerimizin kılıçlarıyla inleyecek, adalet ve kudret, bir arada hüküm sürecek!" "Intikamımızı aldığımızda, bu güzel topraklar, buradaki temiz kalpli insanların olmalı. Bunu sonuna kadar hak edi yorlar." Oğuz ve Börteçine çadırlarına gidip dinlenmeye çekildiler. O gece yeni bir Han doğdu, bu topraklara deniz mavisi gözleriyle umut saçacak bir lider dünyaya geldi. Sabahın ilk ışıklarında Oğuz ve alpleri yola çıkmak için ha zırlardı. Kurtga Bey ile vedalaşıp on kayığa dağılarak, gölün ilerisindeki nehirden hareket ettiler. Birkaç küçük oba ve yerleşik kasabayı geçtikten sonra mallarını satmak için büyük bir şehre geldiler. Oğuz, kendilerini getiren insanlara her şey için minnettar olduğunu belirtip az sayıdaki savaşçısı ve Börteçine ile yola devam etti. Oğuz ve yanındakiler, dikkat çekmeden, yerleşim yerleri ne, mecbur kalmadıkça yaklaşmadan ilerliyorlardı. Obadaki ler, yanlarına yeterli miktarda erzak verdiği için, pazar yerleri ne girmeleri de gerekmiyordu. Bir dere kenarında ilerledikleri sırada, yakınlarında çalan bir borazan sesiyle irkildiler. Bir an da, nehrin hemen dibinden başlayan ormanlık alandan, çok sayıda Yüeçi askeri saldırıya geçti. Oğuz, geriye baktığında, ar kadan da çevrildiklerini gördü: "Atlardan inin, savunmaya geçin, kalkanlarınızı yüksek tutun ve ayrılmayın!" Hun yiğitleri, yüzlerce silah arkadaşının, itbarakların pençeleri altında can verişini kısa bir zaman önce görmüşlerdi. Karşılarına çıkan baş düşmanlarının, üzerlerine koşan süvarilerine karşı, içlerini titreten tedirginlikle, savunma pozisyo nuna geçtiler. Börteçine, çift kılıcını çekip toy alplere seslendi: "Arka altılı, okları fırlatın, durmayın ve parmaklarınız kanayana kadar devam edin!" Oğuz, vahşi bir hayvan gibi üzerlerine gelen Yüeçilere baktı ve dostuna seslendi: "Börteçine, benimle kal! Arka tarafı ikimiz karşılayacağız!" Arkalarından saldıran atlı askerlere doğru koşan Oğuz ve Börteçine, silahlarını savurmaya başladılar. Oğuz inanılmaz bir güçle salladığı topuzuyla, yaklaşan her süvariyi yere seri yordu. Börteçine, saldırganları atlarının üzerinden düşürüp anında nefeslerini kesiyordu. Geride savunma yapan toy as kerler ise, oluşturdukları küçük hattı çoktan bozmuşlardı. Yü eçili savaşçılar, Oğuz ve Börteçine dışında herkesi öldürmüş lerdi. Yüeçi birliğinin komutanı, iki dostun etraflarını sarıp beklemelerini emretti. Oğuz ve Börteçine, yüze yakın askerden oluşan bir halkanin ortasında kaldılar. Düşman birliğinin komutanı, Oğuz'un yanına kadar gelip atından indi: "Oğuz ve Börteçine! Diyarın en büyük iki savaşçısı fakat hazırlıksız ve az sayıda yakalandınız. Sizleri, bu şekilde ele geçireceğimiz, aklımızın ucundan bile geçmezdi. Bence bu kadar eğlence yeter, silahlarınızı atın ve teslim olun!" Oğuz, dişlerini sıkarak; "Daha fazla adam kaybetmekten mi korkuyorsun komutan?" dedi. Börteçine, kendilerini hayret dolu gözlerle izleyen birliğin liderine bakarak: "Belki de sıranın kendisine gelmesinden korkuyordur kardaşım." Oğuz ve Börteçine'nin gülümseye başladığı sırada, komutan öfkeli bir ses tonuyla: "Silahlarınızı bırakın dedim!" Oğuz, Börteçine'ye saldırı emrini verdiği anda iki savaşçı , var güçleriyle komutana doğru koşup kellesini uçurdular. O sırada hazırda bekleyen okçular, Börteçineyi kolundan vur du. Okların ucunda, az miktarda zehir vardı ve etrafta kaçak aradıkları zamanlarda, öldürmeden yakalamak için kullanır lardı. Börteçine, bir anda yere yığılıverdi. Oğuz, önündeki sı rayı yarmaya çalışırken, bir tane de onun sırtına attılar fakat yıkılmadı. Savaşçılar, bir tane daha atıp bacağından yaraladılar. Gözleri kararan oğuz, sendelemeye başladı ve kısa bir süre sonra olduğu yere serildi. Yüeçiler, ele geçirdiklerini bu iki önemli ismi krallarının karşısına çıkarmak için saraya doğru yola doğru çıktılar. KİTANA, DAGA AKIN AKIN gelen insan kalabalığına bak mak için pencerenin önüne geldi. Hayalindeki şehri gö zünün önüne getirdiği sırada kapı çalındı ve Tyr içeri girdi: "Kraliçem, dolunay tapınağı hazır, tüm savaşçılar emretti giniz şekilde zincirlenmiş bir hâlde bekliyorlar." "Güzel, bakalım aralarında, bu büyük gücü taşıyabilecek birileri var miymış?" Kitana ve Tyr, hızlı adımlarla tapınağa çıktılar, güç hırsıy la yanan tüm erkekler, tek sıraya dizilip zincirlenmiş bir hål de bekliyorlardı. Hepsinin ayakları ve boyunları, sert zemine bağlıydı. Zincirlerin sonu iki taraftaki duvarda bitiyordu. Ki tana, itbaraklarına, adamların sırtlarında, büyük bir yarık aç malarını istediği anda bağrışmalar başladı. Canavarlar, pençeleriyle hepsinin sırt derisine büyük bir kesik attılar. Tapınağın zemini, yüzlerce savaşçıdan akan kanlarla kırmızıya boyandı. Kitana, dolunayın en olgun safhasında, Itba raklara zamanın geldiğini ve uzaklaşmalarını söyledi. Yüksek bir sesle, büyülü sözleri söylemeye başladı ve büyük bir altın çanak içinde bulunan kami, elleriyle göğe kaldırdı. Sihrine de vam ettiği strada, tasın içinden alevler yükselmeye başladı ve bir anda, ortalığı simsiyah bir duman kapladı. Kitana, etrafı saran kara sisin içinde yere düşen adamlara bakıyordu, hepsi hareketsiz bir şekilde taş zeminde yatıyorlardı. Kara duman dağıldığında, Kitana, hiçbirinin başaramadı ğını düşünüp tapınaktan çıkmak için adım attığında, bir sa vaşçının inlemeye başladığını duydu. Buğday tenli, sarı saçlı ve oldukça kaslı bir Yunan komutanı olan Agenor, ayağa kalk mak için çabalıyordu. Kitana, kanli, kaygan zeminde yürüyüp adamın dibine kadar girdi, eliyle kafasını tutup kaldırdı. Sura tina baktığında, göz bebeklerinin değiştiğini gördü, oldukça hızlı nefes alıyordu ve kısa bir süre sonra kasılmaya başlayan vücudunun etkisiyle bağırmaya başladı. Dayanılması güç acı lar çekiyordu, tüm kemikleri kırılmaya ve eklemleri değişme ye başladı. İlk değişim etkileri azaldıktan sonra büyümeye başladı ve tüm bedenini siyah tüyler kapladı. Kafatası tama men değişerek, bir itbaraktan daha büyük ve geniş bir canava ra dönüştü. Savaşçı, köpek başlılardan daha farklı bir yaratığa benziyordu. Agenor, iki ayak üzerinde yürüyebilen ve insan zekâsına sahip, benzersiz bir yaratık oldu. Tapınağın taş zeminin titre ten bir sesle uludu, böylece ilk insansı kurdun dirilişini ger çekleşti. Agenor, bir süre bu şekilde kaldı ama sonrasında tek rar büyük acılar ve çığlıklarla insan hâline dönüştü. Kitana, yerde nefes nefese yatan ve kendinden geçmiş olan savaşçı nın suratını kendine çevirip iyice inceledi. Adamın, tamamen normale döndüğünden emin olmak istedi ve sonuçtan memnun kalmış bir hâlde konuşmaya başladı: "Hayata tekrar hoş geldin çocuğum. Sen, türünün ilk üyesisin ve avcı dünyasının en tepesindeki varlıksın." Kitana, itbaraklara Agenor'u rahat edeceği, temiz bir odaya götürmelerini söyledi. Yanına güzel iki kadın ve yeni elbiseler verilmesini, hazır olduğunda yanına getirilmesini emretti. Kitana'nın büyüsünün gücü, gün geçtikçe artıyordu, büyü cüler meclisinden ve karanlık kitaptan öğrendiği her şey, onu daha ölümcül biri hâline getiriyordu. ÖTÜKEN'DE, DÖRT ÇİFTİN evlilik töreninden sonra eğ gösterişiyle devam ediyordu. Özge göz alıcı güzelliğiyle, şarkılar çalan meydanda, gülümseyerek oynayan insanları izliyordu ve gecenin başından beri, Ager Hatun'un göz hapsindeydi. Onun görmediği bir noktada, Ildir ile görüşmesi gerekiyordu, ortalık alp doluydu ve içlerin den çoğu, Ağan'ın adamıydı. Bunları düşündüğü sırada, yanı na komutan Ağan geldi, selamlaştıktan sonra Özge Hatun ile kalabalıktan sıyrılıp yavaş adımlar ile daha tenha bir noktaya doğru yürümeye başladılar. Ağan, her konuda yıllardır mantığı ve taşlaşmış kalbiyle ka rarlar alıp, hareket eden bir savaşçıydı fakat Özge Hatun oba ya geldikten sonra bu durum, tamamen değişmeye başlamıştı. Kitana, önceki gece ölüm meleğiyle iletişim kurup Ağan'ı bir an önce dağa göndermesini istemişti. Bunu yapabilmesi için onu yalnız ormana çekip emrindeki itbaraklara teslime etme sini gerekiyordu. Şenlik alanından birkaç adım uzaklaştıkları anda Ozge Hatun, zümrüt yeşili gözlerini komutana dikerek, tonuyla: "Agan Bey, burası oldukça kalabalık ve çok fazla izleyen tath bir ses göz var. Ben böyle yerlerden pek hoşlanmam ve rahat konu samam." Ağan'nın da tek isteği, sevdiği kadınla baş başa kalabilmek isterseniz benim çadırıma gidebiliriz, hoş sohbetinizi çok özledim." "Çadırdan ziyade açık havada, obanın dışında daha çok isterim." Ağan, başını sallayıp yürümeye devam etti. İkili, konuşa rak obanın giriş kapısına geldiklerinde, onları, arkalarından gizlice takip eden Özge Hatun'un adamları, izleyen kimsenin olmadığını belirtmek için el işareti yaptılar. Etraflarında nöbet tutan sadece iki yiğit vardı, Ağa'ın dışarı çıktığını görünce, he men arkasına takıldılar. Özge Hatun, komutanın adamlarına bakıp, peşlerinden gelmelerini istemediğini belli eden bir ba kiş attı. Ağan, alplere beklemelerini söyledi ve ormanlık alana doğru ilerlemeye başladılar. Özge Hatun, komutanı kimsenin göremeyeceği bir nokta ya çekip parmağındaki yüzüğü kullanarak itbarakları çağırdı. Ağan, Özge Hatun'un yüzüne gülen gözlerle baktığı sırada ar kasında beliren canavarları hissetti ve bir anda dönüp, hamle yapmaya çalıştı. Gördüğü şeyler karşısında, neye uğradığı şaşırıp kılıcını kullanmakta gecikince yaratıklar, onu ağaca doğru Yere düşüp sersemleyen Ağan'ın bu hâlini kul lanmak istemeyen Özge Hatun, kuşağından çıkardığı iksiri, Ağan'ın ağzından döktü ve onu tamamen bayıltıp etkisiz hale getirdi. İtbaklara Ağan'ı gösterip götürmelerini işaret etti. Cana varlardan biri, komutanı sırtına atıp karanlıkta kayboldu. Öz ge Hatun'un adamları da, kapıdan çıktıkları anda nöbet tutan iki alpin boğazını keserek öldürdüğü için ortalıkta hiç görgü tanığı kalmamıştı. Özge Hatun, çadırlar arasından temkinli bir şekilde yürüyerek, eğlencenin devam ettiği meydana tek rar geldi. Herkesi ortadan kaldıran Ağan, şimdi av olup baştan beri kaybetmeden yürüttüğü taht oyununda, artık yenik olan ta raftı. Onun yokluğu, sabah saatlerinde anlaşılırdı, eğlence za manlarında fark edilmezdi. Artık Ağan, yarı ölü sayılırdı, do lunay tapınağında yapılacak ayinden sağ çıkamama ihtimali oldukça yüksekti. KILIÇ KALE'DE, YENİ KOMUTAN SHAN, düşmanlar ve olabilecek saldırılar hakkında bilgiler alıp, bunlara karşı savunma taktikleri geliştirmeye çalışıyordu. Ordunun, savaş alanındaki tüm hareketlerini inceleyip eksik kalan yerleri ta mamlıyordu. Herkes, Shan'ı, Liang'in verdiği yüzük sayesinde, liderleri kabul ediyordu. Ay Baltası, rahiplerin gözeti mindeydi ve itbarakların yerlerini buldukları anda saldırabi leceklerini biliyorlardı. Bu yüzden, her zaman tetikte bekleyip emanetin yerini kimseye söylemiyorlardı. Surların gerisinde sessizlik hâkimdi ve Shan, rahipler ile yemek yiyordu. Kali, çıktığı ağacın dalından inip karanlığı kullanarak hızla ve sessiz bir şekilde burçlara doğru tırmandı. büyük bıçağı çıkararak, nöbet tutan askerlere arka dan yaklaşmaya başladı fakat hamlesini yapamadan, diğer sa muraylar tarafından fark edildi ve saldırıyı haber veren bo razanlar çalmaya başladı. Kali, geceyi yaran acı sesle beraber, yüzlerce gölgenin üzerine doğru koştuğunu gördü. Kali, gelen askerleri, ardı sıra yere seriyordu fakat nöbetçilerin sayısı gittikçe artmaya başladığı sırada gözüne, hemen altındaki çatılardan biri takıldı. Öldürdüğü askerlerden birini, üzerine gelen birlige firlatıp damlardan birine zıpladı arkasına baktı. Yağmur gibi üzerine gelen okları fark ettiğinde, evlerin üzerinden sıçrayarak, ana kalenin ön kapısına kadar kaçtı. Yere indiği alandaki beş muhafızı yere serip içeri gireceği sırada, kapı bir anda açıldı ve Shan, elinde Ay Baltası'yla çıkı verdi. Shan, etraftaki ve arkasındaki yüzlerce adamına, eliyle: durmalarını işaret etti ve savaşçı kadını baştan aşağı süzdü: "Kimse, ben emir vermeden silahlarını kullanmasın! Kim sin sen, kalemde ne işin var?" Kali, gülümseyerek Shan'a baktı, kaçabileceği bir nokta aradı ama buradan kurtulabilmenin, çok kolay olmayacağını anlamaya başladı. Yeminli ordunun samurayları iyi savaşıyor lardı ve yüreklerinde korku yoktu: "Adım Kali, yanında dikilen iki rahip karanlık kitabı oku duysa, kim olduğumu gayet iyi bilirler." Rahiplerden bir tanesi, Kali'nin zırhının üzerindeki işareti gördü ve şaşırmış bir yüz ifadesiyle söze girdi: "Sen, büyük iblislerden Azazel'in kızlarından birisin. Bū. yük savaşta, öküz başlıların komutanlığını yaptın, kim oldu ğunu biliyoruz fakat üzerindeki işaret düşmanlarına ait." "Savaşı iyi okumuşsun rahip! Evet, düşmanlarıma ait, elin dekini bana verirsen komutan, bu zırhtan da, o canavarlardan da kurtulacağım. Baltayı sorun çıkarmadan teslim ederseniz, hayatlarınızı bağışlarım." "Insanlığa karşı, her kim saldırıda bulunduysa, benim düş manımdır. Anlayacağın, bana göre vampirler ve itbaraklar ay nı yerdedir, iki tarafta iblisin tohumlarıdır. Bu baltayı almak istiyorsan, önce beni yenmelisin." Kali, kısa bir kahkaha atıp kibirli gözlerle Shana süzdü: "Bak komutan, gücümün sınırları hakkında hiçbir bilgin yok. Benimle dövüşürsen, canlı çıkamazsın, kendini önemse miyorsan bile, savaşçılarını ve ailelerini düşün. Benimle ters düşen hiç kimse hayatta değildir, sen de amcan Liang gibi ge bermek mi istiyorsun?” Shan, duyduğu cümleden sonra neye uğradığını şaşırdı. Gelmesini beklediği amcasının ölüm haberini katilinden duy mak, onu deliye döndürdü. Düşmanın bu hâlini gören Kali, anın tadını daha çok çıkarmak için sözlerine devam etti: "Amcanı boşa bekleme komutan, çünkü o yaşlı ve kokuş muş bedenini son gördüğümde, kanlar içinde bir kuyu di binde duruyordu. Son kez söylüyorum, elindekini bana ver Shan!" Shan, intikam ateşiyle parlayan gözleriyle, baltayı kaldırıp Kali'yi işaret etti: "İblisin uşağı, uğruna birçok insanın hayatına son verdiğin bu silahla, bedeninin parçalara ayıracağım!" Rahipler, komutana dövüşmemesi için uyarıda bulundu lar fakat bir anda öne çıktı. İhtiyarlar, elbiselerinden çıkardığı küçük bir şişeyi Shan'a verdi ve içinden akan renkli bir sıvı yı yüzüğüne damlattı. Baltayı, sağa sola sallayıp birkaç adım attıktan sonra Kali'nin üzerine doğru koşmaya başladı. Kali, tam suratına yapılan hamleyi savuşturup, kılıcını var gücüy le Shan'a savurdu. Shan, cehennem kızının atağını durdurdu ğunda Kali, büyük bir şaşkınlık geçirdi: "Benim kılıcımı nasıl durdurabilirsin, nesin sen?" "Yüzük sayesinde tabii ki iblis, saf insan gücünün seni ye nemeyeceğini ben de biliyorum. Artık durumlar da, güçler de eşit, bakalım buradan sağ çıkabilecek misin?" Kali ve Shan, inanılmaz bir hızda birbirlerine saldırıyor ve ayrılıyorlardı. Kali, kılıcını son sallayışında, Shan'ın kolu nu yaralandı. Shan, tekrar hamle yaptı, cehennem kızı, baltayı karşılayacağı sırada komutan zıpladı ve Kali'yi sağ tarafından yaraladı. Kali, kan kaybetmeye başladığı sırada göz bebekleri sinirden, daha da kırmızılaşmıştı. Kali ölüm darbesini vurmak için haykırarak zıpladı, aynı zamanda shan'da yükseldi ve havada ölümüne sallanan silahların çelik sesleri duyuldu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD