2. Bölüm

3044 Words
dünyanın varlığına asla inanamıyordu. Birden gözlerini açarak: "Kızıl Ay gökte yükseldi ve öncesinde kuzeyden hiç saldırı haberi gelmiyordu. Bu nasil olabilir? Bu anlatılanlar nasıl gerçek olabilir?" Başrahip Liang, kafasını sallayıp; "Size her şeyi daha açık anlatacağım" dedi. Hakan'a verdiği kâğıdı geri alıp, parmağıyla garip şekli göstererek anlatmaya devam etti: "Gök kubbenin altında üç farklı dünya vardır. Birincisi, in sanlığın yaşadığı, her şeyin olduğu gibi göründüğü, sınırları belli olan yaşamdır. İkincisi, gecenin karanlığında ortaya çı kan, uçsuz bucaksız toprakların bilinmeyen yerlerinde yaşa yan, kimsenin göremediği noktalarda hayat bulan karanlık dünyadır. Üçüncüsü ise aklın sınırlarını zorlayan büyü ve ruh âlemidir. Üçü, bir noktada kesişirse büyük yıkımlar gerçekle şir. Sınırlar bellidir, eğer denge bozulursa bir karanlık yok olsa bile bilinmeyen topraklarda başka bir kötülük can bulur. Biraz önce baktığınız o garip şekil, dokuz kız kardeşin mührüydü. Yarım Ay ve Güneş'in birleşimi, yani doğaüstü tüm ordula rin liderlerinin bayrağı. Seçilmiş soydan gelen bir büyücünün onları uyandırdığı, yapılan saldırılardan ve kızil aydan açıkça anlaşılıyor. Çok dikkatli olup, eskiden olduğu gibi onlara karşı birleşip savaşmalıyız. Şunu da belirmeliyim ki, onları öldüre bilecek tek silah Ay baltası'dır. Üç dünya tarihinin ilk saf gü müşünden yapılmıştır, şu anda emrimde olan ve gizli bir kale de yaşayan Yeminli Ordu'nun elindedir. Savaş zamanına kadar onu korumaya devam etmeliyim fakat o an gelinceye kadar eğer bir saldırıya uğrarsanız, kafalarını kesmeden onları asla öldüremezsiniz. Kılıçlarınız saplanır ama öldüremez ve okla rınız, onların derisini delemez." Kara Han, adeta taş kesilmişti ve ilk kez duyduğu gerçekle ri hazmetmeye çalışıyordu. Evet, pek çok düşmanı vardı, sal dıranların o devletlerden biri olduğunu duymayı umuyordu ama durum çok farklıydı. Kendini, kapana yakalanmış kurt gibi hissetti. Boğazı düğümleniyor, sıkıntıdan göğsü sıkışıyor du. Ayağa kalkıp, pencerenin yanına doğru ağır adımlarla yü rüdü. Ellerini arkasına bağlayıp, düşünceli bakışlar ile hava yokmuşçasına narin bir şekilde yere düşen kar tanelerini izle di. Suratinda hiçbir mimik belirtisi olmadan, derinlerden ge len bir ses ile konuşmaya başladı: "Sırrıni o an gelinceye kadar saklayacağıma söz veriyorum. Beni buraya kadar çağırdığında, ilk düşüncem hiç yola çık mamaktı fakat içimden bir ses gitmem gerektiğini söyledi ve şimdi buradayım. Umduğum isimleri duymadım ama çok da ha önemli olan bir düşmandan haberdar oldum. Çocukla da özel olarak konuşmalıyım." Başrahip Liangda ayağa kalkip pencere önüne doğru yürü dü. Bakışları beyaz örtü içinde kaybolmuş Hakan'ın gözlerine bakıp, kısa bir süre için gerilmiş suratını izledi. Ardından söy lediklerinin, tüm insanlığı ilgilendirdiğini anlattı. Bunları di yarın Hakan'ı ile paylaşmak onun göreviydi. Çocuk ile istedi ği zaman konuşabileceğini söyleyip, yol yorgunluğunu atması için dinlenmesini önerdi. İhtiyar rahip ve Kara Han, tekrar görüşmek üzere ayrıldı lar. Kapıdan çıkan Hakan, kendine meraklı gözlerle bakan ko mutanlarına, çocuğu odasına getirmelerini emretti. Koridor boyunca, bir rahip önde, askerleri arkasında iler lediler. Beyninin içinde firtinalar kopuyor, hâlâ duyduklarının gerçekliğini sorguluyordu. Tekrar konuşacaklar ve Karanlık Ülke'nin stratejileri hakkında savunma noktaları oluşturacak lardı. Daha önce hiç görmediği bir düşmana karşı savunma ya da saldırı yapmamıştı. Yardımcı, odasını gösterip uzaklaştık tan sonra Kara Han, içeri girdi ve kapısını kapattı. Haberlerin iyi olmadığı yüzünden okunuyordu, adamları aksi bir durum olduğunu anlamışlardı. Kara Han, yolun verdiği yorgunluk ve işittiği gerçeklerin ağırlığıyla yatağa uzandı. Her yanı kellesini almak isteyenlerle doluydu ve son öğrendiği düşmandan kur tulmanın bir yolunu bulmalıydı. Gözleri yorgunluğa daha faz la dayanamadı ve kapandı.  ÖTÜKEN'DE GENÇ BİR SAVAŞÇI, çadırında düşünceler de nizinde kaybolmuş dalgın ve sıkıntılı bir şekilde oturu yordu. Kurt gibi ince beli, ayı kadar geniş omuzları, katran ka rası uzun saçları, çok güçlü bir vücudu ve uzun boyu vardı. Kılıç, özellikle de topuz ve ok kullanmada oldukça ustaydı. Bu yiğidin adı, Oğuzdu. Tarçına çalan ela gözleri dalgındı. Çene sine kadar iki yandan hançer gibi inen bıyıklarını düzelterek iç çekiyordu. Aslan gibi geniş göğsü, içindeki sıkıntıdan dolayı hızla inip kalkıyordu. Diyarda yaptığı savaşlar ve girdiği bire bir cenklerde adını herkese duyurmuştu. Babasına karşı yıllardır içinde biriktirdi ği bir öfke hâkimdi. Çin'li eşinden sonra fethe çıkmaz olmuş, putperestliğe merak sarmıştı. Kara Han'ın devlet yönetimini beğenmezdi. İkinci karısının etkisinde yıllardır devleti yönetiyor, kendisinden sonra Çin prensesinden olan oğlunun tahta çıkmasını istiyordu. Halk siyasi ve dinî olarak ikiye bölünmüştü, tarafsız kalamadıkları için komutanlar arasında bile Oğuz ve Ildır yan daşları ayrı saflar oluşturmaya başlamıştı. Oğuz'un hedefleri büyüktü ve bu yönetim onu tatmin etmiyordu. Kardeşi, hileli oyunlar ile başa geçerse, toprakların parçalanmaya başlayaca ğını da çok iyi biliyordu. Bu firsatı kollayan ve daima tetikte bekleyen devletler vardı. Aklıyla diyardan diyara yolculuk ederken çadırın dışından gelen ses ile düşüncelerinden sıyrılıverdi. Gelen en yakın dos tu ve kardeşten öte can saydığı Börteçine idi. Adimı haykırı yordu, içeri girmek için izin istedi. Onu hemen içeri çağırdı ve karşılıklı oturdular. Gelen dostuna gülümseyip; "Hoş gel din kardaşım!" dedi. Börteçine gülümseyerek; "Hoş bulduk! Bu saatte seni uyutmayan şey nedir? Ağan mı?" dedi. Oğuz, başını sallayarak, bu aralar sadece, kuzeyde acı çeken obalari düşündüğünü söyledi. Kuzeye gidenler arasında olmayı çok istemişti fakat ordunun hareketi sırasında o, güneydeki top raklardan yeni dönmüştü. Bu yüzden Kara Han, Oğuz'un adamlarının da yorgunluğu göz önüne alarak, hareket eden birliğin içerisine almamıştı. Bunda komutan Ağan'ın payı da büyüktü. Börteçine, devlet yönetimi ve savaş stratejileri konusunda Hun diyarının bir numaralı adamıydı. Can kardeşinden yaş olarak daha büyüktü. Hemen her yerde tanınan, Gökkurt lar'ın komutanıydı. Savaş meydanında yıldırım gibi parlayan, ustaca kullandığı çift kilıcı oldukça ünlüydü. Kel başının tam tepesinden sırtına kadar kırbaç gibi koyu siyah saçı iniyordu. Orta boylarda, geniş omuzlu ve atletik vücutlu bir yiğitti. Börteçine, canı sıkkın olan dostuna bakıp, elini omzuna atti. Onu rahatlatmak isteyen, sakin bir ses tonu ile konuşmaya başladı: "Canını bu kadar sıkma kardaşım! Bu saldırıları yapanlar, elbet bulunup en ağır şekilde cezalandırılacaklardır. Önemli olan, birlik geri geldiğinde, yanımızdakiler ile tahta çıkışplanımız. Eğer bu sancağı, cihanın en tepesine kadar taşıyıp, dünyanın tam ortasına tahtımızı kurmak istiyorsak bu yola baş koymalıyız. Oktar ve dört komutan, bizimle hareket ede ceklerdir fakat diğerleri arasından korkan ve safını belli etme yenler de var." Oğuz, öfkeli gözlerle dostuna bakıp, aniden sözünü kesti. Dişlerini ve yumruğunu sıkmış biçimde bağırdı: "Bize korkaklar değil, istikbalimiz için kanını akıtmaktan çekinmeyecek cesur insanlar gerekli. Bırakalım onlar efendi lerinin izinden sorgusuzca ilerlesinler. Tek amaçları, rahat ça dırlarında karınlarını doyurmak olanlar bizden değildir! Sayı önemli değil, yeter ki bu işe kalpten inanacak olanlar ile hare ket edelim!" İki arkadaş, o gece uzun uzadıya bu konu hakkında konuş tuktan sonra Börteçine çadırdan çıkıp, bakışlarını göğe çevir di. Bulutların arasından kısmen görünen Ay ve birkaç yıldıza bakıp, Gök Tanrı'ya dua etmeye başladı: "Tanrım! Beni ve kardaşımı, haklı davamızda koru ve gö zet! Cihana hâkim olup sapkın dinlerin gölgesinde kalmış topraklara, senin inancını taşımamız için bize güç ver!" KARANLIK ORMANIN gerisindeki büyük dağda, hummalı K bir çalışma aralıksız devam ediyordu. Simsiyah taşlardan ördükleri uzun ve yüksek duvarın arkasından, rüzgârın içinde yolculuk eden çığlıklar karanlığın içinde kayboluyordu. İtba raklar, saldırdıkları kasaba ve obalardan topladıkları kadın ve çocukları, kafesler içinde köle olarak efendilerine getiriyorlar dı. Getirdikleri insanlara, tüm tünelleri kazdırıp yeni salonlar ve odalar yaptırıyorlardı. Büyük bir ulus olabilmek için baş langıç noktalarını, anavatanlarını insanlara inşa ettiriyorlardı. Görüntüleri canavar olsa da, insanlar gibi zekiydiler. Arala rında ikinci uyanışı kabullenmeyen az sayıdaki itbarağı, Kita na canlı canlı ateşte yakmıştı, çatlak seslere asla tahammülü yoktu. Ne de olsa kraliçe oydu, dokuz kız kardeşin soyundan geliyordu ve tüm emirleri ancak o verebilirdi. Çocuk yaşta an ne ve babasını, Liang önderliğinde Büyücüler Meclisi'ne ya pılan saldırıda kaybetmişti. O günden sonra bir çiftçi ailenin yanında büyümüş ve rüyalarının ona yol göstermesiyle, kimolduğunun ve görevinin farkına varabilmişti. Yıllar boyu Kara Büyücü'nün yanında kalıp, eğitim almış ve mührü açmak için hazırlanmıştı. Dağın içinde dört yardımcısı bulunuyordu. Si mon, Dmitry, Kranyus ve Zankona tüm kölelerin ve kendile rinden olanların işlerini takip ediyorlardı. Karanlık ordunun komutanlik görevinde Tyr vardı. Dokuz kız kardeş, onun dö nüştürülmeden önce bile farklı olduğunu anlamışlar ve ona bu ismi vermişlerdi. Büyük bir Viking savaşçısıydı. İnsan ha yatında birçok başarı elde etmiş ve korkulan bir önder olmuş tu. Daha sonraları bir hastalığa yakalanıp güçten düşünce, onu ötelemiş ve ölüme terk etmişlerdi. İtbarakların göz rengi parlak zümrüt yeşiliydi fakat Tyrinkiler farklıydı. Koyu kır mızıydı ve bedeni diğerlerinden daha büyük ve güçlüydü. Bir liklerin nerelere saldıracağını belirliyordu. Surlarda bekleyen nöbetçilerin değişimi ve sayısını ayarlıyordu. Kitana, kapısının önünde bekleyenlere başkomutanı çağır malarını emretti. Bu doğaüstü ulusun kedine özgü, anlaşılmaz bir dili vardı. İnsanların dillerini anlamıyorlardı. Onlarla, bü yu yardımıyla tek konuşabilen kraliçe idi. Kitana, yuvarlak taş masanın başına geçti ve bir sandalye çekip oturdu. Kisa bir süre sonra içeri cehennem alevleri gi bi parlayan kırmızı renkteki gözleriyle Tyr girdi. Saygıyla eği lip selamını verdikten sonra, efendisinin tam karşısına oturdu. Kitana, başak sarısı uzun saçları, deniz mavisi gözleri, bir kar tanesi gibi narin ve beyaz teniyle kötülüğün içine yakışmaya cak kadar güzeldi. İnsanoğlunun hülyalarındaki iyilik perile rine daha çok benziyordu. Fakat porselen gibi pürüzsüz cildi, sevimli ve ideal vücut tipi ile içindeki şeytanı çok iyi sırlıyor du. Kalın, kızıl dudaklarından her nefret ve intikam cümlele rini döktüğü zamanlarda güzel gözleri, içindeki hükmetme hırsının ateşiyle parlıyordu. Başını kaldırıp, karşısındaki ca navarına dikkatle baktı ve kendini beğenmiş, buyurgan, yük sek ses tonuyla konuşmaya başladı: "Saldırılar ne durumda, yeterli sayıda genç kadın ve çocuk getirebiliyor musunuz? Sizi zorlayan güçte bir direnişle karşı laştınız mi?" itbarak "İstediğimiz kadar köle bulabiliyoruz, aynı anda birden fazla noktaya saldırıp, tek gecede yüzlercesini yakalıyoruz. Tüm erkekleri ve yaşlıları öldürüyoruz, fakat şu ana kadar si zin tarif ettiğiniz gibi bir direniş ya da dikkat çeken birileriyle karşılaşmadık." Başkomutan, hırıltılı sesiyle: Kraliçe, gülümseyerek başını salladı, ellerini iki yana açıp konuşmasını sürdürdü: "Benim de beklediğim cevap buydu. Bu küçük obalar ve kasabalardan mutlak güce layık bir savaşçı çıkmadı. Uçsuz bu caksız diyarın, kör noktalarında kalmış bir cevher var mıdır? Var ise emrim altına alıp, gücümü daha ileri topraklara taşı yacak bir kahraman yetiştirebilir miyim, diye merak ettim fa kat ne yazık ki bir tanesine bile denk gelmedik. Bizim, namı büyük, içi iktidar hırsı dolu isimlere ulaşmamız ve tarafımıza çekmemiz gerekli. Tyr, büyük şehirlere saldıracak askeri zekâya sahip bir or dunun, henüz oluşmadığını ama eğitildiğini anlattı. Onlara ulaşmak için saldırı yerine başka bir yol bulmaları gerektiğini söylediği sırada, kapı tekrar açıldı ve içeri dört komutan da ha girdi. Saygıyla selamlarını verip masanın etrafına dizildi ler. Kitana, gelenlere bakıp kisa bir süre düşündükten sonra, emirlerini sabırla bekleyen İtbaraklara bakarak söze girdi: "Sizler gelmeden önce obalarda nasıl bir savunma ile karşı laştığımızı konuştuk ve hâlâ istediğimiz gibi bir savaşçıya rast layamadığımızı öğrendim. Samanlıkta iğne arayacağımıza, iğ nelerle dolu bir kaptan en büyüğünü seçmeliyiz. Bu yüzden devletlerin ordularının, saraylarınm, hatta kralların en gizli birliklerinin içine sızmalıyız.” Kranyus, efendisine şaşkın gözlerle bakıp:"Peki, bunu nasıl yapacağız? Bizler insanların arasına karı şamayız, hatta onların dilini bile bilmiyoruz." Büyücünün planı, kafasında çoktan şekillenmişti. Ayağa kalkıp pencereden dışarıya, surlarının önünden uzanan uçsuz bucaksız görünen karanlığa baktı. Arkasını dönmeden, şeyta ni düşüncesi dudaklarından dökülmeye başladı; "Bundan sonra yaptığınız her saldırıda, bulabildiğiniz ka dar güzel ve genç kadınları getireceksiniz. Diyardaki arayışı, Tyr'in sürüleri halledecek. Sizler de, dağın içinde çalışan köle ler arasında göze çarpan, güzelliğini kaybetmemiş olanları se çip bana getirin. Onlar, bizim uzaklardaki gözümüz ve kula ğımız olup dolunayın vereceği güce layık savaşçıları emrimize gönderecekler. Eğer bunu sorun yaşamadan halledebilirsek, istedikleri anda insana dönüşüp halkın arasına kolayca karı şabilecek yeni bir nesil oluşturabiliriz. Söylediklerimi hemen uygulamaya geçirin, kaybedecek zamanımız yok!" İtbaraklar, oturdukları yerden ok gibi firlayıp odadan ayrıl dılar. Dışarıdaki karanlıkta gözleri takılı kalan Kitana, elinde ki asayı sıkıca kavrayıp, dudaklarına düşen hafif tebessümle geleceği ve ordularını hayal etti. Yıkılan ve yangınlar içinde kalan şehirleri, pençeler altında çığlıklar içinde can veren düş manlarını, ölümden korkan yüz binlerce insanın, önünde bi at edip yaşamak için yalvarmasını... O, atalarının ilk düşmanı Azazel gibi hatalar yapmamaya kararlıydı, gücüne güvenerek, neden sadece doğaüstü varlıkları kullansın ki? Öncü olacak yüz binlerce ádemoğlu, karşısına çıkacak her birliğin direnci ni karabilir, inançlarını sorgulatabilirdi. EJDER TAPINAGI'NIN pencerelerinden Güneş ışıkları sü zülmeye başlamış, önceki gün binbir düşünceyle uykuya daldığı yatağından defalarca kâbuslar ile uyanıp, gün doğana kadar huzursuz bir gece geçiren Kara Han, ışıklar vurdukça parıldayan, dışarıdaki kar örtüsünü izliyordu. Önceki gün, Kara Han ve çocuk oldukça uzun bir konuşma yapmıştı. Turş kan, Kara Han'a saldırı sonrası nasıl kaçabildiğini, buraya gel meden önce, bir kasabada açlıktan ve soğuktan ölmek üzere iken, tapınağın rahipleri tarafından kurtarıldığını anlatmıştı. Hakan bugün Turşkan ile bir kez daha konuşacaktı, fakat ön ce meraklı gözlerle düşmanın kim olduğunu bilmek isteyen komutanları ile konuşmalıydı. Eliyle uzun sakalını avuçlayıp aşağı doğru düzeltmeye başladı. Gözlerinin önünde, diyarın haritasını canlandırdığı sırada, Yüeçilerin savaş mektubu aklı na geldi. Tüm güçleri ile harekete geçecekleri bir hazırlık için deydiler. Amaçları bu sefer kesindi ve Hunları yok etmeden asla topraklarına dönmeyeceklerdi.Çin ile savaşları, küçük birliklerin sürtüşmelerinden iba retti. Büyük bir cenk etme istekleri yoktu. Kendi içlerindeki Hanedanlık çekişmeleri, yönetimlerini yeterince meşgul edi yordu. Kara Han, Imparator'un kızı Bai ile evlendikten son ra, iki taraf çekişmeye girseler de asla sınır ihlali yapmıyorlar di. Prenses, Hakan'ın ikinci karısıydı ve ona deliler gibi âşıktı. Minyon tipi, sevimli yüzü ve kendine verdiği üç evlat ile onun gönlündeki tüm sarayların tek sahibiydi. Ana yurduna, ikinci Bey Hanımı olarak getirdiği kıymetlisinin ismini, Ager Hatun olarak değiştirdi. Ondan olan çocuklarının ikisi kız, biri de er kekti. İkinci baharını yaşatan kadının, üzerinde büyük bir et kisi vardı. Kara Han'ın yıllar önce kaybettiği, içindeki liderlik ateşinin farkındaydı ve bu boşluğu kendi aşkıyla doldurarak, arka planda alınan tüm hükümlerin akıl hocası rolündeydi. Ildır'i tahta geçirme fikrini aklına o sokmuş, mutlak alınması gereken bir karar olduğuna inandırmıştı. Savaşçı özellikleri ve devleti yönetecek kadar engin bilgiye sahip olmayan bu ze kâsı kısıtlı, dev gibi uzun boylu, çarpık dişli ve çirkin suratlı genç, anasının da etkisiyle içten içe iktidar ateşi ile yanıp tutu şuyordu. Toprakların çıkarlarını düşünmeyen, bayrağın bile değerinin farkında olmayan Ildır'ın tek isteği, içindeki hay vani dürtüler ile büyük yıkımlar gerçekleştirmek ve insanla rın kalplerini, adının korkusuyla doldurup, saygıyı zorla elde eden bir zorba olmaktı. O, büyük bir önder olmanın sirrının, sadece acı çığlıklar ve kandan geçtiğine inanıyordu. Kara Han, odasından dışarı çıktığında, kendini meraklı gözlerle süzen Komutan Ağan'ı gördü. Hakan'a tüm saygısıyla selam verip, bir emrinin olup olmadığını sordu. Düşünce de nizinde yüzen, kendi tapınağın taş zemininde yürüyen ama ruhu diyarları dolaşan hükümdar, sadece Turşkan'ı odasına götürmelerini emretti. Büyük kapıya geldiğinde, derin bir ne fes çekip kapıyı araladı. Içeride yerde oturmuş, her iki tarafı na tütsüler yakmış, sessiz bir halde büyük bir kitabı okuyan Liang'i gördü. Kapı kapandığında, sese karşı gözlerini kaldıran Başrahip, gülümseyerek okuduğu kitabı kapattı ve ayağa kal kıp selamlaştilar, karşılıklı oturdular. Yaşlı adam, Kara Han'ın gergin ve düşünceli suratına bakti. Donuk bir edayla kapatı lan, korkunun verdiği tedirginliği karşısındaki bir çift gözde fark etmişti. Sessizliği, yumuşak sesiyle böldü: "Dinlenebildiniz mi efendim? Umarım sizi ve adamlarınızı ilk gecelerinde rahat ettirebilmişizdir." Kara Han, sıkkın bir şekilde kaşlarını kaldırdı, ihtiyara ba kip: "Yemekleriniz leziz ve yataklarınız oldukça rahat Liang! Adamlarım, bu kadar iyi ağırlanmadan dolayı, eminim ki de rin bir uyku çekmişlerdir. Fakat benim için aynısı söylenemez. Benim rahatsızlığımın nedeni elbet sizler değil, kafamın için de koşuşturan düşünceler..."" Aniden kapı açıldı, içeri beş adam girdi. Ortalarına bir ma sa koyup güzel yemek ve içecekler ile doldurdular. Dışarı çıkıp kapıyı kapattıklarında Liang, bunun normal olduğunu söy ledi. Öğrendiği gerçeklerin, her insana ağır gelebileceğini ve zamanla sindirebileceğini anlattı. Hakan, yemeğinden birkaç kaşık daha aldıktan sonra Turşkan ile konuşup konuşmadığını sordu. Çocuğu Ötükene götürüp, devletine her zaman sada kat ile bağlı kalmış bu obanın evladına sahip çıkmayı, kendine bir borç biliyordu. Başrahip, kendisiyle konuştuğunu ve asla ağzından bir şey kaçırmayacağını söyledi. Ailesinin Çin akın larından birinde öldüğünü, kimsesiz kaldığı için getirildiğini söylemesi gerektiğini anlatmıştı. İstediği cevapları alan Kara Han'ın gözleri, kitapların oldu ğu tahta rafa takıldı. Dün gördüğü kitabı arıyordu ama yoktu. Karşısındaki insanın tüm hareketlerini ustalıkla çözen yaşlı adam, aradığı şeyin çok değerli olduğunu, bu yüzden de giz li bir yerde sakladığını söyledi. Uzun süre, büyük bir saldırı da nasıl davranmaları ve haberleşmeleri gerektiğini konuşup kararlar aldılar. Başrahibin yanından ayrılan Hakan, odasına doğru giderken kapının aralık olduğunu gördü. Ağan ve Ok tar, hemen önünde dikiliyordu. Turşkan'ın içeride olduğunu söyleyip, kapıyı sıkıca kapattılar. Tahta sandalyelerden birini çekip, masaya oturdu. Önceki günün korkusunu hâlen üzerinde taşıyan küçük çocuk, siska bacakları hafif titrer hâlde ayakta dikiyordu. Hakan, tok sesiyle: "Benden korkma, bu konuyu dün de konuştuk. İlk karşılaş mamızda sana biraz öfkelenmiştim fakat Başrahip ile konuş tuktan sonra sana haksızlık ettiğimi anladım. Senin korkudan masallar uydurduğunu düşündüm. Hiç bilmediğim bir dün yadan ve topraklarıma saldıran yeni düşmanlardan haberim oldu. Haydi, karşıma otur ve rahatla. Burada daha fazla kal mayacağız, eğer Ötükene geleceksen bana güvenmelisin!" Derin bir nefes alıp rahatlayan Turşkan, gösterilen yere oturdu, başını kaldırınca kendisine gülümseyen yüzü gördü ve bedenini yaprak gibi titreten kasılmalar azalmaya başladı. Tüm ailesini kaybetmişti, ölüm kokan bu topraklarda yalnız hayatta kalamazdı ve ruhu, hükümdara hiç ısınmasa da onun korumasına girmekten başka çaresinin olmadığını biliyordu: "Sizden korkmuyorum ve tüm kalbimle güveniyorum. Ya nınıza almanızdan ve yeni bir hayat sunacak olmanızdan do layı size minnettarım. Bu iyiliğinizi, büyüdüğümde ordunuz da bir er olarak ödemek istiyorum." Onun bu hâlini gören Kara Han, kendini daha fazla tuta madı ve kahkahalar atmaya başladı; "Demek er olacaksın ha?" diyip masaya vuruyordu. Onun, bu tepkisini şaşkınlıkla izl eyen Turşkan'ın ruhu inciniyordu. O, küçük ve çelimsiz olabi lirdi ama ileride çok güçlü bir Altay yiğidi olabilirdi, bu küçük düşürücü duruma daha fazla dayanamadı: "Ben de Oğuz Bey ve Komutan Börteçine gibi büyük bir savaşçı olabilir, gerekirse ailemin intikamını tek başıma da alabilirim ! " Duyduğu sözler ile beyninden vurulmuşa dönen Hakan, bir anda ciddileşip, kaşlarını çatarak sordu: "Demek onlar gibi olmak istiyorsun? Onların, en büyük cengåverler olduğunu nereden biliyorsun? Bunları sana söy leyen kim?" Otoritesini kahramanlıklarıyla sarsan, inanış ve yönetim konusunda daima zıt düştüğü oğlunun ismi, bir kez daha kar şısına çıkmıştı. Çocuk, karşısında kaskatı olmuş, bir dakika öncesinde kendisiyle dalga geçerken gülmekten bayılacak gibi olan adamdan eser kalmadığını gördüğünde, bu konuda ko nuşmalarına dikkat etmesi gerektiğini anladı. Obalarında ve komşu yerleşkelerde, onların kahramanlıklarının anlatıldığı ni, daha önce ikisini de hiç görmediğini söyledi. Çocuk tek hayalinin, iyi ve ismi duyulacak kadar cesur bir savaşçı olabil mek olduğunu söylediğinde Kara Han, kendisine masum ce vaplar veren çocuğa karşı öfkesini yatıştırıp, obasında nasıl ye tiştirileceğini anlattı. Aralarındaki sırrın saklı kalmasını her defasında tembihleyerek, yeni hayatında nasıl yaşayacağını ve davranacağını anlattı. Turşkan, odadan çıktıktan sonra komu tanlar iOTÜKEN'DE SABAH OLMUŞ, Oğuz çadırdan çıkıp obada dolaşmaya başlamıştı. Kendisine her zaman sevgi ve saygıyla yaklaşan halk ile selamlaşıp, hâl hatır sorarak dostunun çadırına doğru yürüyordu. Börteçine çoktan uyanmış, oynamaları için tahtadan kılıçlar verdiği iki küçük oğlunun komik savaş oyununu izliyordu. Oğuz, dostuyla selamlaştı ve sevimlilik abidesi, tombul yanaklı, çekik gözlü iki küçüğü yanına çağırıp onları sevmeye başladı.çeri girdiler, düşmanın kim olduğunu öğrenmek için sabırsızlandıkları yüzlerinden okunuyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD