"Söylediklerin aklıma yattı fakat yapılacak tek hata, büyük tehlikeler doğurabilir. Son kararımı, Ötüken'e döndüğümüzde birkaç gün içerisinde sana söylerim ama bu konuşmayı kimse bilmemeli! Ortalıkta dinmek bilmeyen bir ikilik var, oğlumun adını her yerde haykıran sevenleri, obamda ve topraklarım daki tüm yerleşkelerde, büyük çalkantılara neden oluyorlar."
İstediğini alan Ağan, bu sözlerinin gizli kalacağını söy leyip, atıyla ön saflara doğru hareket etti. Hükümdarı etkisi altına alan karısıyla aynı saftaydı, bu yüzden ana yurda dön düklerinde, isteğinin hemen gerçekleşeceğini biliyordu. Sura tinda, inanılmaz bir mutluluk ifadesi vardı. Her zaman ciddi ve mimiksiz olan yüzünde, ilk kez böyle bir gülümseme vardı. Oktar, onun bu hâlini gözlemliyor ve tedirgin oluyordu. Onu hiç böyle bir hâlde hatırlamıyordu, muhakkak ya kendine ve dostlarına karşı, henüz bilmediği bir oyun hazırlamış ya da zafer kazanmıştı.
ÖTÜKEN'DE GÜNEŞ IŞIMAYA BAŞLAMIŞTI, Oğuz göz ka paklarını yeni araladığı sırada, yanı başında oturan an nesini gördü. Hemen doğrulup ne olduğunu sordu. Temiz duygulara sahip, güleç yüzlü ve yavrularını korumak için ken dini ateşe atmaktan asla çekinmeyecek bu kadın, oğlunun ça dirina bir aksilik olmasa, bu kadar erken bir zamanda gelmez di. Ay Hatun, sıkkın bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
"Dün gece yaşananlar, hafife alınacak şeyler değildi, sen benim canımdan bir paçasın ve başına gelecek en küçük şey benim canımı yakar. Babanın, o kendini beğenmiş Çinli karı sının etkisinde olduğunu ve çocukları arasında tarafsız olma dığını biliyorsun. Obaya geri döndüğünde, olanları öğrenecek ve her zaman olduğu gibi o insan azmanı Ildır'ı haklı çıkara caktır. Böyle bir durumda da, aleyhinde ağır hükümler vere ceklerdir, bu yüzden çok korkuyorum evlat!"
Oğuz, gülümseyerek söze girdi: "Bunun olacağını biliyorum, Ager Hatun'un olayları nasıl anlatacağını ve Hakan'ın aklını çelerek, beni haksız çıkaraca. ğını da biliyorum. İstediklerini yapsınlar, bana güvenen bin lerce insan ve savaşçı ile üzerlerine yürüyüp, hak etmedikleri o tahttan indirdiğimde, bana yaptıkları her şey için, en ağır bedelleri ödeyecekler!"
Ay Hatun, duyguları ve sözleri yeni dövülmüş bir kılıç ka dar sert ve keskin olan bu delikanlının cümlelerini, eliyle ağzı ni kapatarak kesti ve korkudan titreyen sesiyle:
"Sus oğul! Ne dersin sen? Sakın bir daha böyle konuşma, biri duyarsa başımıza açılacak belaları tahmin bile edemezsin. Seni ve kardeşlerini, bu yılanlar yüzünden kaybedemem ayrı ca o kadının yanında da asla böyle şeyler söyleme!"
Tedirgin olmuş, duyduklarından sonra yüzü bembeyaz ke silmiş Ay Hatun'a kararlı gözlerle bakan genç savaşçı, sert bir ses tonuyla konuştu:
"Kimse duymaz, merak etme ana! Zamanı geldiğinde, her şey savaş meydanında, apaçık ortada yaşanacak. Ben bu amaç uğruna, kanımı da dökerim, başımı da veririm! Farelerin cirit attığı o büyük çadırı temizleyemezsem bu insanların ruhlarını, inanışlarıyla oynayarak kemirecekler. Bununla da yetinmeyip, damarlarında akan deli kanı unutturup, savaşçılarımızı uyu şuk birer köylüye dönüştürecekler. Gök Tanrı, doğru ve cesur olanın yanındadır, ondan aldığım güç ile bu işi başaracağım ve sancağımızı en tepeye taşıyacağım. Gök kubbe altındaki her mazlumun yanında durup her zalimin celladı olacağız!"
Annesi, ona sımsıkı sarılıp, baş koyduğu yolda muvaffak olması için her zaman dua edeceğini söyledi. Ava çıkacağını zannettiği evladına, yiyecek birkaç şey hazırlamıştı fakat iste medi. Ay Hatun'u çadırdan çıktıktan sonra Oğuz, omuzları vaşak kürküyle sarılmış, mat siyah zırhını giydi. Silahlarını yanına alıp, dışarı çıktı. Börteçine, az ileride yanında Şaman Hatun ile bekliyordu. Yanlarına gidip ana yurtlarına yakın bir noktada yaşayan, Büyük Ak Şaman'dan gelen haberi dinledi. Atlarını hazırlayan iki dost, Göknur Hatun'un kendilerine katılacağını söylediği yere doğru, on rahibi de yanlarına ala rak yola çıktılar. Birkaç çadır ötede, onları nefretle izleyen bir çift göz vardı. O bakışların sahibi, üç arkadaşının ölümünden sonra, içindeki intikam kılıcını daha da bileyen Ildırdı. Uzun zamandır ava bile çıkmamış olan iki arkadaşın, dini önderleri ni yanlarına alıp, nereye gittiklerini merak ediyordu.
On üç kişilik kafile yola çıkmış, Kuyular Kalesi gibi tehlike li bir yere girmeye karar vermişti. İki arkadaş, obanın dini li derine, oraya neden bu kadar kalabalık gittiklerini sordu. Ka dının cevabı ürkütücüydü:
"Orası eski çağlardan beri gizli kalmış, bir dağ yamacına kurulmuş karanlık bir yerdir. Hiçbir devlete bağlı olmayan, içinde sayısız derin ve alevli kuyular olan topraklardır. Taman dışında, ona hizmet eden çok sayıda sapkın insan ve gölgeler de gizlenen yaratıklar vardır. Cehennemin ruhlarıyla devamlı olarak konuşulan ve onlar için garip adaklarda bulunulan bu yer, tahtında oturanın yaptığı bir büyüyle korunmaktadır. Ba şımıza ne geleceğini asla bilemeyiz, bu yüzden orayı bilen ki şiler ile gidiyoruz."
Güneş batmak üzereydi, Ötüken'den çıkan topluluk, kar şi tepeceğin üzerinde uzun beyaz cübbeleri olan, on beş atlı gördüler. Onlara doğru ilerlediklerinde, en önde iri yapılı ve elinde koca bir asa olan kadını gördüler. Orta yaşlarda, esmer, çekik gözlü olan bu kişi, yosun yeşili gözleriyle, iki savaşçıyı süzüyordu. Yanlarına vardıklarında, obalarının rahiplerinden biri, kendilerini süzen atlının yanına gidip:
"Büyük Ak Şaman, bu yiğit size mesajda anlattığımız, rü yaları gören, Kara Han'ın oğlu. Bu aslanı da muhakkak tanı yorsunuzdur, ismi Börteçine ve Gökkurt birliğinin komutanı" Göknur Hatun, gülümser bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı:
"Güneydeki hepsi birer kahraman olan, o özel birliğin liderini tabii ki tanıyorum. Bizimle gelmesi büyük bir onur fakat Ay Hatun'un evladını ilk kez görsem de adını son zamanlarda oldukça sık işitiyorum. Putperestliğe karşı, yanımızda verdi ğin savaş bizi onurlandırıyor. Bize doğru yol aldığınızda, göz lerindeki o büyük ışığı fark ettim, uykuda seni rahat bırak mayan hülyaların tedirginliği, omuzlarına binmiş bir yük gibi duruyor. Gideceğimiz lanetli kayalıklardaki, yolundan yıllar önce sapmış lider, benim ablamdır. Karşımızda bir ordu gör meyeceğiz fakat gelenlerin akıllarıyla oynamaya çalışan sahte görüntüler ve hayaletlerin oyunları ile karşılaşacağız, sizi bu tehlikelerden koruyup, ışığımla yol göstereceğim."
Oğuz, duyduğu günden beri aklını kurcalayan şeyi sordu: "Gördüklerimi anlattığımda, kardeşinin benden bir bedel isteyeceğini, eğer vermeyi kabul etmezsem, hiçbir şey öğrene meyeceğimizi söylediler. O bunları çözebiliyorsa, sen neden yapamıyorsun? Bir kıyamet ordusundan ve başlarında onları uyandıran büyücüden bahsedildi, hiçbir şey anlayamıyorum!" Göknur Hatun, ciddileşen ses tonuyla:
"O, Tamtuk diyarı ile konuşabilir, ben konuşamam çünkü sadece Yaratıcının yolundan sapıp, Ateşin Lordlarının acı çe ken hizmetkârlarıyla konuşanlar bize cevap verebilir. Azazel, cehennemin dokuzuncu kapısının efendisidir, bu yüzden ora yı bilen biriyle, transa geçerek sorular sormak gerekir. Her şe yi sana anlatacağım, içinde hiçbir bilinmeyen kalmayana ka dar tüm ayrıntıları öğreneceksin. Yeni duyduğun gerçekler, ağır gelebilir ve hazmetmesi zordur fakat çözdükçe daha iyi anlayacaksın!"
Görüşmeleri bittiğinde, bu kalabalık grup, hedeflerine doğ ru emin adımlar ile yola çıktılar. Binlerce yıl önce kapanma mış bir hesabın ilk kıvılcımı, bu karşılaşma ile parlayacaktı...
KITANA'NIN BÜYÜSÜYLE, bayıldıktan sonra kendilerine gelen kadınlar, sıcak sularda temizlenip, iyi yemek ve içeceklerle beslenip, üzerlerine emredilen elbiseler giydirilmiş hålde büyük salona gönderildiler. İçeri girdiklerinde, yan ya na durup, elinde koca bir kadeh ile ürkütücü tahtında oturan Kraliçe'nin karşısına geçip, diz çöktüler. Büyücü, durumdan mutlu bir şekilde ayağa kalkıp, merdivenlerden indi ve kalk malarını söyledi. On zavallı, geçmişlerini ve olanları hatırla mıyordu. İçlerini kaplayan tek şey, Kitana'ya karşı duydukları sonsuz sadakatti. Bu nedenle itbarakların gözetimi olmadan, önceden korkudan titredikleri bu yerde, artık kendi rızalarıyla ve büyük mutlulukla duruyorlardı. Ortasındaki yanan büyük ateşin etrafında değerli taşlarla süslü on taht vardı, efendileri ninkine kıyasla daha gösterişsiz ve daha küçüklerdi. Sessizli ği yarıp, yükselen ses oturmalarını söyledi ve kapının dibinde duran dört hizmetkâr, on bardağı her birinin önüne bıraktı. Dağın efendisi, avuç içini pelerininin içinden çıkardığı bir hançerle kesti ve her birine aynı miktarda kanından akıttı. Ortalarındaki ateş, elini kestiği andan itibaren daha da güçlü yanmaya başlamıştı. Tahtının yanındaki kutudan yeni bir şişe çıkardı. Hepsine bu sıvıdan damlatıp, kadehleri ellerine alma larını ve gözlerini kapatmalarını istedi. Kraliçe, yüksek bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
"Benim sadık kızlarım, ölüm meleklerim! Bu diyardaki on krallığa gidecek ve en büyük savaşçıları bana göndereceksiniz. Kralların yanlarına sokulup, tüm sırlarına vakıf olacaksınız. Zor zamanlarınızda sizlere vereceğim yüzükleri kullanarak, emrinize vereceğim ikişer itbarak yardımınıza koşacaktır. Ka dehlerinizde, sizi bana bağlayacak olan bağ ve dünyada kal binde bir parça kötülük olan her erkeğin başını döndürecek cazibeye kavuşmanızı sağlayacak iksir var! Söylediğim anda tek seferde için, gözlerinizi açmadan ve derin nefes alarak bu nu yapın. Artık hem muhteşem bir çekiciliğe ulaşacak hem de rüyalarınızda benimle görüşebileceksiniz, gerektiği zamanlar da, sizin gözlerinizden görebileceğim."
Kitana, konuşması bittiğinde, tahtın yanında duran asasını alıp, birkaç kez yere vurdu ve havaya kaldırıp büyülü sözleri haykırmaya başladı. Ateş, büyü ile parlamaya, kendi içinde bir hortum gibi dönerek yükselmeye başladı ve tüm tavanı sar dı. Alevler, sanki vücut bulmuş gibi on noktadan, çevresinde oturan kölelerin arasından yol almaya başladı. Sihir, zirveye ulaştığında, ellerindeki iksiri içmeleri için emir verdi ve onlar da sorgusuz, tek dikişte bitirdiler. Ayin bittiğinde, her şey eski haline geri dönmüş, kadınlar büyüyü tamamlamış ve kraliçe lerinin, diyardaki gözü kulağı olacak, inanılmaz güzellikteki ölüm meleklerine dönüşmüşlerdi. Can almaktan korkmayan ve her isteneni koşulsuz yerine getiren, birer ölüm taciri ol muşlardı. Efendileri, hepsini yanına çağırıp, karşısına tek sl ra hâlinde dizdi. Büyücü, göz alıcı güzellikteki yüzükleri, her birinin parmağına takıp sessizce bir şeyler fısıldadı. Dağdan çıkarılan en güzel madenler, işinin ehli altın ustalarına yaptı rılmıştı. Üzerlerinde, karanlık ülkelerinin sembolü, birleşmiş yarım Ay ve Güneş şeklini taşıyordu. Gidecekleri devletlerin isimlerini, yerlerini ve tüm önemli kişilerin hakkında, bilme leri gerekenleri öğrendiler. Yolda, yanlarına verilen itbarak ların, onları her türlü tehlikeden koruyacağını, beslenme ve barınma sorunlarını halledeceklerini dinlediler. Yanlarına alacakları altınları, canavarlar gizli bir yerde tutacaklardı ve parmaklarına taktıkları değerli taşlar sayesinde, istediklerini onlardan alacaklardı.
Arap Yarım Adasına, Hindu diyarına, Çin topraklarına, Roma İmparatorluğu'na ve birçok kuzey ve Batı uygarlıkları na ölüm meleklerini gönderdi. İçlerinden bir tanesini de Hun Devleti'ne gönderdi. Oraya gidenin hedefi çok daha büyüktü; Oğuz ve Börteçine'yi, kraliçelerinin emrine sokabilmekti!
KARA HAN VE BİRLİĞİ, dört gün süren, oldukça culuk geçiriyorlardı. Soğuk ve tipinin artışı nedeniyle, ol dukça yavaş ilerliyorlardı. Rüzgâr ile iyice görme mesafelerini zorlaştıran yağışın hafiflemesini beklemek için bir yer bulma ları gerekiyordu. Oktar, hakanına yaklaşıp, ileride bir kasaba olduğunun haberini verdi. Önden giden savaşçılar, yerleşke nin kime ait olduğunu bilmediklerini, bir sancak görmedikle rini ve terk edilmiş bir yer olabileceğini sözlerine ekledi. zor bir yol
Atlar bile, yükselen karda zor hareket edebiliyordu artık. Hükümdarın devam etmek gibi bir seçeneği yoktu, bu yüz den tamamen ıssız görünen yere doğru ilerlediler. Burası kü çük bir yerdi, on ya da on beş küçük barınak, birkaç tane ahir ve samanlık vardı. Komutanlar, öncüler etrafı son kez kontrol etmelerini, kimsenin olmadığı evlere dağılmalarını, hava dü zelene kadar burada dinleneceklerini söyledi. Yanlarında, bir hafta kadar yetecek kurutulmuş et, ekmek ve su vardı. Önceden burada yaşamış olanların, samanlık ve ahırları depo olarak kullandığını gördüler ve içlerine istiflenmiş ol dukça fazla odun buldular. Dört günün sonunda gökyüzünde ki bulutlar dağılmıştı, Güneş kendini gösterse de dondurucu soğuk devam ediyordu. Kağan, kaldığı barınaktan çıkıp etraf ta göz gezdiriyordu, yanına gelen Ağan:
"Hakan'ım, buralarda kışın sert zamanları yeni başlıyor, eğer yola çıkarsak iki gün içerisinde daha rahat yol alabilece gimiz topraklara varabiliriz."
Toparlanmaya hemen başlanmasına karar veren Hüküm dar, adamlarına elini çabuk tutmalarını söyledi. Komutan, ar kasını dönüp uzaklaştığı sırada Turşkan, bulduğu bir demir çubukla yeri eşeleyerek, canı sıkılmış bir hâlde kendince vakit geçiriyordu. Elindekini kara soktu ve sert bir şeye çarptı, ilk başta bir kaya parçası sanıp önemsemedi fakat aynı şeyi tekrar ladığı sırada, ayağı başka bir taş parçasına takılıp olduğu yere yüzüstü kapaklandı. Kendi hâline gülüp, sessizce kıkırdıyor du. Köyün arka tarafında dolaşıyordu, herkes toparlanırken, ayakaltında olmak istememişti. Yerden kalkarken eline garip bir şey geldi ve bir anda korkudan çığlık atmaya başladı. Gör düğü şey, kopuk bir bacaktı. Biraz önce takıldığı şey ise yarı si olmayan bir bedendi. Soğuktan, cesetler bozulmadan oldu ğu gibi kalmıştı. Korkudan geriye doğru kaçmaya çalışırken sırtüstü düştü, bağırışını duyan birkaç savaşçı, ne olduğuna bakmak için çocuğun yanına doğru koştular. Gördükleri kar şısında ne olduğunu anlamaya çalışan savaşçılardan biri, ken dilerini uzaktan izleyen komutanları Ağan'ı çağırdılar.
Kara Han'ın aklında Başrahip Liang'in söylediği sözler dö nüyordu, tüm alanın üzerini açmalarını emretti. Kırk kadar alp, beyaz örtüyü açtıkça kopmuş başlar ve kalbi sökülmüş, kemikleri zayıf otlar gibi kırılıp birbirine karışmış beden par çaları buldular. Adamlar, hayatları boyunca çok savaş görmüş lerdi ama hiç böyle bir vahşetle karşılaşmamışlardı. Bazıları kusmamak için kendini zor tutuyordu. Komutanlar, kağanlarina bakıp, tapınakta anlattığı canavarlar ile bu manzaranın ilgisinin olup olmadığını merak ediyorlardı. Kara Han, kuzey. deki obalarına olan saldırıların aynısı olduğunu söyleyip, dik katleri dağıtmak ve birliğin kendine gelmesini sağlamak için sert bir ses tonuyla hareket etme emri verdi. Turşkan'ın, ailesi ni nasıl kaybettiğini, şahit olduğu vahşiliği ve korkuyu şimdi daha iyi anlıyordu. Arkasını dönüp, hızlı adımlar ile uzaklaş maya başladığında, karanlığın ordusuna karşı kalbini saran umutsuzluğu ve tüm ulusunun yok edilme hissini, düşünme meye çalışsa da, düşüncelerine engel olamıyordu. Ötükene gittiğinde onu bekleyen kararların, hiç de kolay olmayacağını daha iyi anlıyordu.
Kuyular kalesi'ne doğru giden kafile , uzun bir yolculuktan sonra, sık ağaçlarlardan oluşan bir ormanın önün de durdular. Tepelerin bazı noktaları, kayalık bölgelerden olu şuyordu, bu yüzden atlarla ilerlemeleri imkânsızdı. Ak Şaman, geride dört rahip bırakıp, onlar dönene kadar hayvanlara bak malarını, tahmini geri dönüş zamanında gelemezler ise yar dim getirmeleri önerisinde bulundu. Herkes, bu düşünceyi kabul etti ve Göknur Hatun'un önderliğinde, inanılmaz yo ğunluktaki tabiata ayakbastılar. Oğuz, Göknur Hatun'un yanı na gidip, yollarının ne kadar kaldığını ve emin olmak için, bu rayı koruyan bir ordunun olup olmadığını sordu. Ak Şaman, parmağını ileriye doğru kaldırıp konuşmaya başladı:
"Bu tepeyi aştıktan sonra geniş bir nehre varacağız. Ora dan karşıya geçip, sislerle çevrili, bitki ve canlının olmadığı, sadece kara taşların olduğu, çığlıkların işitildiği, çetin bir yol da ilerleyeceğiz. Oranın sonuna geldiğimizde, Taman'ın evini göreceğiz. Sonrası daha da zor, çünkü oldukça yüksek bir yerde ve tırmanmamız gerekecek. Sen, bu dünya hakkında hiç bir şey bilmeyen bir kurtarıcısın. Karanlık Dünyanın Efendi leri, büyük bir cenk olmayacaksa, düzenli bir ordu kurmazlar. Topraklarını, kötü ruhlar ve büyüyle korurlar, ben de bunun için yanınızdayım. En büyük tehlike, akıl sınırınızı zorlayacak sanrılardır, bir arada kalıp ayrılmazsak, işimiz daha kolay ola caktır."
Oğuz, heybetli vücudu ve keskin bakışlarıyla çevreyi sü zerek, tepeliğe çıkmaya devam etti. Börteçine daima tetikte, dostunun hemen yanında ilerliyordu. Her zaman elleri, tüm diyara nam salmış, çift kılıcının üzerinde duruyordu. Devamlı etraftaki sesleri dinliyor, rahiplerin yüzlerindeki tepkileri oku maya çalışıyordu. Yokuş çıkmak oldukça yorucuydu ve ilerle dikçe sanki dikleşiyordu. Rahibelerden biri Ak Şaman'a doğru hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı, yanına gidip kısık sesle bir şeyler söyledi. İki dost, ne olduğunu anlamaya çalıştıkları sıra da Göknur Hatun, hemen durmalarını ve asla ses çıkarmadan, hareketsiz dikilmelerini söyledi. Etraf normalden çok farklıy dı, hayvan sesleri kesilmişti. Oğuz kafasını çevirdiğinde, sağ taraflarında, fazla uzak olmayan bir mesafede, üstünde yırtık ve kirli elbisesi olan ayakları çıplak, normal insandan iki kat daha iri, gözleri büyük bir demir parçasıyla dağlandığı belli olan dört yaratık gördü. Oldukları yerden kıpırdamadan bek liyorlardı. Ellerinde bir insan boyunun yarısı kadar pala ve kü tükler vardı. Tenleri çok beyaz ve nemli görünüyordu. Ağızları kocamandı ve kapattıklarında alt çenelerinden iki diş, dudak larından çıkıp burunlarına doğru kıvrılıyordu.
Ak Şaman sessiz bir şekilde Oğuz'a bakıp sadece ağzını oy natarak "Köle Devler" dedi. İki savaşçı, böyle bir canlıyı daha önce hiç görmemişlerdi. Onlar gidene kadar beklemek zorun daydılar, görmüyorlardı ama hareketlerinden etrafı dinleyip kokladıkları da belliydi. Ürkütücü yaratıklar, biraz bekledik ten sonra arkalarını dönüp, yürümeye devam ettikleri sırada, rahibelerden biri aceleci davranıp hareket etmek istedi. Ayağı nın altındaki küçük kayalar kayıp, yuvarlanarak diğer taşlara çarptı ve devler bir anda onlara doğru koşmaya başladı. Börte çine çift kılıcını çıkardı ve savunma şeklini aldı. Oğuz büyük topuzunu çıkarıp, gardını aldı fakat Ak Şaman beklemelerini söyleyip, elindeki asayı iki kere yere vurdu ve kendileri gelen yaratıklara doğru tuttu. Canavarlar, ayakları bir anda bağlan mış gibi yere düşüp yuvarlandılar. Gür sesleriyle bağırıyorlar di ama ilerleyemiyorlardı. Onları durduran Göknur Hatun, bunun onları fazla tutmayacağını, bir an önce yukarıya doğru koşmaları gerektiğini, geç kalırlarsa herkesi öldürebilecekleri ni söyledi.
Herkes hızlı bir şekilde tepeye varmıştı fakat büyüden kur tulamamış devlerin haykırışlarını, hâlâ duyuyorlardı. Nefes nefese kalmış kafile, biraz dinlendikten sonra kısa bir süre yü rümeye devam etti ve karşılarında yoğun bir sis tabakası gör düler. Kara Şaman'a ulaşmalarına az kalmıştı, merak içindeki iki dost, aşağıda karşılaştıkları şeylerin ne olduğunu sordular. Ak Şaman, ilk tehlikeyi atlatmanın verdiği rahatlıkla anlatma ya başladı:
"Onlardan çok fazla kalmadı, ulusları yok olmak üzere fa kat insan girmeyen böyle ormanlarda nadiren görülürler. Köle Devleri, eski zamanlarda savaşlarda kullanıldılar. Kimi İmpa rator, sarayını onlarla korudu. Aşağıdakiler, muhtemelen Ta man'ın emrinde tırmandığımız tepeyi koruyorlardı."
Börteçine ve Oğuz, yanındakiler ile temkinli bir şekilde, tepeden aşağı inmeye başladılar. Korkmamışlardı ama daha önce bu tür canlıları hiç görmedikleri için nasıl öldürülebile ceklerini bilmiyorlardı, bu yüzden oldukça tedirgindiler.
KARANLIK VE ÇOK AZ IŞIĞIN olduğu tünellerde kazma, K kırbaç sesi ve kölelerin acı çığlıkları yankılanıyordu. İtbarakların, işçileri daha hızlı çalışmaya zorlamak için kükreme leri, ortalığı inletiyordu. Simon, kazı alanına girdiğinde, cana varlar komutanlarını saygıyla selamladı, Samuel adındaki başgardiyan, kraliçenin yardımcısına yaklaştı. Üzerinde yarım Ay ve Güneş'in birleştiği büyük bir heykel bulduklarını, Kan Emenleri yendikleri zamanlarda kız kardeşlerin, buldukları şeyi yaptıklarını hatırladığını söyledi.
Köpek başlılar, yan taraftaki daha çalışmaya başlanmamış alana girdiler. Boylarından biraz daha büyük, üç başlı bir hay vanın heykelini gördüler. Sol taraftaki, bir kurt başıydı ve al nında yarım Ay şekli vardı. Sağda olanı, ejderhaydı ve üzerinde yarım Güneş vardı. Ortada ise ağzını kocaman açmış, kulak ları ve dişleri sivri bir insan başı vardı. Kaşlarının üzerinde, balta ve taş sembolü vardı. Simon, yanındaki itbaraklara, he men efendilerine haber vermelerini emretti. Büyücü, üç yardımcısı ve Tyr ile içeri girdi, bulunan şeyi görünce gözleri par ladı. Beklediği zamandan daha önce bulunmuştu, odasındaki dört hizmetkârı getirmelerini söyledi, hizmetkârlar, koşarak koridorlarda kayboldular. Başkomutanına bakıp, üç kafayı da parçalamasını istedi. Ateş gibi yanan kızıl gözleriyle, uzun pençelerini çıkarıp, oldukça sert olan taşı kırdı. Ortalığa dağı lan parçaların içinden, avuç içi büyüklüğünde, kehribar gibi görünen, içinde küçük bir ateşin parladığı, 'Güneş Taşı' çıktı. Kitana, göz bebekleri büyümüş bir hâlde hemen tilsimi eline aldı. İçindeki alev, bir anda güçlendi ve inanılmaz bir ışık yay maya başladı. Aradığı en önemli şeyi bulmuştu, birkaç adım ileride tozlar içinde kalmış bir kitap buldu. Onu da alıp, ince lemeye başladı ve büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla haykırdı:
"Karanlık Kitap!"
Aradığı üç emanetten, ikisini bulmuştu ama Dünya'nın ilk gümüşünden yapılmış 'Ay Baltası' yoktu. Gözlerini taş parçalarının arasında gezdirdi ama bulamadı, öfkelenmeye başlayan sesiyle, Tyr'a kalan kısmını da kırmasını emretti. Başkomutan, tam ortasına vurduğu güçlü pençesiyle, sağlam duran son kalıntıyı da parçaladı. İçinden, iki tane yılan işle meli, gümüş şişeler çıktı fakat silah yoktu. Ortaya çıkmayan şey, itbarakları tek vuruşta öldürüp yeryüzünden temizleye bilecek niteliğe sahip belki de tek silahti. Onun olmaması, Karanlığın Ordusu ve yeniden yükselen canavar ulusu için büyük bir tehditti. Nerede ve kimin elinde olduğunu bulma lıydılar ama öncelikle ele geçirdiklerini denemeleri gereki yordu.
Kitana, yerdeki iki şişeyi alıp üzerindeki tozu üfledi. İçle rinde, Kan Emenlerden ve itbaraklardan daha hızlı olmak ve Isırıklardan, darbelerden etkilenmemek için dokuz kız karde şin kendileri için yaptığı iksir vardı. Eğer doğaüstü ordu yeni lirse ya da başka biri tarafından ele geçirilip kullanılırsa, bunu yapanlara karşı güçlü olabilmek bu iksiri sağlamışlardı.