9.BOLUM

3014 Words
Ağan, otağına doğru ilerlediği sırada, kendisini izleyen bir çift göz fark etti, bu Turşkandı. Bir taşın üzerine oturmuş, elindeki eğitim kiılıcıyla uğraşıyordu. Çocuğun, kendisini sevmediğini ve sürekli takip ettiğini biliyordu, Kara Han'ın himayesinde olmasa, anında işini bitirirdi. Herkese göre o, zararsız bir küçük olabilirdi ama Ağan'a kalırsa, en geç yedi yıl sonra genç bir delikanlı olacaktı ve gözlerinde gördüğü nefreti, üzerine salabilirdi. Bu düşünce bile, onu öldürmesi için yeterliydi. Daha önce, birçok düşmanının evlatlarını yok etmişti. Kini, yılan gibi düşünürdü, ne kadar küçük olursa olsun, ortadan kaldırılmalıydı. Ağan, çadırına vardığında çevreyi kontrol edip içeri girdi. Kısa bir süre sonra, Ager Hatun ve Ildır geldi. Hemen konuşmaya girmek istiyordu, eliyle oturacakları yeri gösterip söze girdi: "Buyurun hanımım, ben de konuşmak için size haber yollamak üzereydim. Oktar ile aramızda olan, yüzlerce alpin can vermesine neden olan olay, bizim yararımıza oldu. Ötükenden uzaklara gönderildi, işin en güzel tarafı da, ordusunun yarıdan fazlası benim adamım. Dört komutanın öldürülmesi onu oldukça sinirlendirmiş olmalı, öfkesine yenik düştü ve aptalca bir hamle yapıp, ipini kendi çekti." Ağan, mutlu bir yüz ifadesi ile zaferini anlatıyordu. Ager Hatun, anlatılanları dinlediği sırada gülümsedi fakat sonra, çekik gözlerinde ihtirasın ateşi parlamaya başladı ve bakışları sertleşti: "İyi dersin de Ağan Bey, Oktar iyi bir savaşçıdır, geri dönemeyeceğini nereden çıkardın?" "Kurduğum pusudan kurtulsa bile, yol üzerinde her ihti male karşı bekleyen birlikler olacak. Oktar artık bir ölü, bana güvenin" "Komutanlara yaptığın saldırı ve Oktar'a kurduğun tuzak, gerçekten akıllıca fakat Oğuz ve Börteçine henüz dönmediler.Bu olanları öğrendiklerinde, ortalık fena karışacaktır, ağabey gözüyle baktıkları adamın ve kendi tarafında olanların öldügünü duyduklarında, ayaklanmaya gidebilirler. Öyle olursa, ordu ikiye bölünür ve devlet tam ortadan çatırdamaya başlar. Düşmanlarımız, bunu firsat bilip bize saldırırlar ve hepimiz yok oluruz. Oğuz konusunda ne yapmamız gerektiğini kararlaştırmamız gerekli." "Doğru söylersin Ager Hatun, onun için çok daha iyi bir planım var. Kuzeyden dönüşümüzde, Kara Han'a tüm düşüncelerimi söyledim. Başta cevap vermedi fakat obaya vardığımızda, başınıza gelen olayı duydu. Öfkeden deliye döndü ve fikrimi kabul etti." Ildır, bir anda söze girdi: "Oğuz'un, bir an önce gebermesini istiyorum Ağan. Tahta çıkıp, tüm destekçilerini yok etmek istiyorum!" Ağan, sözünü kesen sabırsız delikanlıya bakıp: “Dur hele Ildır, her şeyin bir zamanı var. İnce eleyip sik dokuyalım ki, her durumda haklı olan taraf biz olalım. Ager Hatun, Kara Han yaptığımız yolculuk hakkında, sana bir şey anlattı mı?" "Çok fazla bir şey söylemedi, birkaç obanın yakılmış olduğunu, yapanların Çin birlikleri ya da Moğol akıncı gruplarından biri olduğunu söyledi. Küçük bir orduyla, hepsinin işini bitirebileceğini söyledi." "O topraklarda, tam bir katliamla karşılaştık. Yok edilmiş onlarca oba ve yol üzerinde parçalanmış beden parçaları gördük. Başrahibin söylediğine göre, bunu yapanlar bir canavar birliğiymiş. İnsan gibi düşünen, hareket eden ve acımasızca saldıran ölümsüzlermiş." Ager Hatun ve Ildır kahkahalara boğuldular. Bir anlığına, Ağan'ın aklını oynattığını düşündüler. Ağan, kaşlarını çattı ve bir anda sesini yükselterek lafa girdi: "Her şeyi gördüm, söylenenler doğru olabilir. İnsanları korkutarak ani baskınlar yapan, hayvan kürkü giymiş haydut birlikleri de olabilir. Beni kaygılandıran, önlerine çıkan her canlıyı yok etmeleri." Ildır, suratı ciddileşen komutana bakıp, kahkahalarına son verdi ve heyecanlı bir ses tonuyla: "Oğuz ve Börteçine'yi oraya gönderirsek, asla geri dönemezler." Ağan, nefret dolu bakışlarıyla: "Onlar yok olup giderken, biz de başsız kalan destekçilerini ortadan kaldırırız ama önce, Turşkan'ın ayakaltında gezmesini engellemeliyiz. Katliamları yapanları görüp, hayatta kalan tek kişi, o çocuk. Onu, Ötükenden uzaklaştıralım ki, Kara Han kuzeye yürüme emri verdiğinde ortalıkta saçmalamasın. Eğer ağzından bir şey kaçırırsa, her şey yerle bir olur." Ildır, her zaman olduğu gibi basit bir çözüm sunacaktı: "Çocuğun boynunu kırayım, attan düştü deriz ve olay ka panır." "Hayır, bu aralar duyulacak başka bir ölüm haberi, ahalinin daha da tedirgin olmasına yol açar. Hükümdar ile bu konuyu konuştum ve bu yolculuk için kesin kararını açıkladı, hükümden sonra o topraklar ile bağlantılı birinin can vermesi, dört komutanın başına gelenlerin sorumluluğunu üzerime çeker ve bu durum, sizin için de iyi olmaz." Ager Hatun, sürgün etmenin daha iyi bir seçenek olacağını düşünüyordu: "Çocuğu, güneydeki daha verimli topraklarda, yerleşik ya şayan köylerden birine gönderelim. Eğitmenleri, onun savaş çı olabilecek güç ve yeteneğe sahip olmadığını söylerse, Kara Han'ın aklına girebilirim." "Aklınızla bin yaşayın hanımım, Oğuz ve Börteçine'yi gön derdikten sonra tekrar konuşuruz. O zamana kadar dikkat çekmeyelim, yapacaklarımız belli. Umarım her şey yolunda gider " Ager Hatun ve Ildır, ortalıği iyice kolaçan ederek çadırdan çıkıp, gözden kayboldular. Ağan ise otağından ayrılıp, Ka ra Han ile görüşmek için yürümeye başladı. Kağan'ın çadıri nın girişine geldiğinde, az öteden kendine doğru bakan, da ha önce hiç görmediği güzellikteki kadını gördü. Bu, Özgeden başkası değildi, Kitana'nın sadık hizmetkârı, aldığı emirleri uygulamak için harekete geçmişti. Ağan, evli ve üç çocuk ba basıydı, ikinci karısı amansız bir hastalığa yakalanmış, uzun zaman acılar içinde kıvranarak can vermişti. Özge'yi gören Ağan, bir anda olduğu yerde donup kaldı, ken disine bakan bir çift zümrüt yeşili göz, onu diyarlardan diyar lara sürüklüyordu. Suratındaki gülümseme içini ısıtıyordu, Gü neş sanki yeryüzüne inmiş, zaman durmuştu. Yilların gaddar ve sert komutanı, bu güzellik karşısında neye uğradığını şaşırmış bir hålde iken, nöbet tutan yiğitlerden birinin sesiyle irkildi: "Hakan'ımıza geldiğinizi haber vereyim mi komutanım?" Ağan, kendini toplamaya çalıştı ve genç alpe bakıp, sorusu nu başıyla onayladı. İçeri girmeden önce son kez Özge'ye bak mak için başını döndürdü ama onu göremedi. Üzerindeki bu hissi atmak için avuçlarını yüzünde gezdirdi ve derin bir nefes alıp, Kara Han'ın huzuruna çıktı. Selamını verdikten sonra ko nuşmaya başladı: "Hakan'ım, sizinle konuşmak istediğim çok önemli bir ko nu var." "Şöyle otur, dinliyorum." Ağan, gösterilen yere geçip, iyi niyetli tavrını takınarak: "Kuzeye göndereceğimiz birlik hakkında görüşmek iste rim. Düşmanlarımız, pençelerini çıkarmış, derimize batırmak için pusuda bekler. Böyle bir durumda, Oğuz ve Börteçine'nin yanına kaç kişi vereceğiz?" "Savaş kapımızda iken, fazla alp gönderemem. Ötüken'i ve önemli noktaları da koruyacak savaşçılara ihtiyacımız var. Bu yüzden, bin ya da beş yüz adam yeterli olur." "Bu sayı, çok az değil mi Hakan'ım?" karanlık dünya "Oğuz ve Börteçine, yaptıklarının cezasını çekmek zorun dalar, otoritemi sarsmaya çalışacaklarına, devlete hizmet et sinler!" Ağan, hükümdarını bu kadar öfkeli yakalamış iken, Ager Hatun ile konuştuğu konuyu da uğraşmadan aradan çıkarmak istiyordu: "Doğru dersiniz Kağan'ım fakat küçük bir sorunumuz da ha var, Turşkan!" "Ailesinin intikamını alacağımızı söyledik ve dediğimiz gibi de bir birlik göndereceğiz. Yoksa obada sorun mu çıka riyor?" "Oğuz ve Börteçine yurda döndüğünde, sizin emrinizi al diktan sonra hareket için hazırlıklara başlayacaklardır. Bu si rada çocuk, intikamının alınacağını görüp, bir anlık sevinçle ağzında tuttuğu tüm sırları ortalığa dökebilir. Bu da Oğuz ve Börteçine'nin aklını karıştıracaktır. Kendilerini, az sayıda yi ğitle ölüme gönderdiğimiz fikrine kapılıp, tahta yürümek için harekete geçebilirler." Kara Han'ın isteği de buydu, otoritesini sarsanlardan son suza dek kurtulmak. Fakat içinde kalan bir damla merhamet, oğlunu o diyara göndermemesi için baskı yapıyordu: "Doğru dersin ama iyi bir savaşçı olabilmek için gün bo yu çabalayan bir çocuğu, sırf bu yüzden yanımdan göndere mem. Ağan, bu durumun sorun olacağını önceden tahmin et mişti. Sakin ve itaatkâr ses tonuyla tüm yalanlar, dudakların dan dökülmeye başladı: "Eğitmenleri, cesur olmadığını ve iyi bir alp olabilmesi için yeterli kabiliyeti olmadığını söylediler. Eğer siz de uygun gö rürseniz, iyi bir çiftçi olabilir. Güneyde, yerleşik yaşayan halk lardan birine gönderebiliriz, böylece buradan uzaklaşmış olur ve daha sakin bir hayat sürer." "İyi düşünmüşsün Ağan, bir an önce ona anne ve babası gibi bakabilecek bir çift ver ve buradan gönder. Onlara küçük bir toprak verilsin ve hayatlarını orada sürdürsünler." "Emredersiniz Hakan'ım, başka diyeceğim yoktur. Yapma mi istediğiniz başka bir şey var mıdır?" Kara Han, başka emri olmadığını ve Turşkan hakkında verdiği kararı, en kısa zamanda halletmesi gerektiğini söyledi. Ağan çadırdan çıkıp, Tuşkan'ı bulmak için obada gezinmeye başladı. Aklının bir köşesinde, içini titretip, zamanını durdu ran o güzel gözlü kadın vardi. Turşkan'ı, başka çocuklarla bir köşede oturmuş, gülüşürken gördü, hızlı adımlarla yanına git ti ve sert bir ses tonuyla: "Turşkan, benimle gel." Turşkan, meraklı gözlerle oturduğu yerden kalkıp, Ağan'ın yanına gitti: "Bir emriniz mi var Ağan ağam?" "Ailenin intikamını almak için yola çıkacağız, birlikleri miz hazırlanmaya başladılar bile." "Gerçekten mi, o pis yaratıkların hepsini öldüreceksiniz, öyle değil mi?" Ağan, kaşlarını çatarak: "Şşşt, sessiz olmalısın, bunun büyük bir sır olduğunu unut mamalısın. Büyük bir orduyla hareket edeceğiz fakat bu böl geyi, güvenlik için biraz daha güneye taşıyacağız. Sen de yaşlı bir çiftle beraber gideceksin ve savaş bitene kadar orada, yerle şik yaşayan insanlardan çiftçiliği öğreneceksin. Her şey sona erdiğinde, sana haber göndereceğiz ve buradaki hayatına geri döneceksin." Turşkan'ın suratı bir anda asılmıştı: "Henüz sizinle gelemem biliyorum ama ben savaşçı olmak istiyordum. Sadece ok atmam zayıf, kılıç ve dövüşte tüm arka daşlarımı yenebiliyorum." Ağan, sinirlenmeye başlamıştı: "Ah çocuk, anlamaz mısin söylediklerimi? Daha çok kü çüksün ve söz dinlemelisin, sadece belli bir süre için gidecek sin sonra eğitimlerine kaldığın yerden devam edeceksin. Oba mı yok edenlerle savaşamazsın ama ileride çok iyi çarpışan bir yiğit olduğunda, tüm zalimlere karşı kılıç sallayacaksın. “Ağan ağam, ne zaman gideceğim?" "Bu akşam yola çıkacaksın, Hakan'ımız ile vedalaşıp, her şeyini topladıktan sonra obanın girişindeki çadırda yaşayan yaşlı çiftin yanına git. Onlara, senin geleceğini haber verece ğim, akşam da sizi uğurlamaya geleceğim." Çocuğu ikna edici konuşmasıyla kandırmıştı. Ailesi için savaşçıların yola çıkacağı yalanıyla, mutlu bir şekilde koşarak uzaklaştı. Ağan, adamlarından birine, Turşkan'ı göndereceği yaşlı çiftin isimlerini ve yerlerini söyleyip, yanına getirmele rini emretti. Oğuz'un annesi Ay Hatun, Ötüken'de olan son olaylardan dolayı oldukça kaygılıydı. Her şeyin başında Ağan ve Ager Hatun'un olduğunu biliyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. Gök Tanrı'ya inanması ve Ager Hatun'dan nefret etmesi, Kara Han'ı ondan uzaklaştırmıştı. Düşüncelerini dinlemiyor ve Ay Hatundan uzak duruyordu. Ay Hatun, Oğuz ve Börteçine için çok telaşlanıyordu. Ağan, çadırında oturduğu sırada bir yiğidi, yaşlı çifti getir diğini söyledi. İçeri giren ihtiyarlar, komutanın karşısına otu rup, meraklı gözlerle beklemeye başladılar. Ağan, onlara ne reye gideceklerini ve görevlerini anlattı. Bu hükmün, Kara Han'ın bir emri olduğunu, sorgusuz yerine getirmeleri gerekti ğini söyledi. Gelen karı koca, yoksul ve kimsesizdi, oğulları yıllar önce savaşta ölmüştü. Kızları ise farklı obalardan genç lerle evlenmişlerdi. Ağan, yanlarına on kese altın verip, gide cekleri toprağın yerini ve kiminle iletişime geçeceklerini söy ledi. Yaşlı çift mutluydu, kendilerine ait toprakları olacaktı ve daha da önemlisi, artık altınları vardı. Ağan, akşam doğru yaşlı çiftin çadırına gittiğinde, Turs kan'ın içeride hazır beklediğini gördü. Onları, gidecekleri ye re kadar götürmesi için yanlarına dört savaşçı verdi. Bu işi de halleden Ağan, rahatlamıştı ve arkasını dönüp, mutlu bir şe kilde atına binmek üzereyken, kendisine doğru gelmekte olan bir atlı gördü. Ağan, yaklaşan kişinin, en sadık adamlarından birinin habercisi olduğunu gördü. Ağan'ın önünde durup gü lümseyerek selam verdi ve kuşağından çıkardığı notu uzattı. Komutan, Oktar ve askerlerinin öldüğünü müjdeleyen cümle leri okudu ve kazandığı zaferin vermiş olduğu sevinçle haykır di. Yanındaki adamları, ne olduğunu anlamamışlardı ama Ağan'ın yüzünü güldüren yiğit, bu tepkiden sonra gururlan mıştı. Ağan, mutsuz bir yüz ifadesi takınarak, alpleri ile bir likte Kara Han'ın çadırına doğru gittiler. Büyük otağa yaklaş tıklarında, adamlarına geride kalmalarını söyleyip, içeri girdi. Telaşlı bir ses tonuyla: "Hakan'ım, Oktar'ın birliğinden haber geldi, saldırıya uğra mışlar. Ne yazık ki, Oktar ve yüzlerce alp hayatını kaybetmiş, pusudan kurutulan savaşçılarımız, Ötükene geri dönüyorlar mış. Saldırıyı yapanların, Yüeçiler olduğunu yazmışlar." Kara Han, bir anda ayağı kalktı, yumruklarını sıkarak: "Lanet Yüeçiler! Daha ne kadar kayıp vereceğiz Ağan? Ok tar ile beraber, beşinci komutanımızı ve yüzlerce yiğidimizi kaybettik. Adamlarımı, birkaç gün içinde bu kadar kolay nasıl ortadan kaldırabilirler?" "En iyi bildikleri işi yapıyorlar, haince öldürüyorlar. Savaş meydanındaki korkak düşmanlarımız, gecenin karanlığında tilki gibi sokulup adamlarımızı yok ediyorlar." "Naaşları getiriliyor mu?" Ağan, düşmanının bir mezarı bile olmayacağına yemin et mişti. Onun adını, bu topraklardan sonsuza kadar silecekti ve yıllar sonra kimse hatırlayamayacaktı. Kendine arkası dönük olan kağana cevap verdi: "Cesetlerini bulamamışlar, tanınmayacak beden parçala rından başka bir şey yokmuş." Ağan, bir düşmanı daha ortadan kaldırmış, desteklediği genci tahta çıkarmaya bir adım daha yaklaşmıştı... ÜÇ ASIL VAMPİR, Kuyular Kalesinden ayrılmış kendilerine verilen görevleri yerine getirmek için yola çıkmışlardı. Taman, diyarı en derin ayrıntısına kadar gösteren harita sını alıp, odasından çıktı ve hızlı adımlarla kalenin avlusuna vardı. Kendini bekleyen kara peçeli iki hizmetkârına, yanları na onar adam daha alıp gelmelerini söyledi. Taman'ın hedefi, bir an önce Marduk Zigguratı'na gidip, Azazel'in bedenini yok etmekti. İki yüz yılda bir, müritleri tarafından iblisin vücudu nun yeri değiştiriliyordu. Bir sonraki taşınmaya, bir asra yakın zaman vardı ama itbarakların uyanışı, süreci hızlandırmış ola bilirdi. Taman, kaleden çıkıp yürümeye başladığı sırada, yirmi iki atlı savaşçısı arkasında durdu. Taman, asasını kaldırıp bü yülü sözler söyledi, sisin içinden simsiyah ve etkileyici örme zırhla kuşatılmış bir at koşarak geldi. Bu, Taman'ın özel kısra ğıydı, oldukça hızlı bir hayvandı, üzerine tek hamlede bindi ve yanındakiler ile zaman kaybetmeden yola çıktılar. Taman'dan günler önce yola çıkan Ventrue, Liang'in tapınağına doğru gidiyordu. Geçtiği her kasabaya, ölüm ve hastalık ları da beraberinde götürüyordu. Uzun bir yolculuktan sonra Ejder Tapınağı'na vardı. Gizlice içeriye girip, Liang'i almak is tiyordu. Karanlık tamamen bastırdığında, beklediği kayalıkla rın oyuğundan çıktı. Tapınağı baştan sona süzerek, kaç nöbet çinin olduğuna baktı. Bir anda, hızla duvara doğru koşmaya başladı, bütün gücüyle zıplayıp, surun tepesi ulaştı. Rahipler, sesten şüphelendiler fakat etrafta hiçbir şey göremiyorlardı. Ventrue, dikkatli ve sessiz adımlarla ilerleyip, açık olan pence relerin birinden içeri sızdı. Bir süre içeriyi keşfettikten sonra büyük kapıyı buldu. Yavaş adımlar ile ilerlediği sırada, içeri dekiler bir anda bağrışarak sağa sola koşuşturmaya başladılar. Ventrue, fark edilmediğinden emindi fakat kargaşanın sebe bini anlayamamıştı. Koridorda kimse kalmayınca, kapıya bir tekme atıp açtı fakat içeride kimse yoktu. Başrahip, bir saldı ri varsa, diğerlerinin başında savunmayı yönetmek için dışarı çıkmış olabilir, diye düşündü. İçeri girdiği yerden tekrar çıkip çatıya doğru tırmandı. Bu noktadan etrafi tamamen görebi liyordu, adamların hepsi silahlanmış, girişteki demir kapının arkasında siper almışlardı. Okçuları tepelere yerleşmişti fakat görünürde gelen kimse yoktu. Ventrue, kendisini aradıklarını düşündü ve saldırmaya karar verdi. Tam atak yapacağı sırada, karanlığın içinde parlayan dört çift göz gördü. Bu görüntüyü hatırlıyordu, gelenler itbaraklardı. Ventrue, karanlık ormanda onlarla karşılaşmıştı fakat bin lerce yıl sonra ezeli düşmanlarını, ilk kez saldırı yaparken gö rüyordu. İlk başta, olduğu yerde donup kaldı, savaşmak için aşağıya inse, kazanabilme şansı vardı ama bu, çok büyük bir riskti. Henüz, gücünü tam olarak toplayamamışti, Ventrue bunları düşündüğü sırada canavarlar, tapınağın sağlam kapı sını bir kâğıt gibi kolayca yarıp içeri daldılar. Yaratıklar, karşı larına çıkan ilk birliği paramparça ettiler. Ventrue, kaçmak için sessizce ilerlemeye başladı, yapının içine girdikleri anda uzaklaşacaktı. Liang yoktu, burada bekleyip savaşmasını ge rektirecek bir nedeni kalmamıştı. Zaman kaybetmeden çatıdan atlamaya hazırlandığı sırada, arkadan bir el omzunu tuttu. Dönüp, hamle yapmak istediği sırada, kolunu yakalayan tanıdık bir sima ile karşılaştı, onu engelleyen Kali idi. İkili göz göze geldi ve Kali, sessiz olması ni işaret edip birbirlerine sarıldılar. Azazel'in ordusunda, aynı amaca hizmet eden iki büyük komutan, tekrar karşılaşmışlar dı. Büyük zaferleri beraber kazanmışlar, hiç tahmin etmedik leri hezimeti yaşadıklarında da hayatta kalma mücadelesini omuz omuza vermişlerdi. Kali, gözlerini iyice açarak: "Sen olduğuna hålen inanamıyorum Ventrue!" "Kali, burada ne işin var? Seni kim getirdi ve onların ya nında nasıl savaşabiliyorsun?" Kali, elini dostunun omzuna atıp, kısık bir ses tonuyla: "Hepsini konuşacağız, hemen buradan gitmelisin. Az ileri de küçük bir kasaba var, girişinde boş bir ev göreceksin, beni orada bekle. Canavarların dikkatini çekmeden, yanına gele ceğim." Ventrue, hiçbir şey söylemeden çatıdan atlayıp, hızla ka ranlığa karıştı. Kali, tapınağın içine tekrar girip, koridorlar da dolaşmaya başladı. İtbarakların kükremesi ve rahiplerin acı çığlıkları dışında bir şey yoktu. Liang'ı her yerde aradılar fakat bulamadılar. Kali, yaratıkların elinden kaçabilmiş son dört adamı, bir odada sıkıştırdı. Korkudan titriyorlardı ve tanrılarına aralıksız dua ediyorlardı. Kali, arkasından gelen itbaraklara eliyle dur emri verdi, rahiplere doğru yaklaşıp hepsine sırayla baktı: "Başrahibinizin nerede olduğunu, hanginiz söylemek is ter?" Zavallılar, sürekli olarak bilmediklerini tekrarlıyorlardı. Kali, gülümseyerek: "Arkadaşlarınızın hepsi öldü, burayı da yerle bir edeceğiz. Direnmenizin bir anlamı yok, eğer bana nerede olduğunu söylerseniz, canınızı bağışlarım ve peşinize düşmem. Bir daha suratımı görmez, sakin hayatlarınıza geri dönersiniz. Hiçbiri ağzını açmıyordu, Kali, bu duruma sinirlenmeye başlamıştı. Boşa zaman harcamak istemiyordu ve Ventrue ile görüşmesi gerekiyordu. Ani bir hareketle elini, adamlardan birinin göğsüne soktu, keskin tırnaklarıyla etini parçalayıp kalbini söktü. Rahibin cansız bedeni bir anda yere yığıldı, at maya devam eden kalbi, Kali'nin avucundaydı. "Size, Liang nerede dedim, cevap verin! Bir sonraki ham lemde, kafalarınızı koparırım!" Rahiplerden biri titreyerek, elindeki kılıcı yere attı: "Nereye gittiğini biliyorum." Diğeri de silahını bıraktı. Kali, gülümseyerek konuşan ki şiye baktı: "Söyle böcek, bana doğruları anlat ki, üzerine basmaya "Liang, üç gün önce yola çıktı. Yeminli ordunun bulundu yım." ğu kaleye gidecek fakat ilk önce, Çin sarayına uğrayacak." Kali, nerede olduğunu tahmin etmeye çalıştı, adamlara ba kıp gülümsedi. Odadan çıktığı sırada, rahipler kendilerini bi rakması için yalvarıyordu. Kali, itbaraklardan birine içeriyi işaret ederek, hepsini öldürmesini emretti. Diğerlerine, eliyle beklemelerini söyledi ve tapınaktan koşarak dışarı çıktı. Çok fazla zamanı yoktu, canavarlar yokluğundan şüphelenip, peşi ne düşebilirlerdi. Atina atlayıp, son hızla kasabaya doğru sür meye başladı. Girişe vardığında aniden durdu ve Ventrue'ye tarif ettiği eve girdi, vampir içerideydi ve onu bekliyordu. Kali, telaşlı bir sesle: "Seni kim uyandırdı?" "Taman adında bir Kara Şaman, ya seni kim getirdi?" "İnanmayacaksın ama itbarakların kraliçesi Kitana. Anlaşılan bizim hakkımızda eksik bilgilere sahip. Düşmanlarını kendi eliyle getirdi, bizi sadik hizmetkârları zannediyor." "Canavarlar seni tanımadı mı? Onlarla, sayısını bile hatır kadar cenk ettik." "Yaratıklar, cehennem kızlarını savaş miğferleri olmadan hiç görmediler. Babamız ve siz dışında, yüzümüzü bilen kimse yok." Ventrue, düşmanlarıyla burun buruna gelmekten nefret ediyordu, bu durum canını sıkiyordu: "Ay Baltası'nın peşindeyim, anlaşılan canavarlar da onu arıyor. Aynı topraklarda iz sürdüğümüz sürece, savaş kaçınılmaz olacak. Onu, ilk olarak biz ele geçirebilirsek, ne yapacağız?" Kali, boş evin içinde birkaç adım attı ve pencereden dışariyı kolaçan etti: "Kitana, kıyameti getirecek ordusunun tek zaafını, kendi ellerinde görebilmek için can atıyor. Bunun için beni gönderdi fakat bulduğumda kız kardeşlerimin yanına kaçıracağım. Onlar, Avrupa topraklarında olacaklar, orada buluştuktan sonra Azazel'i uyandırip intikamımızı alacağız!" "Ravnos ve Lamia, babamızın vücudunu çıkarmak için yola çıktılar bile." "Peki, yerini kim söyledi? "Taman, babamızla konuştu ve bir harita verdi, onu çıkarmamız gerektiğini anlattı . Kali, durumdan kuşkulanmaya başlamıştı: "Nereye gittiklerini biliyor musun?" "Artemis Tapınağı'nın altında gömülüymüş, oraya gittiler." Kali, bir anda öfkelendi ve pencerenin yanından ayrılıp vampirin yanına geldi. Kaşlarını çatmıştı sesinden, oldukça kızgın olduğu anlaşılıyordu: "Lanet olsun, beden Marduk Zigguratı'nın altında gömülü. Kadın sizi kandırmış, babamızın dönmemesi için onu yok edecek!" Ventrue şaşırmıştı, Azazel ile konuştuğunu gözleriyle gör müştü. Onları uyandırıp, sonrasında ihanet etmesine anlam veremiyordu: "Nasıl olur, sen nereden biliyorsun orada olmadığını?” "Dünyaya dönmeden önce babamız söylemişti. İlk hedefi miz sizleri uyandırıp baltayla beraber, bedeni canlandırmaktı." Venture'nin sinirden gözleri kan kırmızısına dönmüştü: "Taman'ı bulduğumda, bedenini ikiye böleceğim. Peki, simdi ne yapacağız?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD