1. BÖLÜM - Adı Çirkin, Kendi Güzel Adam
Yağmur yağıyordu. Griye yüz tutmuş gökyüzünün oluk oluk akan gözyaşları altında yıkanıyordu koskoca semt. Etrafta yersiz bir aceleyle koşuşturanlar, balkonda asılı duran çamaşırları apar topar toplayan kadınlar...
Ağlayan bir insan gördüğünde umursamadan uzaklaşan insanoğlu, gökyüzünün gözyaşlarından da kaçıyordu.
Yağmurun, saçlarımı ıslatmasına izin verirken görünüşü çirkin, insanları samimi olan sokağımızda yürüyordum. Hemen köşe başında duran minik fırından sıcacık bir ekmek kapmıştım ve evime gidiyordum. Bir müddet daha yürüdükten sonra nefsime hakim olamayıp sıcak ekmeğin ucundan birazcık koparmıştım. Eve vardığımda yiyemeyeceğimden emin olduğum ekmeği, dışarıda sıcakken parça parça yemek, belki de çocukluğumdan bu yana bırakamadığım tek huyumdu.
Evime doğru yürümeye devam ederken birden mâlum yere geldiğimi fark ettim. Kalbim, yumurtasını zorlayan bir civciv misali göğüs kafesimi kırıp çıkmak istiyordu.
Aylardan kasım olmasına rağmen yüzümün içi yanıyor, avuçlarım terliyordu. Bu kadar heyecanın sebebi ise az ileride, koskoca sokakta yağan yağmura, benim dışımda aldırış etmeyen tek kişiydi.
Yine her zamanki gibi kitapçı dükkanının önüne attığı eski iskemlesine oturmuş; yağmur damlaları, ucundan kıyısından sayfalarını ıslatmasına rağmen içeri girme gereği duymadan kitap okumaya devam ediyordu.
Bizim ortak noktamız kitaplardı. O kitap satıyordu; ben ise kıytırık bir yayın evi için İngilizce kitapları kendi dilimize çeviriyordum.
Nedenini bilmesem de, Çirkin diye anıldığını biliyordum bu adamın.
Kendimce, ona neden böyle bir takma isim verdiklerine dair yüzlerce sebep düşünmüştüm. Fakat aklıma gelen olasılıkların hiçbiri mantıklı gelmiyordu bana.
Ona bakan herkesi kendisine hayran bırakacak kadar güzel yüzlü bir adam sayılmazdı belki, ancak çirkin hiç değildi. Geçmiş yılların yükünü taşıyan göz torbaları, hafif kemerli bir burnu ve hiçbir zaman derli toplu göremediğim gece siyahı saçları vardı. Bir de hiçbir zaman bana baktığını görmediğim baygın bakan ela gözleri...
Yüzünün güzelliğini bilmem ama kalbinin güzelliğine şahitlik edebileceğim tek adamdı.
Bu adamın ismini, dükkanının önünden geçerken postacıya ismini söylediği zaman kulak misafirliği ederek öğrenmiştim.
Onu, ilk olarak iki sene evvel görmüştüm. Oturduğum sokağa henüz yeni taşınmıştım. Hiç kimseyi tanımıyorken ilk onu tanımak istemiştim.
Bir seferinde, sokaktan geçen bir motosikletli kurye, yavru bir kediye çarpıp ardına bile bakmadan kaçmıştı. O sırada evimin balkonundan dışarıyı seyrediyordum. Yaralı kedi gözüme iliştiğinde dehşete kapılmıştım. Elim ayağıma dolaşmıştı ve ne yapacağımı bilemez halde birilerinin bir an evvel müdahale etmesini bekliyordum. Fakat nedense yolda yürümekte olan insanların hiçbiri kedi ile ilgilenme gereği duymuyordu.
Donakalmış bedenimi zorladım, bu manzaraya daha fazla seyirci kalamazdım. Bir anda apartman merdivenlerden aşağıya koşarken bulmuştum kendimi. Güya yavru kediyi alıp veterinere yetiştirecektim.
Dışarı çıkar çıkmaz, kedinin yanı başında onu görmüştüm. Tarık'ı... Minik kediye benden önce koşmuştu.
Simasında daha önce hiç rastlamadığım bir telaş vardı. Alelacele kediyi kucağına alıp sokaktan geçen ilk taksiyi durdurmuştu. Saniyeler içinde de gözden kaybolmuştu.
O gün, Tarık geri dönene kadar anlamsızca onu beklemiştim balkonda. Geldiğinde kucağındaki kediyi fark ettiğim an, bu adam için fazla derin, fazla anlamlı düşünceler peydah olmuştu zihnimde.
O gün, aslında herkesin yapması gereken şeyi yapmıştı Tarık. Ancak çevredeki insanların böylesine kayıtsız kalışı, Tarık'ın merhametli kalbini benim gözümde daha da yüceltmişti. Dünyada merhametli insan sayısı gün geçtikçe azalırken yaralı bir kediye yardımcı olmak gibi normal bir durum bile, benim gözümde o adamı kahramanlaştırmıştı.
Tarık, o günden sonra minik kediyi yanından hiç ayırmadı.
Ve ben, o günden beridir şuursuzca seviyordum Tarık'ı.
''Çirkin! Yağmur yağıyor evladım, girsene içeriye!''
Dükkanın yanındaki eski sarı renkli bir binanın birinci katındaki balkonundan, yaşlı bir komşu teyze Tarık'a sesleniyordu. Tarık, kafasını bir süreliğine kitaptan kaldırdı ve kendisine seslenen kadına baktı. Hiç de gerçek olmadığını düşündüğüm bir tebessüm ile hemen cevap verdi.
"Böyle iyi Gülten Teyze!"
Sesi en güzel melodilere taş çıkaran adam, ne de güzel şenlendirmişti sokağı!
Kafasını tekrar kitabına çevirdiğinde adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Giderek artan heyecanımı dizginlemeye çalışırken, belli etmeden de elindeki kitabın kapağını görmeye çalışıyordum.
Hâlâ yeni bir kitaba başlamamıştı.
Ne zaman Tarık'ın yeni bir kitap okumaya başladığını görsem, ertesi gün ben de onun dükkanına gidip o kitabın aynısından satın alırdım. Duvarlarımda asılı olan rafların ve o rafları dolduran kitapların sorumlusuydu bu adam.
O, iki üç günde bir kitap değiştiriyor; ben ise gidip aynılarından satın alıyordum. Ne devamlı müşterisi olduğumu fark etti, ne de okuduğu kitapların aynılarından aldığımı.
O kadar bu dünyadan değildi ki o!
Başını kitaplardan kaldırmayışı, bu adamın, hayal dünyasında yaşamayı sevdiğini belli ediyordu. Kendisi ile sohbet etmeye çabalayan esnaflar ve dükkanına gelen müşteriler dışında, onu kendi hayal dünyasından koparan pek bir şey de olmuyordu.
Dünyasına açılan gizli kapılar keşfetmeye çalıştığım adam, sanki tek bir kapı bile koymamıştı dünyasına.
Bazen, ''Çık karşısına, konuş!" diyordum kendi kendime. Sonra var olmayan kapıları aklıma geliyordu, sessizleşiyordum.
Adı Çirkin, içi güzel bu adamı, ilk gördüğüm andan beri sükunetle seviyordum.
Dükkanın yanından gittikçe uzaklaşırken, aklımın tamamını geride bırakmıştım. Ne yaparsam yapayım, yalnızca benim bildiğim bu aşktan bir türlü vazgeçemiyordum. Ve bu aşkı tek başıma yüklenmek, simsiyah bir boşlukta tek başına süzülmek gibiydi. Oysa Tarık da benim gibi hissetse, kim bilir, belki de rengarenk gökkuşakları doğacaktı süzüldüğüm boşlukta.
Gidip ona duyduğum sevgiyi itiraf edecek cesaretim yoktu belki. Ancak yine de, bir gün uzun uzun konuşacağımız günlerin hayalini kurmaktan vazgeçmiyordum. Bu minicik umut, Tarık'a duyduğum sevgiden bir an olsun vazgeçemeyişimin sebebiydi belki de.
Umut denen şey kalbimi dürtükleyip durdukça, ben Tarık'a olan karşılıksız aşkımdan bir türlü vazgeçemeyecektim.
Binaya vardığımda, eski püskü demir kapıyı anahtarla açıp içeriye girdim. İki kat çıktığım dar merdivenleri bitirince daire kapısının önüne gelip kapıya sıkıştırılmış faturalara baktım ve iç geçirdim. İş yeri, maaşımı verdiği zaman yapacağım ilk şey gidip faturaları yatırmak olacaktı. O zamana kadar, elimde kalan üç beş kuruşu hem Tarık'tan aldığım kitaplara, hem de mutfak için gerekli malzemelere ayırmam gerekiyordu. Genelde çok yemek yemezdim. Ayrı eve çıkmadan evvel, ablamlarla günde üç öğün yemek yerdim. Okul sevdası yüzünden İstanbul'a yerleştiğimden beri yemek yiyemez olmuştum.
Tek başınayken yenmiyordu... İşte bu yüzden, kitaplara ayırabileceğim param oluyordu.
Daire kapısını yavaşça açıp eve girdim ve kapının önünde duran ayakkabılarımı içeriye aldım. Ayakkabıya pek fazla para harcayan biri olmadığımdan, çalınma riskini göze alamazdım.
Usulca yatak odama girip birkaç parça kıyafet hazırladım ve banyoya girdim. Sıcak duş, kısa bir süreliğine de olsa insanı rahatlatıyordu.
Tenimden akıp giden su, masaj etkisi yaratıyordu adeta. Ancak su faturasının aklıma gelmesiyle tüm keyfim kaçmış, sıcak duş keyfim yarıda kalmıştı.
İyice kurulanıp kıyafetlerimi giydikten sonra salona geçip kanepeye yerleştim ve ayaklarımı bir güzel uzattım. İliklerine kadar yorgunluğu tattığın bir günün ardından, ayaklarını rahatça uzatıp oturmaktan daha güzel bir şey yoktu. Yoktu yok olmasına da, derinlerden gelen çocuk sesi buna engel oluyordu. Dışarıdan gelebileceğini düşündüğüm için kendimi hemen balkona attım ve dinlemeye başladım. Oturduğum binanın az ilerisinde, küçük bir çocuk ağlıyordu. Vakit akşam olmuş, hava iyice kararmıştı. Yağmur da yağıyordu üstelik! Küçücük çocuğun ne işi vardı bu saatte sokakta?
Henüz kurumamış saçlarımı omzumun tek tarafında toplayıp üzerime bir hırka aldım ve anahtarı kapıp apar topar aşağıya indim. Neler olduğunu öğrenmek adına hızla ağlama sesine doğru yürürken, bir anda Tarık'ı buldu gözlerim.
Bu tanıdık durum karşısında eski günler aniden zihnime hücum ederken, küçük çocuğun yükselen ağlama sesi, bir anda düşüncelerimden sıyrılmama sebep olmuştu. Tarık, her zamanki gibi benden önce davranıp küçük çocuğa yetişmişti.
O saniyeden itibaren önümde iki seçenek vardı; ya tekrar tüm korkaklığımla konuşmadan eve geri dönecek, ya da Tarık'la konuşmayı göze alarak gidip küçük çocukla ilgilenecektim. Birden ikinci seçenek daha cazip gelmeye başlamıştı. Aşkım mı kabarıyordu yoksa cesaret mi gelmişti bir anda? Ne olduğunu umursamadan koşa koşa yanlarına gittim. Ağlayan çocuğun hizasına eğilmiş, onu konuşturmaya çalışıyordu Tarık. Onlara doğru koşan beni fark etmemişti bile. Yine de, bu hareketin cesaretimi kırmasına izin vermedim. Yanlarına gidip ben de çocuğun hizasına eğildim. O esnada, nihayet geldiğimi fark edip başını bana çevirmişti. Bir türlü yüzünde sabitleyemediğim yüzümü sağa sola çevirip konuşmaya çalıştım.
"Ağlama sesini duyunca şey yapayım dedim. Ee... Bir bakayım dedim."
Ses çıkarmadan başını salladı ve tekrar çocuğa baktı. Onunla birlikte gözlerimi küçük çocuğa çevirdiğimde içim acımıştı. İçli içli ağlıyordu.
"Ne oldu canım? Niye ağlıyorsun?" diye sordum baş parmaklarımla gözyaşlarını silerken. Fakat pek bir çekingendi. Cevap vermesini geçtim, benimle göz teması kurmuyordu bile.
"Benim de ağlamamı ister misin?" diye sordum tekrar. Başını sağa sola salladı hızlıca. Ağlamak, kocaman siyah gözlerine hiç mi hiç yakışmıyordu...
"O zaman anlat bakalım. Neden ağlıyorsun?"
"Yemeğimi yemedim diye-" Hıçkırdı ve devam etti. "Annem sokağa attı."
Kendi yaşına göre hiçbir sakıncası olmayan bu cezanın, küçücük bir çocuğu ne denli korkutabileceğini bilmiyor olmalıydı annesi. Onu sokakta bırakacağını söylerken ciddi olmasa bile, bu çocuğun oldukça ciddiye alacağını akıl edemiyor olmalıydı. Ne olurdu insanlar biraz anlayışlı olabilseydi...
Küçük çocuğa annesinin ismini sorduğumda Tarık usulca ayaklanıp sokaktaki soluk yeşil bir binanın önüne doğru yürüdü. Gözlerim onda, kulaklarım ise küçük çocuğun cevabındaydı. Tarık bir zile basarken, çocuk "Aliye." diye yanıtladı sorumu.
Binanın ikinci katındaki balkona bir kadın çıkıp aşağıya baktı. Kırklı yaşların başında gibi görünen kadının siması da pek sertti. Belli ki çocuğuna olan öfkesi henüz dinmemişti.
"Kim o?" diye bağırdı aşağıya doğru.
"Aliye abla!" diye bağırdı Tarık yüzü yukarıya dönük halde.
"Olacak iş mi bu Allah aşkına! Alsana çocuğu eve!" Tarık'ın biraz sert, biraz da oyunbaz ses tonu yankılandı sokakta.
"Almayacağım! Yemeklerini yemeyi öğrenene kadar eve girmeyecek o!" Çocuğun elini tutup balkonun altına doğru yürüdüm. Hâlâ ağlamaya devam eden miniği biraz daha yaklaştırdım kendime.
"Yapmayın Allah aşkına! Çocuk bu daha! Küçücük çocuğa böyle ceza mı verilir?" diye bağırdım fakat kadın, hatasını kabullenmek yerine daha da saldırganlaşıyordu.
"Çocuk benim çocuğum, size ne! Size mi soracağım nasıl ceza vereceğimi?"
Siyah dipleri gelmiş sarı saçlı bu kadına bakıp derin bir iç çektim. Çocuklara merhamet edemeyen insanları hiç sevememiştim. Annesi demeye utandığım bu kadından da nefret etmiştim o dakikada. Zihnimde, bu kadını ikna edebilmek adına söyleyebileceğim cümleleri toparlamaya çalışıyordum. Keşke mümkün olsaydı da bu çocuğu o kadına hiç vermek zorunda kalmasaydık. Mümkün olmuyordu işte bazı şeyler...
Kadın hâlâ balkondan bize söylenirken, Tarık bu kez daha öfkeli bir ses tonuyla kadını tehdit etti.
"Aliye abla! Yıllardır komşuyuz, aramızda bir yanlış olmadı. Ama bu yaptığın doğru değil! Çocuğu sokağa atıp durmaya devam edersen polisi ararım! Artık çocuğu elinden mi alırlar, seni mi götürürler, orasına karışmam!"
Polis kelimesini işittikten sonra bir anda geri çekildi kadın. Az önceki saldırgan halinin aksine, uzlaşmaya çalışıyor gibiydi.
"Tarık abisi, sen de güzelce tembihle o zaman. Yemeğini yerse ben de daha ceza vermem."
Kimseden ses çıkmayınca çocuğuna baktı. "Serkan! Gel hadi evladım, gir eve." Çocuk elimi bırakıp koşa koşa gitti, eve girmeden önce el sallamayı da unutmamıştı. Benim için, bir çocuğun yüzündeki tebessüm, yağmurdan sonra yayılan toprak kokusu gibiydi. Hissettiğim zaman mutlu ediyordu...
Artık koskoca sokakta yalnızca ikimiz kalmıştık. Evlere soğuk girmesin diye örtülen pencereler ve kapalı perdeler, yalnızlık hissiyatını daha çok yayıyordu. Sanki sokakta değil; koskoca şehirde yalnız ikimiz kalmışız gibi hissediyordum.
İyice ıslanmış bedenime çarpan soğuk, yeni yeni aklımı başıma getirmişti. Elimde olmadan tir tir titriyordum. Birbirine çarpan dişlerimi durdurmaya çalışıp kollarımı birbirine doladım. Başımla Tarık'ı selamlayıp tebessüm ettim. Bir süre tepki vermedi, baygın gözleri dolandı suratımda. Sonra bir elini ağır ağır kaldırıp kitapçı dükkanını işaret etti.
"Üşümüşsünüz. Dilerseniz bir bardak çay vereyim, içiniz ısınsın."
Bu teklif, benim için öyle mühim bir şeydi ki! Tarık'ın bana çay ikram etmesi; ateşin bulunmasıydı, yazının icadıydı. Çağ atlamak demekti! Bir an bile düşünmeden başımla onayladım. Onunla konuşabilme fırsatı yakalamışken bunu geri çevirmek, yıllardır beslediğim sevgime ihanet etmek olurdu.
O önden yürümeye başladı, ben de onu takip ettim. Dükkanın içinde, ortaya gelişi güzel bırakılmış üç tabure vardı. Ağır ağır ilerleyip bir tanesine oturdum. Tarık, dükkanın köşesinde duran küçük tezgaha ilerleyip üzerindeki küçük semaverden bir bardak çay doldurdu. Çay tabağına da iki adet küp şeker bırakıp bana getirdi.
"Teşekkür ederim. Zahmet oldu." dedim, cevap vermemişti. Sükunet eşliğinde diğer taburelerden birine de o oturdu. Bir müddet devam eden sessizliğin ardından ilk sorusunu sormuştu:
"Buralarda mı oturuyorsunuz?"
Bu soruyla birlikte, gerçekle bir kez daha yüzleşmiştim. Aynı sokağın sakini olduğumuzu bile fark edememiş bir adam için uğraşıyordum bunca zamandır. Bu gerçek, bir anlığına canımı yakmıştı. Fakat uğruna bir şeyler feda etmediğin aşk, gerçekten aşk sayılır mıydı ki zaten? Ben, onu düşünürken zamanlarımı feda etmiştim. Aynı kitapları okumak için maaşımın bir kısmını da... Yine de yetmiyor gibiydi! Sevgi, daha fazlasını hak ediyordu. Bu yüzden umutsuzluk gırtlağıma dayanana kadar vazgeçmeyecektim. Beni tanımasını, sabırla bekleyecektim.