EZMAN
Lavabodan dönüşte adamlar Cihan ile bir masada, biz de rahatça konuşabileceğimiz bir masada oturduk. Aslında konuşmakla uğraşmasa da direkt kabul etse ne beni yorardı ne de kendisini. Fakat işler öyle yürümüyordu. Konuşmadan olmuyordu. Firuze’nin söze gireceği yoktu. En iyisi ben derdimi anlatayım diyerek konuya ben giriş yaptım.
“Bak seni tanımam, etmem. Amcan seni aşiret ağalarının önüne atmamış olsa ben şimdi burada olmazdım. Çok öfkeliyim. İki gündür doğru düzgün uyku bile uyumadım. Ben kardeşimin kanını dökemem. Kimse de kan davası istemiyor. Başka çarem yok, anlıyor musun? Senin de başka çaren yok bundan sonra. Güzellikle kabul et, kan dökülmesin.”
Güzellikle kabul etmeyeceği halinden, tavrından belli oluyordu. Zaten kim böyle bir durumu güzellikle kabul ederdi ki? Hem de hayatında biri varken. Ben bile kabul edemiyordum hala, kız nasıl kabul etsin?
“Bak,” dedi bir aptala anlatır gibi. Bu üstten tavrı canımı sıksa da ses çıkarmayıp dinlemeyi tercih ettim.
“Ben bunu kabul edemem. Yapamam. Hayatımda kimse olmasa da yapamazdım. Hem seni istemiyorum hem de ben umduğunuz gibi biri değilim. Ha gerdek gecesi canımı almışsın ha şimdi! İkisinin de sonu aynı kapıya çıkacak.”
Sıkıntılı bir soluk aldım. Öfkelenmek hiç hakkım değilken öfkelendiğimi hissettim. Kız sevdiğiyle birlikte olmuştu sonuçta.
Bana neydi? Fakat ben bile Dicle’ye elimi sürmemişken onun rahatlıkla bunu önüme sürmesi can sıkıcı duruyordu. Bizim oralarda yetişmiş olsaydı, bahsettiği konunun öyle lap diye ağızdan çıkmayacağını bilirdi. Bu kızla evlilik nasıl olurdu, olur muydu şu an düşünecek durumda değildim.
“Biz Yağız ile evleneceğiz,” dedi yeniden.
“Sana yanımda bir daha başka bir adamın adını ağzına alma demedim mi?” dedim sinirli bir sesle. Öyle rahattı ki, öyle vurdumduymazdı ki ağzından çıkan sözün nereye gideceğinin hesabını hiç yapmıyordu.
“Ben onu seviyorum,” dedi çaresizce. Ağzından başka bir şey çıkmıyordu. Sürekli bir Yağız ve seviyorum lafı dinlemek zorunda mıydım?
Öfke tüm hücreme yayıldı. Evleneceksek başka adamın adını dikine dolamaktan vazgeçmeliydi.
“Sevdiğin için koynuna da girdin tabi,” dedim alayla. Bunu hak etmişti. “Doğru anlamışım değil mi?”
“Sevmediğin birinin, başkasının koynuna girmesi seni neden ilgilendiriyor?” diye sordu sinirli bir sesle. Endişeyi bırakıp o da sinirlenebiliyormuş demek ki...
“Karım olacaksın kızım!"
Dürüsttü. Eğer patavatsızlık ve ağzına geleni ortalığa sermek dürüstlükse, dürüsttü.
“Ben seninle evlenemem neden anlamıyorsun?” Anlıyordum, anlıyordum da o beni anlamıyordu.
“Başka yol yok sen neden anlamıyorsun? Tamam, buna da tamam. Hallederiz onu bir şekilde.”
Sonuçta gerçek bir evlilik yapma niyetim yoktu. Bu yüzden sabrımı korumaya çalıştım.
“Sen ne saçmalıyorsun?” dedi hayretle. O gerdek olayını vazgeçmem için öne sürmüştü. Anlamayacak kadar salak değildim. Fakat o benim vazgeçmeyeceğimi anlamıyordu. Başka çaremin olmadığını fark etmiyor muydu?
“Gerdek işini hallederiz. İkimizden başkası bilmez tamam mı? Bak nasıl mecburum ki senin gibi birini kabul ediyorum.”
“Ne demek hallederiz ya! Ben vazgeç diyorum sen ne diyorsun?”
Küfretmemek, Firuze’nin aklı başına gelsin diye sarsmamak için kendimi zor tuttum. El bebek gül bebek mi büyütmüşlerdi bu kızı? Doğduğu yerleri hiç mi anlatmamışlardı.
“Sana diyorum başka yol yok. İster güzellikle ister zorla. Güzellikle olursa her şey ikimiz için daha kolay olur,” demeyi denedim. Belki anlar diye...
“Asla güzellikle olmayacak.” Gözlerimi kısarak dikkatle Firuze’yi süzdüm. Ardından hafifçe gülümsemeye çalıştım. Madem konuşmak işe yaramıyordu ben de elimdeki kozu değerlendirirdim.
“Bizimkiler sabaha kadar bulurlar şu sevgiliyi. Bir de o zaman konuşuruz.”
Öfkeyle ayağa kalktı. Masadan uzaklaşacağı sırada kolundan tuttum. “Otur yerine,” dedim kısık ama tehditkar bir sesle. Etraftan duyulmasını istemiyordum. Zaten masadan kalkması yeterince bakışın bize dönmesine neden olmuştu.
“Bu kadar konuşma yeter. Konuşsak da anlaşamıyoruz zaten. Bence sen yemeğini ye, sonra kalkalım,” dedim buyurgan bir sesle.
Tekrar yola çıktığımızda başımı cama dayayıp düşünmeye başladım. Bu işin altından kalkmak düşündüğümden zor olacaktı. Ve bu belirsiz gelecek ödümü koparıyordu.
***
Urfa’ya vardıktan sonra Firuze’yi annem ile ablama teslim etmiş, ben de babam ve kardeşlerimin yanına yönelmiştim. Cihan şimdilik babasının evine gönderilmişti ama adamlarımız tarafından ev gözetim altındaydı.
“Bu iş ha deyince hallolmayacak,” dedim babama. “Kızın abisinin haberi bile yok. Kız nişanlıymış ayrıca. Başımız çok ağrıyacak gibi duruyor.”
“Hem de ne ağrıyacak,” dedi babam. O sırada telefonu çaldı. Telefonu kapattığında yorgun gözleri bana döndü.
“Başımız ağrıdan kurtulmaz oğul. Kız Amar Aga’nın yeğeniymiş. Ben gelmeden bir harekette bulunursanız çok kan dökülür diyor. Öyle de kan dökülecek, böyle de... Başka yolu yok!"
“Biz bunu niye bilmiyoruz?” diye sordum öfkeyle. Resmen burnumdan soluyordum. Amar Ağa oldukça tanıdık ve güçlü büyük bir aşiretin ağasıydı. Cihan ya da babası bu bilgiyi neden vermemişti?
Hızla ayaklandım ve Firuze’nin tutulduğu odaya yöneldim. Hadi onlar söylememişti, Firuze neden kurtulmak için bunu söylemeyi düşünmemişti. Odaya girdiğimde beni görmesiyle gözleri öfkeyle parladı.
“Bana dayının Amar Ağa olduğunu söylemen gerekiyordu,” dedim hoşnutsuz bir sesle.
“Evime gelecek kadar şeceremi tutmuşsun, bilmediğini düşünmedim.”
“Nereden bilebilirim?” diye sordum sert bir sesle. Tek derdim kardeşimi kurtarmak, bu işi bir an önce nihayete erdirmekti. Oturup Firuze’nin kimin nesi diye araştıracak vaktim mi olmuştu.
“Amcamı tanıyorsun, dayımı neden tanımıyorsunuz anlamadım.”
“Annen baban çok eskiden buradan gitmiş. Amcan buralı ama babam annenin kim olduğunu bilmiyormuş. Doğal olarak ben de bilmiyordum. Söylemen gerekirdi.”
“Söyleseydim burada olmayacak mıydım şu an?”
“Olurdun ama bu şekilde değil.” Sinirle saçlarını karıştırdım. “Her şey daha da karmaşık bir hale geldi. Babam seninle konuşmamı ve dayın geldiğinde bu evliliğe razı olduğunu söylememi istedi. Ama bunu yapmayacağını ikimiz de biliyoruz.”
Asla yapmazdı. Kurtulma şansını neden geri tepsindi.
“Yapmayacağım.”
“Bak formalite evlilik olur. İlerleyen aylarda bir yolunu bulup boşanırız. Sana elimi sürmem. Sadece ayak uydursan olmaz mı?” Çaresiz olduğumu ancak bu kadar belli edebilirdim. Biraz olsun huyuma gitse olmuyor muydu? Damarıma bastıkça damarını kesmek istiyordum.
“İstemiyorum. İstemiş olsam bile kimse bu evliliği istediğime ikna olmaz. Üzgünüm. Başka bir yol düşünmen gerekiyor.”
“Düşünmediğimi mi sanıyorsun? Her neyse bakalım bugün kan mı akacak, düğün mü olacak?”
Odadan bir hışımla çıktım. Kız kardeşim beni düşünmeyip kaçmıştı, elin kızı mı beni düşünecekti? Ne diye düşünsündü? Hiç yolu yok muydu? Eğer sevdiğim kız milletin tanıdığı biri olmasaydı onu Yakup’un yeğeni olarak göstermeyi bile düşünmüştüm. Bu aslında hem kolay olurdu, hem de ben istediğim kişiyle evlenmiş olurdum. Fakat sevdiğim kız yabancı biri de değildi. Onu bu çevrede tanımayan yoktu.
Kapana kısılmıştım. Ne tarafa dönsem alnıma bir silah tutan vardı sanki. Kimse çözüme gitmek istemiyordu. Herkes bir davanın derdindeydi. Neden Cihan ile Hevi’yi olduğu gibi bırakamıyorduk? Bu kadar zor muydu bir düğün yapıp kendi hallerine bırakmak. Hatta düğüne bile gerek yoktu. Bıraksaydık olmuyor muydu?
Sabah babamın gürültülü sesiyle kendime gelmiştim.
“Adamları topla Ezman,” diyen babamla bakışlarımı babama çevirdim.
“Neler oluyor?”
“Amar Ağa, geliyor.” Adamlara ve akrabalara haber saldım. Canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Şurada kafama sıksam en güzel çözüm olurdu ama ailemi ardımda bırakmak da istemiyordum. Ben öldüğümde hiçbir şey düzelmeyecekti. Düzeleceğini bilsem tereddüt etmeden sıkardım kafama.
Yarım saat geçmeden avlu mahşer yerine dönüşmüştü. Amar Ağa ve yanındakiler silahları çekmiş biz de karşılık vermiştik. Amar Ağa yeğenini görmeden silahları indirmeyeceğini duyurdu. Babam işaret vermiş, Firuze’nin getirilmesini istemişti. On dakikanın sonunda Firuze avluda göründü.
“Yeğenin geldi, silahları indirin Amar Ağa. İnsan gibi konuşalım.”
“Dünden beri olanlar pek insancıl değildi ama dediğin gibi olsun.”
Amar Ağa’nın işaret vermesiyle herkes silahlarını indirdi. Tüm adamları. Bizim adamlar da silahları indirince Amar Ağa bariton sesiyle konuya girdi.
“Sözü verilmiş bir kızı kaçırmak hangi töreye uyar Hozan Ağa?”
Amar Ağa’nın bir iki adam yanında duran ben yaşlarında biri öfkeli gözlerini bana dikmişti. Bu kişinin Firuze’nin bahsettiği adam olduğundan o anda emin olmuştum. Sevdiğini bırakmamıştı düşündüğüm gibi.
“Ne sözü Amar Ağa? Bize kızın bekar olduğu söylendi,” diyen babam bakışlarını yanında duran Yakup'a çevirdi. Benim söylememe rağmen haberi yokmuş gibi davranıyordu onlara karşı.
“Bilmiyordum,” diyen Yakup dehşete kapılmış gibiydi. Sert bakışlarımı yüzüne diktim. Kızın adını verirken oğlunun kurtulacağından adı gibi emindi ama şimdi gözlerine en sonunda korku sirayet etmişti.
“Bu çocuklar benim yeğenim Hozan Ağa. Onlar amcalarıyla yıllardır görüşmüyor bile. İki hafta sonra nişanı olacak bir kızı kaçırmak kan davasına döner, bilmiyor musun? Neyse ki dünürlerim anlayışlı insanlar. Firuze’yi alıp gitmekten başka dertleri yoktur.”
Sanırım bu iyi bir şeydi onlara göre. Hemen kabul etmemiz mümkün değildi. Amar Ağa biliyordu buranın töresini. Öyle ha deyince alınır mıydı kız? Şimdi ne olacaktı, ne bitecekti? Kan dökülsün istemiyorduk da gelişmeler bizi hep o duruma sürüklüyordu.
“Bu adamın oğlu kızımı kaçırdı,” diyen babam öfkeli gözlerini bir köşeye çekilmiş olan Cihan’a çevirdi. “Bunun hükmü ya berdeldir ya da kan.”
Cihan ilk kez ölüme bu kadar yaklaştığını anlamış gibi bir sessizliğe bürünmüş, başını tamamen önüne eğmişti. Benim gibi o da düşünüyor muydu acaba içinden? Keşke farklı bir yol deneseydim diye? Cihan düşünmüyorsa bile ben düşünüyordum onun yerine. Keşke farklı bir yol deneseydi. Fakat keşkeler zamanı geri çevirmiyordu.
“Bu kan davasını durdurmaya gücün yeter mi sanıyorsun?” diye kükredi Berdan. Bir kez daha Berdan hedefim haline geldi. Bu olaydaki rolünü çözecektim onun. Bu kan dökmeye olan merakını elbette çözecektim. Ya bugün, ya yarın... Ama çözecektim.
“Kan dökmenizi elbette istemeyiz Hozan Ağa fakat benim Bicanlı aşiretine verecek yeğenim yoktur. Ben bu yanımdaki adama söz verdim. Söz bizde namustur. Firuze bu delikanlıyla sözlü. İki hafta sonra nişanı var. Yakup’a soralım bakalım neden burada olan yeğenini değil de Firuze’yi önerdi. Hem de onunla görüşmezken. Kardeşinin kızını niye önermedin Yakup?”
Başka bir kız daha mı vardı? Hem de burada? Yakup ayrı, Berdan ayrı canımı sıkmaya başlamıştı. Eğer silahlar patlarsa ilk iş o ikisinin beynini patlatacaktım.
Yakup içine kaçan sesiyle “onu oğlum ile evlendirecektim ağam,” dedi. En başından buradaki kızın adını verseydi, ne biz bu şekilde rezil olurduk ne de olay bu kadar dallanıp budaklanırdı. Babam bir kez daha emin olmak ister gibi sordu. Adamın bizi kandırmış olmasına inanamıyordu, tıpkı benim gibi...
“Bekar başka yeğenin var mıydı Yakup?”
“Oğlumla evlenecekler,” diye kısık bir sesle konuştu. Yakup çoktan kendince bir plan yapmış ve bize buradaki kızı söylemek yerine, İstanbul’daki yeğenini önermişti öyle mi? Bu adamın derdi neydi? En başından buradaki yeğeni söyleseydi ne biz rezil olmuş olacaktık ne de olaylar bu kadar büyüyecekti. Cümle aleme rezil olmuştuk. Şimdi kızı geri versek ayrı dertti vermesek ayrı dertti.
Kızı versek Bicanlı bir kızı elinde tutamadı olacaktı, vermesek nişanlı kıza göz koydular diye adımız çıkacaktı. İki itin yüzünden düştüğümüz duruma o kadar çok öfkeliydim ki nefes almak bile külfet gibi geliyordu.
“Kusura kalma Amar Ağa bilseydim bu durumda olmazdık. Ama kız alındı, getirildi. Geri vermek yoktur bilirsin.”
“Ben de alacağım dediysem alacağım Hozan Ağa, ya güzellikle ya zorla. Hükme karar veren ağaların toplanmasını talep ediyorum. Şimdi Firuze’yi alıp gideceğiz ve ağalar toplanacak. Nikah olmadan bir kızın burada kalması uygun değildir. Akşam üzeri ağalar toplansın. Yakup’un diğer yeğeni ve Firuze’nin sözlü olduğu konuşulacak. Ona göre karar verilecek.”
Babam başka çaresinin olmadığını sonunda anlamış olacak ki başıyla onayladı. Çünkü Amar Ağa ile savaş çıksın istemiyordu. Zaten en başından beri amacımız savaş çıkmaması adınaydı.
“Sen de geliyorsun Yakup. Seninle konuşacaklarımız vardır.” Amar Ağa çıkmadan önce Yakup’u ve oğullarını da kendisiyle birlikte götürdü. Onlarında ayrı bir hesaplaşmaları vardı muhakkak. Herkes çıktığında babam avluya geçip oturdu amcalarımla birlikte.
“Ne yapacağız şimdi?” diye sordum. Kadınlar işlerine, adamlar da görevlerine döndüler. Kardeşlerim, kuzenler ve amcalarla baş başa kalmıştık.
“Kan davası hele ki Amar Ağa ile kan davası olacak iş değildir ağam. En iyisi akşam aşiret büyükleri toplandığında diğer kızı kabul etmek icap eder.”
Herkes bir bir fikrini söylüyordu da bir Allah’ın kulu benim fikrimi sormuyordu. Çaresizdim. Öyle bir çaresizdim ki ne itiraz edecek gücüm vardı ne de kabul edecek isteğim.
***
Aksam aşiret büyükleri gelmiş, ev yine büyük bir kalabalığa maruz kalmıştı. Bugünlerde kafamızı dinlememiz imkansızdı.
Babam Amar Ağa gelmeden olayları kısaca ağalara açıkladı. İçlerinde en bilge olduğunu düşündüğüm Sadık Ağa kimsenin yapmadığını yapıp bakışlarını bana çevirerek fikrimi sordu.
“Sen ne düşünürsün Ezman Ağa? Kızın değişmesi görülmüş şey değildir ama bizler en başından beri kan çıkmasın diye uğraşırız. Senin onayın var ise ben oyumu değişmesinden yana kullanacağım.”
Baska çarem var mıydı? Firuze ya da diğer kız fark etmiyordu ki! İkisi de Dicle değildi sonuçta. Fakat Firuze ile olursa onunla bir plan yapma umudum vardı. Diğer kız ise buralardandı. Ve bu tüm planlarımı bozguna uğratıyordu. Yine de Firuze ile olmayacağını biliyordum artık.
“Vardır Ağam. Hepimizin gayesi kan çıkmaması adınadır. Bu yüzden berdel kabulümdür.”
Amar Ağalarda geldiğinde toplantı başladı. Her ağa fikrini söyledi. En son babam yine kuyruğu dik tutmak için söze girdi.
“İnsanlara ne deriz?” Amar Ağa bakışlarını babama çevirdi.
“En başından Cihana’a karşı Berfin’i berdel ettik dersiniz. Bir de davullu zurnalı düğün yapılırsa sıkıntı kalmaz. İnsanlar kalabalığı bu berdele yorar. Kendi adamlarımız dışında Firuze’yi gören olmamıştır. Uzatmayın artık Hozan Ağa çünkü ne dersen de Firuze bir daha bu evden içeriye adım atmayacak. Beni karşınıza almayın.”
Ağaların çoğunluğu kabul edince ve Amar Ağa da ağırlığını koyunca babam geri çekilmiş gibi davrandı. Oysa en başından beri bu durumu kabul edeceğini ikimizde biliyorduk.
“Hüküm verilmiştir. Cihan ile Hevi evlenecek. Ezman, Berfin’le berdel olacaktır.”
***
BERFİN
“Berfin kızım, gelem mi?”
“Buyur ana,” dedim başımı test kitaplarından kaldırıp. Kalemi çözdüğüm sayfanın arasına koyup kapağını kapattım.
Annem odaya girdiğinde ilk dikkatimi çeken bakışlarına sirayet eden hüzün oldu. Anam kolay kolay böyle bakmazdı. Bir babam aklına geldiğinde hüzün eşlik ederdi gözlerine, bir de evlenip giden ablalarım. Hee, bir de bana dayımın beni oğluna istediğini söylediği vakit vardı. O zamanda böyle hüzünlü baktıydı.
Dayıma yaptığım itiraz işe yaramamıştı. Cahit ile asla evlenmezdim. Bunu bin kez dile getirmiştim. Dayımsa Cahit’ten başka kapım olamayacağını bin defa tekrarlamıştı. Sıkıştırmasına direnmeye devam ediyordum. Evliliği hemen kabul etmeyecektim. Bunun için sınavlara harıl harıl çalışıyordum. Atanmak tek kurtuluş yolumdu. Eğer atanıp öğretmen olabilirsem buralardan çekip gidebilirdik diye umuyordum. O çok istediği topraklarsa onun olsundu. Bunu da teklif etmiştim ona ama kabul etmemişti. Çünkü o zaman tüm köy dayımın yetim hakkına göz koyduğunu konuşacaktı. Bunu istemiyordu. Bir de Cahit’in beni istemede diretmesi vardı tabi. Ben ona hiçbir zaman ağabey dışında gözle bakmamışken o bana nasıl bakabilmişti anlamıyorum.
“Gözlerin yine hüzünlü bakıyor ana. Ne oldu?” Bazı bakışlar vardır, çok şey anlatır insana. Anamın gözleri de öyleydi. Daha bir şey söylemeden bakışları anlatıyordu gelecek olan kıyametimi. Kalbim sıkıştı, gelecek olanı korku içinde bekledim. Yoksa dayım Cahit ile evliliği hızlandırma yolunu mu bulmuştu? Erteleyip duruyordum. Annem bir yandan, eniştem bir yandan bastırıyordu dayımı. Fakat hepimiz biliyorduk ki bir gün bastırılan biz olacaktık. Eniştem bizi buradan almak istemiş fakat dayım engel olmuştu. Eniştemi beni kuma istemekle suçlamıştı. Pis insanın oyunu da pis oluyordu. Bir kez adınız çıkmaya görsün, kendinizi aklayamazdınız.
“Cihan kız kaçırmış,” dedi sonunda. “Hozan Ağa’nın kızını.” Hiii nidasıyla iki elimle ağzımı kapattım.
Biliyordum. Biri kız kaçırdığında neler oluyor biliyordum. Hele de bir aşiret ağasının kızıysa...
“Olmaz ana,” dedim önce. Fakat annemin yaşadığı kaderi de biliyordum.
“Firuze’yi kaçırmışlar,” diye devam etti anam. Daha ne kadar şaşırabilirim derken annem anlatmaya devam etti. “Amar Ağa konağa gidecekmiş, beni aradı. Firuze biriyle nişanlanmak üzereymiş. Firuze’yi alacak. Alacak almasına da seni öne sürecek.”
“Niye?” diye sordum doğal olarak. Firuze’yi alırken beni önermesinin sebebi neydi? Arkamda bir dayım olmaması mı? Zoraki evliliğe Firuze’den daha fazla layık olmam mı?
“Senin Cahit’ten kurtuluşun olacağını söyledi.”
“Cahit’ten kurtulmamın tek yolu bir başkası mıdır?”
Biliyordum aslında. Bir umut sınavı kazanıp yerleşsem bile dayımın rahat vermeyeceğini, Cahit’in yakamı bırakmayacağını hep biliyordum. Ama umudum vardı yine de. Şimdiyse tüm umutlarım elimden alınmış gibi hissediyordum.
“Huzur vermez Yakup dedi. Ama Bicanlı aşireti mert insanlardır. Ezman Ağa sağlam adamdır. Kızını üzmez dedi. Sınavı kazansa bile Yakup gitmesine izin vermeyecektir dedi. Firuze’yi kurtarmak için gerekirse kan dökerim ama çok kişinin canı yanar. Berfin kızım bir düşünsün dedi.”
Amar Ağa doğru söylüyordu aslında. Asla huzur vermeyeceklerdi. Anam odadan çıktıktan sonra ev üstüme gelmeye başladı sanki. Sıkılarak dışarıya çıktım. Babamdan kalma yadigar atının yanına ahıra gittim. Doğumuna heyecan içinde şahitlik etmiştim o zamanlar. On yaşındaydım o zaman. Babamla birlikte saatlerce doğmasını beklemiştik başında. Babam onunla birlikte beklediğim için adını benim koymama izin vermişti.
“İnci olsun,” demiştim sorar sormaz. O gün okuduğum hikaye kitabındaki kızın adıydı. Babam da atın gece karası rengine binaen Karainci olsun mu demiş, ben de zıplaya zıplaya olsun demiştim.
Karainci’nin yanına girdim. Beni görünce kişnedi. Huzursuzluğumu hissetmiş gibiydi. Yaklaşıp yüzünü okşadım. Yüzümü boynuna gömdüm.
“Gezelim mi Karainci? Sen de sıkıldın mı kızım?” Bağını çözüp ahırdan çıkardım. Üstüne binip evin bahçesini geçerken yelesini okşadım.
“Rüzgara meydan okuyalım mı Karainci?” diye bağırdım. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Hıçkırıklarım kulağımı yalayıp geçen rüzgarın uğultusuna karıştı.
“Ben ancak seninle rüzgara meydan okuyabilirim zaten!”
Çünkü elimden başka türlüsü gelmiyordu. Çünkü kaçış yoktu. Ucunda ölüm vardı. Ölümden korkum yoktu da anneme bir ölüm daha yaşatmaya hakkım yoktu.