Bölüm 2

1937 Words
Sonunda... Gelecekteki iş yerimin olmasını umdum! Ağaçlar, çalılar, çiçekler ve çok büyük bir su çeşmesi ile güzelce dekore edilmiş bir manzaranın önünde durdum. Bunun ötesinde, &N’in merkezi olan şehrin en yüksek gökdelenlerinden biriydi. Burası, reklam ve film yapım sanatının yakaladığı kuşağın sayısız ruhunun rüya gibi bir iş yeriydi. Önümde beliren parlak gökdelene bakarken dudağımı gerginlik ve heyecan karışımıyla ısırdım. Bina neredeyse tamamen ışığı yansıtan parlak gümüş camdan yapılmıştı ve binanın güneş ışığında parıldayan parlak bir elmas gibi görünmesini sağlıyordu. Yürüyen herkes şık görünümlü takım elbise giymişti. Herkes çok başarılı ve nitelikli görünüyordu. Herkes buraya ait gibi görünüyordu. Aceleyle oturabileceğim küçük bir bank bulana kadar etrafıma baktım. Zaten iyi sayılan bir takım giymiştim ama teyzemin bana ödünç verdiği uygun ayakkabıları henüz giymemiştim. Böyle ayakkabılar giymeye alışkın olmadığım için binaya girmeden hemen önce onları değiştirmeye karar vermiştim. Spor ayakkabılarımı çıkardım ve deri topuklu ayakkabıları giydim. Ayaklarım yürürken biraz acıyordu ve zorlanıyordum ama gün boyunca idare edebilmeliydim. Binanın girişine doğru adımlarken derin nefes aldım. İşte geliyorum… Yazılı sınav çok büyük bir konferans salonunda yapıldı ve havadaki gerilim boğucuydu. Bu iş başvurusunun rekabetçi olduğunu biliyordum ama burada bu kadar çok insan olacağını hiç düşünmemiştim. Beynimi odak noktasına getirmek için yanaklarımı yumuşak bir şekilde tokatladım. Tüm sabahı diğer adaylarla birlikte konferans salonunda sessizce yazılı sınavı tamamlayarak geçirdim. Ardından kutuda öğle yemeğinin verildiği öğle yemeği molası geldi. O kadar stresliydim ve gergindim ki, yediğim yemeğin tadından bir şey anlamadım. Sırada öğleden sonra mülakat vardı. ...**… "Efendim, tüm saygımla, affedersiniz ama sizin gibi birinin yeni elemanların mülakatına katılmasına gerek yok. Yönetici düzeyindeki adaylarla mülakat yapmak isteyip istemediğinizi anlayabilirdim ama...Burada yeni personelden bahsediyoruz..." dedi yaşlı bir adam titrek bir sesle. "Söyleyeceklerin bu kadar mı?" Soğuk bir ses tonuyla sordu adam. "Evet efendim," diye yanıtladı yaşlı adam korkuyla. Karşısındaki genç adamın öfkesine birkaç defa şahit olduğu için bu yaşında azar işitmek istemiyordu. "Güzel. Bunu sonrası için not et. Ama kararım geçerli. Yeni personel için mülakata katılmak istiyorum," ellerini masasının üzerinde birleştirirken yüzüne gergin bir gülümseme yerleştirdi. "Anlaşıldı. Mülakat bu öğleden sonra başlayacak." dedi yaşlı adam tereddütle. Yüzlerce mülakatın olduğu oturumun hepsini programa yerleştirmesi gerekiyordu? Bu bir felaketti gözünde. "O zaman onun yerine yarın öğleden sonraya taşıyın. Bu kadarını yapabilirsin, değil mi?” genç adam sesinde net bir meydan okuma ile söyledi. "Evet... Efendim," yaşlı adam cevap vermek zorunda kaldı. 'Bu kadarını' yapamasaydı işi kesinlikle risk altında olurdu. "Muhtemelen bunu neden yaptığımı merak ediyorsun. Yakında şirketi devralacağım için, şirketimizin yeni nesil tarafından nasıl görüldüğünü ilk elden deneyimlemek istiyorum. Sonuçta, başarılı geleceğimizin anahtarını ellerinde tutuyorlar," dedi genç adam akıcı bir dille. "Evet efendim. Çok iyi anladım.” yaşlı adam sakinlikle cevap verdi. "Güzel. İyi şanslar," dedi bilgisayarına dönerken. …*AMİNE*… “Dikkat, tüm yeni personel adaylarının dikkatine. Öğleden sonraki mülakat oturumlarının iptal edildiğini üzülerek bildiririz. Bunun neden olabileceği rahatsızlıktan ve kafa karışıklığından dolayı özür dileriz, ancak bu gün yerine mülakatı yarın öğleden sonraya ertelemeye karar verdik. Lütfen yarınki mülakata yeriniz için zaman ve yer için panoyu veya e-postanızı kontrol edin. Bir kez daha, neden olduğumuz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz." Resmi bir kadın sesi hoparlörler aracılığıyla sesini duyurdu. Yani bugün mülakat olmayacak. Yarın öğleden sonraki mülakatım için buraya tekrar gelmem gerekiyor, bu da artık bu gün için boş olduğum anlamına geliyordu. Telefonumu çıkarırken iç çektim ve az önce duyuruya dayanarak e-postamı kontrol etmeye başladım. İşte burada. Yarın burada, 15:00’da 298.sıra. Görüşmem için yeni saat, tarih ve yer. Aniden, bütün öğleden sonra boş kaldım ve ne yapacağımı bilemedim. Ben de diğer adaylar gibi bugün için binadan çıktım. Öğleden sonra geç saatlerde metro yolculuğu yapacağımı düşünüyorken şimdi bolca zamanım vardı. Dönüş saatimi değiştirebilirim sanırım, ama buna değdiğini hissetmedim. Biraz dolaşabilir, burada çalışmaya başlayacaksam çevreyi tanıyabilirdim. Bu sayede ileriki günlerde burada ne yapacağımı daha iyi bilmiş olurdum. Binanın önündeki bahçenin güzel manzarasını geçerken, bu binanın hemen yanında halka açık bir park gördüğümü hatırladım. Bu bina çok büyük olduğu ve onu çevreleyen arazi de öyle olduğu için park birkaç dakika yürüme mesafesindeydi. Ne de olsa harcamak için zamanım vardı. Aklımda daha iyi bir fikir olmadan parka doğru yürümeye başladım. Parka vardığımda, ayakkabılarım şimdiden ayaklarımı tam anlamıyla öldürdü. O kadar aptalım ki, teyzemin bana ödünç verdiği ayakkabılar yerine kendi ayakkabılarımı giymeyi unutmuştum. Oturup ayaklarımı ve bacaklarımı dinlendirebileceğim bir bank bulmaya çalışırken yemyeşil güzel parkın etrafına baktım. Park kelimelerle anlatılamayacak kadar güzeldi ama aynı zamanda çok büyüktü. Yemyeşil çimenler, büyük ağaçlar ve açmış çiçeklerle kaplıydı. Parkın merkezi, insanların sudan geçmesine yardımcı olmak için inşa edilmiş ahşap köprülere sahipti. Koşmak ve bisiklete binmek için yollar ve insanların oturup manzaranın tadını çıkarması için banklar vardı veya benim durumumda ayakkabılarını değiştirmek için. Küçük bir yürüyüş mesafesinde, mükemmel bir noktada, büyük bir ağacın altında ve göl kenarına oldukça yakın görünen beyaz ahşap bir bank gördüm. Hafta içi olmasına rağmen öğleden sonra olduğu için sanırım parkta çok az insan vardı. Görünüşe göre günün bu saatinde boş olan kişiler, bebeklerini babak arabalarında taşıyan anneler ve yaşlılardı. Tabii bir de ben. Huzurlu yürüyüşlerinin ve güzel havanın tadını çıkararak yanımdan geçen birkaçını izledim. Bu sabahki yazılı sınavı hatırladıkça, rüzgarın saçlarımda ve yüzümde uçuşma hissinin tadını çıkardım. Cevabından emin olamadığım birkaç soru olsa da iyi bir iş çıkardığımı düşünüyordum. Tam olarak kendime güvenmiyordum ama geçmem gerektiğine neredeyse emindim. Şimdi tek yapmam gereken iş teklifini almak için yarınki görüşmeyi bitirmekti. Umut ediyordum ki emin olmadığım o cevaplar da doğru olmalıydı. Pekala, şimdi bunu düşünmenin bir anlamı yok. Geçmişte olanları değiştirmek için geri dönemem, bu yüzden şimdiye ve geleceğe odaklanmak daha iyiydi. Bakalım yarınki mülakatta hangi sorular sorulacaktı. O kadar derin düşüncelere dalmıştım ki, bir adamın yanıma, oturduğum ahşap banka oturana kadar bana yaklaştığını fark etmemiştim. "İyi günler," dedi adam beni düşüncelerimden çekerek. Bana ne kadar yakın oturduğuna biraz şaşırarak yanıma döndüm. Yanımda oturan adam muhtemelen otuzlu yaşlarının başında, açık kahverengi saçları ve uyumlu ela gözleri ile dönmüş bana bakıyordu. Tanıdığım bir adam değildi. Gözlerindeki bakışı daha önce gördüğüme hiç emin değildim. Gözleri o kadar kararlılık ve keskin bakıyordu ki, hayatının amacını çoktan anlamış ve ona doğru olabildiğince hızlı koşuyormuş gibi. Bunu neden ve nasıl açıklayacağımı tam olarak bilmiyorum ama o gözlerdeki bir şey beni büyüledi ve dikkatimi çekti. Sanki onlara bakmaya devam edersem bir mucize olacakmış gibi hissetmem normal mi? "&N mülakatı için mi buradasın?" İlk başta nasıl bildiğini merak ettim ve sonra hala boynumda şirketin logosu ve adımın yazılı olduğu kordonun bende takılı olduğunu fark ettim. "Ah, evet." dedim, dudaklarıma dostça bir gülümseme yerleştirirken başımı hafifçe sallayarak. Bir yandan da boynumdakini çıkartıp avuçlarım içine aldım. Midemde bir gerginlik düğümü hissettim ve yanımdaki varlığının daha fazla farkına vardıkça kalbim daha hızlı atmaya başladı. Bu adamın inanılmaz derecede yakışıklı göründüğünü anlamak için bir kez daha bakmama gerek yoktu. Oturmuş olmasına rağmen, iri ve kaslı vücudundan sarkan bol ve günlük kıyafetlerin altında çok uzun boylu olduğunu ve çok fit bir vücuda sahip olduğunu anlayabiliyordum. Sade bir beyaz tişört, açık mavi kot pantolon ve spor ayakkabı giymişti. Bu adamın kim olduğunu ve burada ne işi olduğunu anlamama yardımcı olacak hiçbir şey yoktu ama nedense varlığı beni korkuttu. "Peki, nasıl gitti?" diye sordu adam, güzel dudaklarını hafif bir gülümsemeyle kıvırırken. Bir anda yanıma oturmuş benimle iki arkadaşmışız gibi konuşan adamı anlamaya çalışırken onu yanıtladım. “Bence iyiydi...Öğleden sonraki görüşme yarına ertelendi... Yani tam bilmiyorum." diye yanıtladım kendi düşüncelerimi yansıtırken. Cümlemin yarısı mırıltı gibi çıkmıştı ağzımdan. "Ah, doğru. Onu unutmuşum." diye mırıldandı adam kendi kendine. "Anlamadım?" dedim kafam karışmış bir şekilde usulca. “Yok bir şey.” dedi adam elini iki yana tek seferde sallarken ve yeniden gülümsedi. Böyle olunca ünlü oyunculara benziyordu. Şirkete yakın olduğumuz için bu ihtimali değerlendirebilirdim ama öyle olmadığını da biliyordum yoksa onu tanırdım değil mi? Acaba ona bir süperstar oyuncuya ya da buna benzer bir şeye benzediği söylendi mi hiç? “Anladım.” dedim kısaca. Bir yabancıyla sohbet etmek umurumda değildi ve tehlikeli bir adama filan benzemiyordu ama benden bir şey mi istiyor diye merak etmekten kendimi alamıyordum. Onun yanında kendimi oldukça rahatsız hissediyor ve kendimi mazur görmek istiyordum. Belki de metroya şimdi binmeli ve eve gitmeliydim. Tam banktan kalkama kararı almışken yanımdaki adam bir kez daha söze girdi. "Böyle giyinmişken en iyi şirketlerden birinde iş bulabileceğini gerçekten düşünüyor musun?" diye sordu adam beni tepeden tırnağa süzdükten sonra gözlerime bakarak. "Ne?" diye sordum, az önce duyduklarım karşısında açıkça şok olarak. Bu cüreti ona vermemişken ben nasıl böyle bir soru sorabilrdi? "Dürüst olmak gerekirse, ucuz görünümlü ve modası geçmiş bir takım ve sana küçük gelen eskimiş bir çift ayakkabıyla &N'de iş bulabileceğini mi düşünüyorsun? İlk izlenimleri hiç duydun mu?” dedi adam, her sözünü vurgulayarak. İlk izlenimleri daha önce duymuştum, elbette ama bu adam açıkça onun hakkında sahip olduğum ilk izlenimleri dikkate almıyordu. Kabul etmekten nefret ediyordum ama söylediği kısmen doğru olabilirdi; ancak, bunu bu şekilde ifade etmek zorunda değildi. Daha yumuşak bir dil kullanabilirdi. "Ben... Sarfettikleriniz çok kabaydı." Başta kendimi açıklamak istedim ama vazgeçerek onu tersledim. "Ah, dürüstlüğüm seni kırdıysa özür dilerim." diye yanıtladı adam hiçbir şey yokmuş gibi omuzlarını silkerken. Özrünün gerçek olup olmadığını ya da sadece benimle dalga mı geçtiğini anlayamadım ve dürüst olmak gerekirse, umurumda değildi. "Size iyi günler." diye mırıldandım banktan kalkıp gitmek için arkamı dönerken. "Böyle tepki vermen görünüşünü iyileştirmeyecek ya da sana yeni kıyafetler vermeyecek, değil mi?" adam arkamdan seslendi. Olduğum yerde durduğumda derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım ve alt dudağımı ısırarak arkamı dönüp o terbiye almamış adama küfretmeme engel oldum. Maddi durumum iyi değildi evet ve bu yüzden surat asmak ya da şikayet etmekle gücümün yetmediği şeyleri alamayacağımı çok iyi biliyordum. İç çektim ve arkamı dönmek yerine onun aşağılayıcı sözlerini görmezden gelmeye ve başım dik bir şekilde yürümeye devam etmeye karar verdim. Fakir olmak en azından neyse ki suç değildi! En iyi ve en pahalı kıyafetlere sahip olmamak da suç değildi. Yanlış bir şey yapmadım ve utanmam gereken hiçbir şey de yoktu. "Bekle," dediğini duydum. Elbette onu duymazdan gelecektim ama o hemen arkamdaydı ve aynı zamanda bileğimin tutulup çekildiğini hissettim. Bana ne kadar hızlı yetiştiğine şaşırırken, vücudum bir kez daha onunla yüzleşmek için döndü. Kelimenin tam anlamıyla dipdibeydik. Benden uzun boyu yüzünden yüzüne başımı kaldırarak bakmak zorunda kaldım. "Ne?" diye fısıldadım. Şaşkınlıktan konuşmakta zorlanmıştım. Gözlerimiz birbirine kenetlenirken bana bu kadar yakın olması beni daha da savunmasızlaştırıyordu. "Al bunu." dedi adam, gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan. Açık avucuma bir şeyin sıkıştırdığını hissettim. Aşağıya baktığımda nefesim kesildi. Hayatımda hiç bu kadar nakit parayı bir arada görmemiştim! Elime kalın bir iki yüzlük banknot destesi bırakmıştı. Gözlerim hırsla değil, şaşkınlıkla açıldı. Ne tür bir adam yeni tanıştığı bir yabancıya bu kadar parayı zorla verirdi?! Cevap basitti. Bu adam kafayı yemişti! "Hayır. Bunu kaldıramam!" Kendime gelmem zaman alsa da çoktan şaşkınlıktan ona bağırmıştım. "Neden?" diye sordu, sanki söylediklerim onu ​​gerçekten şaşırtmış gibi başını hafifçe yana eğdi. Davranışını gerçekten aşağılayıcı ve alaycı bulmuştum. Fakir olabilirim ama bu onun hayır kurumundan faydalanmak istediğim anlamına gelmiyordu. "Çünkü istemiyorum." dedim ona bakarken. Hayatımda ilk defa böyle bir şey yaşadığım için nasıl davranacağımı da kestiremiyordum. "Ama buna ihtiyacın var, değil mi?" Sanki söylediği şey dünyanın en bariz şeyiymiş gibi cevap verdi. "Ne,” Kaşlarımı çattım. “Hayırseverliğine ihtiyacım yok." derken ona ters ters baktım. “Anlamıyorum. Sana bedavaya bir sürü para teklif ediyorum. Beleş, keş para. Öyleyse neden almakta ısrarcısın?” diye sordu, teklifine verdiğim tepki gerçekten kafasını karıştırmış gibi bakarken. “Çünkü hiçbir para bedava değildir. Bana göre paranın kazanılması gerekir. Karşılığında bir şey yapmadan kimsenin parasını bedavaya alamam." dedim kararlı bir şekilde. Anladık fakiriz de dilenci de değildik. Neden anlamıyor? Bedava para istemiyorum. Dürüst çalışma ve emeğimin karşılığı olan parayı istiyorum. Babam beni böyle büyüttü. Üstelik para kazanma kavramını anlamak çok mu zor? "Tamam o zaman. Sanırım, bunu yapacağım.” dedi. Onun dediğini anlamaya çalışırken güçlü kaslı kolu bir anda beni belimden kavrayıp tutup vücuduna yaklaştırırken uzun parmaklı iri yanağımı da kavradı ve sıcak dudakları sıkıca benimkilere bastırdı. Bu yabancı… Beni mi öpüyor? Beni! BENİ!
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD