Gülümserdik ne kadar gerçekçi olduğunu bilmeden, kimine göre itici olurduk kimine göre tatlı.
Ben ikisi de olamamıştım. Ne düzgünce gülmem için bir sebep olmuştu, nede tatlı olabileceğini düşündüğüm kahkahalarım. Gülümsemeyi seven bir insandım ancak herkesin yanında gülümseyemiyordum. İlkiz, en çok yanında gülümsediğim kişiydi. Sonra... sonrası yoktu. Kimi zaman bir çikolatanın damağımda bıraktığı o tat ile gülümserdim, kimi zamansa okuduğum satırlarda bulduğum kendime.
3 yıl önceki babamı özlüyordum. Beni ölesiye seven eve her geldiğinde kucak dolusu sevgilerini benden esirgemeyen ve üzerime titreyen. Ne zaman ki, annem gitti o gün babamda benden gitti. Sözleriyle beni en çok güldüren adam, bir sözüyle ağlatır olmuştu.
Şimdi ise kendi halime gülüyordum.
Ne garip.
Sabah çalan alarm ile değil de, hiç uyuyamadığım gecenin sabahına uyanmıştım. Çoğu geceler gördüğüm kabuslar nedeniyle, günde iki üç saat uyuyabiliyordum ki artık buna fazlasıyla alışmıştım. Küçük bir sese uyanabilen bir insandım çoğuna göre. Beni kaldırmak kolay olurdu ancak buna zıt bir şekilde yine çoğu insan gibi agresif olurdum.
Apar topar yataktan çıktıktan sonra, banyoda işlerimi halledip üzerime geçirdiğim siyah sade mini elbise, vizyon rengi salaş şifon yelek, dizlerime kadar gelen siyah çorap ve siyah yüksek taban botlarım ile sade ama şıktım.
Maalesef ki, çoğu zaman giydiklerime dikkat etmem gerekiyordu gazetecilere yakalandığım anda hazır bulunmak adına, ancak ne istersem onu giymeyi sevdiğim için kimse bunu sorgulamıyordu.
Sorgulayamazdı.
Ne giydiğim kime neydi ki?
İnsanların düşüncelerine göre şekilleniyorduk çoğu zaman, zira davranışlarımıza mesken tutan da hep bu olmuştu. Zincirlerini kır derlerdi ancak kırmak için elimize hiçbir şey vermezlerdi.
Derin bir nefes alıp, siyah çantamı sırtıma takarak, babamın korumam olarak görevlendirdiği Sedat ile okula geçiş yapmıştım.
Dışarıda gezen insanları gördükçe pekte açık olmadığımı düşünüyordum, zira göğüs dekoltesi olan ve neredeyse iç çamaşırlarını gördüğüm kızların başka açıklaması olamazdı.
Sedat sivil bir şekilde çokta dibimde dolaşmadan beni gözlüyor ve durumları babama rapor ediyordu.
Harika.
Yüzüm asık bir şekilde fakülteye giriş yaptım.
İzmir, Dokuz Eylül üniversitesi güzel sanatlar bölümü okuyordum. Ben oyunculuk üzerine ilerlerken, İlkiz konservatuar üzerinden gidiyordu.
Hiç yolumdan sapmadan birkaç bakışın üzerimde olduğunu bilerek, kafeteryaya ilerleyip, her zaman ki yerinde olan İlkiz’e doğru adımladım.
“Günaydın.”
“Günaydın diva.” Eklemesini göz ardı ederek masaya yerleştim. Üniversiteye başlayalı henüz iki ay olsa da, magazin sayesinde beni tanıyanlar saçma espritüelliğini konuşturup, ‘diva’ demeye başlamışlardı.
Çok komik öyle değil mi?
Zamanında gülmekten ağlayacak duruma gelmiştim.
Ya niye diva diyorsunuz ki?
Direk Bülent Ersoy diyin daha makbul olur.
“Tost ve sıcak çikolata alıp geliyorum. İstediğin bir şey var mı?” kafasını telefondan kaldırıp sırıttı.
“Karam?”
Hiç hayır der mi? Asla.
Çıkmadan önce boynuma sardığım fuları masaya bırakıp omuzlarımı dikleştirerek oldukça yoğun olan sıraya girdim.
Birkaç erkek sıra verse de umursamadan beklemeye devam ettim. Bir süre sonra sıra bana gelmiş, alacaklarımı almış ve masama geri dönmüştüm.
İştahla aldıklarımı tüketirken, İlkiz’in sorusuyla ona bakmak zorunda kalmıştım.
“Skeç’i hazırladın mı? Sunumun haftaya ancak düşünülmesi gereken bir konu.”
“Hazırladım, bilirsin işimi ertelemeyi sevmem.” Dedikten sonra bir ısırık daha aldım tostumdan.
“Ayrıca zor bir ödev değildi. Konu dramdı, benim hayatım bir dramken gerisi mühim değil.”
“Nasıl bir şey yaptın?” dedi merakla yüzüme bakarken, oldum olası yazmayı çok seven bir insan olmuştum ve ileride kendi yazdığım bir filmin yönetmeni olmak istiyordum, umarım başarabilirdim.
“Sağ olsun babam ilham kaynağım.” Dedim alayın mesken tuttuğu sesimi saklama gereği duymadan. İlkiz sessiz kaldı.
Diyecek ne vardı ki?
Yıkılmış hayalleri, alınan nefesler geri döndüremezdi.
Umudun yarıklarından içeri sızan şer, şeytanın vesveselerini sol köşeme her daim fısıldıyordu. Kulağım alışık olduğu ninnilere ahkâm kesiliyor, bana günleri zindan etmekten çekinmiyordu.
“Bugün ne yapıyoruz?” dedi bitirdiği çikolatanın ambalajıyla oynarken.
“Barlas’ı izlemeye gitmeyeceğimiz kesin.”
İlkiz’in yüzü anlık olarak düşerken inanamazca ona baktım.
“Tekrar izlemeye gidecektim deme bana sakın!” gözlerini benden kaçırıp kafeteryada dolaştırırken, burun kemerimi sıkarak sakinleşmeyi amaçladım ancak olası ihtimal dâhi değildi.
Kafayı sıyırmış olmalı, bilakis öylede gözüküyordu.
“Ne zaman akıllanacaksın İlkiz?”
“Bak Venüs anlamıyorsun beni, sevmek nedir bilmediğinden böyle rahat konuşabiliyorsun ama ben deli gibi seviyorum onu. Bu nasıl anlatılır bilmiyorum ancak, her gece onsuzluk bana koyarken yastığımı ıslatıyorum göz yaşlarımla. Lütfen, hiçbir şeyime sahip çıkamıyorum bari aşkıma sahip çıkayım.”
Ne denirdi bilmiyordum.
Zamanında bende sevmiştim, ancak bu derece melankoliye bağladığım söylenemezdi.
Ah, cidden biz kızların bu takık hallerini anlamıyordum.
Önce peşinden koşarız, elde ederiz. Sonrasında anlık bir soğuma yaşarız.
Neden?
İstediğini elde etmiş olmanın gururu veya takıntılığın yok olması...
Örneğin bir kızdan erkek ayrılırsa kız başta çok ağlasa da sonradan hayatına kaldığı yerden devam edebilir, ancak erkek unutulmanın verdiği hissi kaldıramazdı.
Bir nevi koyardı diyelim.
Acaba İlkiz de elde ettikten sonra soğur muydu?
Koca bir bilinmezlikti.
İlkiz’in aşk hayatı pekte iyi değildi. Başta büyük bir hevesle taparcasına sever elde edince umrunda dahi olmazdı.
Garip bir kızdı.
“Bak İlkiz, o tehlikeli biri. İnan bana onu senden daha iyi tanıyorum ki bunu biliyorsun.” İlkiz beni başıyla onaylayıp önüne düşen bir tutam saçı kulağının arkasına sıkıştırdı.
“Biliyorum, onun hakkındaki çoğu bilgiye senin sayende ulaştım ancak bu bir şeylere mani değil.”
Bana diyecek başka bir şey düşmüyordu. Ben arkadaşlık görevimi yapıp onu uyardım, dinleyip dinlememek ona kalmış bir şeydi.
Sıkıntıyla nefesimi dışarı koy verip, soğumaya yüz tutmuş sıcak çikolatamı yudumlamaya devam ettin. Kısa süre sonra yemek yeme işi bittiğinde amfilere geçerek profesörün gelmesini beklemeye koyuldum. Birkaç dakika içerisinde profesör gelmiş, güzel sanatlar dersi başlamıştı.
Dakikalar geçmek bilmezken öğleye kadar olan dersim nihayet bitmişti. Zira başımın ağrısından ölmeme ramak kalmıştı.
Önüme düşen sarı tutamları geri itip, uzun saçlarımı sırtıma bir yele gibi örttüm. Gözlerim kampüsü tararken, İlkiz’e dair bir belirti arasam da koca kampüste bu şekilde bulamayacağımın pekâlâ da farkındaydım.
Telefonumu çıkarıp mesaj atacağım sırada üzerimde beliren gölge ile kafamı kaldırmak mecburiyetinde kaldım.
“Engin?” beklemediğim sima karşısında şaşkınlığımı belli edercesine yüzüne baktım.
“Selam Venüs, skeç konusunu konuşacaktım. Baba rolünü üstlenmemi istemiştin, ne zaman prova yapacağız?” Engin 3.sınıflardan oldukça yetenekli bir çocuktu. Geleceğin başrol oyuncusu olma potansiyeli taşıyordu. Açıkçası teklifimi kabul edeceğini düşünmemiştim lâkin kim olduğumu çok çabuk unutuyordum.
Lanet olası param!
“Hm, anladım. Kabul ettiğin için teşekkürler. Yarın dersim yok Cuma günü öğleden sonra 2 dersim var. Müsait olursan, saat 16.00 civarı prova yapabiliriz.”
“Bana uyar. Numaram sende var, mesaj atarsın.” Diyerek göz kırptı ve mavi gözlerinin odağını benden çekerek uzun boyu ile yanımdan veda ederek uzaklaştı. Bu sırada titreyen telefonum ile irkilerek telefona döndüm.
İşi düştü arıyor...
Yazısını görünce sırıtmadan edemedim.
İlkizdi.
Bende onda işi düştü olarak kayıtlıydım, garip bir ilişkimiz vardı.
Telefonu açıp kulağıma dayadım ve İlkiz’in sesinin kulaklarıma doluşmasına izin verdim.
“He?”
“Benim ders bir saat önce bitti. Şu an Kırlangıç kafedeyim, gelirken ay kurabiyesi al. Burada yok, canım acayip çekti.” Onu onaylayıp telefonu kapattım ve çantama atarak kampüsten dışarı çıktım.
Yüksek taban ayakkabılarım dün gece hafif yağmış olan yağmurdan geriye kalan birikinti de kendince dans ediyordu. Karşı kafede bulunan ay kurabiyesinden alarak bulunduğu kafeye doğru adımladım.
Ancak beklemediğim bir şey oldu.
Sokağa saptığım sırada aniden kolumdan çekilmem ve hızla duvara çarpılmam ile neye uğradığımı şaşırdım.
Sahi ne oluyordu?
Gözlerim irice açılmış bir şekilde bunu kimin yaptığını görmek amacıyla kafamı kaldırdım fakat kesinlikle Zehir Şah’ı karşımda görmeyi beklemiyordum.
Benim olduğumu daha yeni farketmişcesine tek kaşını kaldırdığında ben doğrudan kaşlarımı çatmıştım.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen?”
“Demek sen...işim daha kolay olacak, şimdi senden istediğim tek şey okuduğun bölümün hakkını ver ve üstün yeteneğini kullan. “
Ne olduğu hakkında hicbir fikrim yoktu.
“Bunu neden yapayım?”
“Çünkü beni seviyorsun.”
Kahretsin.
Anlaşılan o ki, birinden veya birilerinden kaçıyordu. Akabinde gözüme ilişen kanayan sol kolu gözlerime tedirginliği misafir etmişti.
Lanet olasıca sevme problemi olmasaydı, bir şekilde postayı koyardım. Fakat eğer yapmazsam bu kuytu köşede o istediğini bana yapabilirdi, bunu göze alıp kendimi tehlikeye atamazım.
Üzerindeki ceketi çıkardı ve yan taraftaki çöp kutusuna atarak çıplak ve kaslı kollarını gözler önüne serdi. Yaralı kolunu belime sarıp başını boynuma gömdüğü sırada köşeyi dönen adamlar ile başta şaşırsamda hiç bozmadan oyunumu oynamaya başladım.
Bu sırada diğer kolunu kafamın yanından duvara yaslayarak pazılarını adeta gözüme sokmuştu.
Boynuma üflediği ılık nefesler de bana hiç yardımcı olmuyordu.
“Ah lanet olsun Doruk, bu kadar içecek ne vardı? Kahretsin seni eve nasıl götüreceğim? Oysa sana kurabiye almıştım. Sevgili oluşumuzun 5.ayı ve sen sarhoş mu oldun? İnanamıyorun sana!” diye sinirle konuştuğumda bir an kendi oynadığım oyuna inanacağım sandım.
Zehir’in boğuk kıkırtısını işittiğimde aldığım nefes ciğerlerime dar gelmişti.
Adamlar bize kısa bir bakış atıp sokaktan çıktıklarında hiç ödün vermeden birkaç dakika daha bu oyuna devam ettim.
Ancak heyecandan ölmeme az kalmıştı.
Nefesi hâlâ boynumu okşuyordu!
Gittiklerinden emin olduğumda Zehir’i geri ittirip kendimden uzaklaştırdım.
“Kesinlikle doğru bir meslek seçimi bal küpü.” Dedi soğuk bakışlarıyla örtüşen soğuk gülümsemesi ile.
Bal küpü kelimesini daha sonra düşünmeyi aklıma not ettim.
Ona cevap vermeden boynumdaki fuları çıkartarak yaralı kolunu kendime çektim ve dikkatlice fuları yaranın üzerine bağladım.
Ardından kafamı kaldırıp beni izleyen kuzguni siyah gözlerine baktım.
“Gözünü üstüme dikmeden önce, özüne gözün gibi bak. Bana diri lazımsın Şah, ölmeni istemem.” Dedim ve yoğun bakışları altında arkamı dönerek sokağın çıkışına ilerledim.
Yerinden çıkacakmış gibi atan kalbime tezat bir şekilde, sakince terk ettim sokağı.
Kimi zaman zihne fısıldayan kelimeler, ölmüş bir bedeni canlandıracak kadar etkili olurdu.
Bedenim ölmüştü.
Ve o bir şekilde,
Ölmüş bir bedene kelimeleriyle can veriyordu.