O günden sonra onu bir daha görmedim. Zaten görmek istesemde fırsatım yoktu. Deli bir koşturmacanın içine girdik. Grevler devam ediyordu ve ben bu işin içinde olduğumu annemden babamdan gizlemek için türlü bahaneler buluyordum. Bunların en önemlisi ve en aklanı yatanıda işsiz olmamdı.
On sekiz yaşında olup da işsiz olunca, zaten kazandığı üç kuruş maaşla evimizi zar zor geçindiren babama; ona yük olmak istemediğimi, bu yüzden de sabah onun ardından bende evden çıkıp, o oto sanayi senin bu oto sanayi benim, iş aradığımı söylemiştim ve sırf yalan konuşmamış olmak içinde, grevde günlük işimiz bitince, oto sanayileri dolaşıp gerçektende iş bakıyordum ama bulmak ne mümkündü.
Akşam olduğunda da nerdeyse günün büyük bölümünde ayakta dikilmekten ve sonrasında da iş ararken taban tepmekten eve yorgun argın bir halde dönüyordum.
Sokağımıza girdiğimde, söz dinlemez kalbimle savaş vermeye başlıyordum ve çoğu zamanda bu savaşı kazanıyordum. Asla Füsun'un evine doğru bakmıyordum. Balkona çıkacağım zaman da hemen yerdeki döşeğe oturuyordum.
Düşünmek istemesemde, ona çok kızgın olsamda, bu işin olmayacağını bilsemde aklım hep ondaydı... söz dinlemez kalbimde bana karşı isyanlardaydı. Hoşlanma, sevme desemde onu her düşündüğümde bana ayrı bir sinir harbi yaşatan uslanmaz şu kalbim deli gibi çarpmaya başlıyordu. İhanetin büyüğünü yapıyordu bana o kıza deli gibi aşık olan şu yaramaz kalbim.
Oturduğum döşekte sigaramı yakmış, kıvrıla kıvrıla uzayıp giden gri dumanına bakıyordum. Hava kararmaya yüz tutmuş, güneş çoktan gözden kaybolmuş olmasına rağmen hava bunaltıcı derecede sıcaktı.
Yine onu düşünmeye başladım, hoş hiç aklımdan çıktığı da yokya. Lunaparktan dönüşte, onu Necla'nın yanına oturtmuş, bizde Murat ile bir arka koltuklara yerleşmiştik ve yol boyunca da ağzımı hiç bıçak açmamıştı.
Nihayet muhitimize varıp, sokağımıza girince de, Necla'ya, "kızı evine teslim et!" demiş ve çocuklarla vedalaştıktan sonra onun yüzüne hiç bakmadan hemen eve girmiştim. Aradan yaklaşık on gün geçti ve o biçim özledim onu. Özledim ama aynı zamanda bir çocuğu sevmeyide kendime yediremiyorum anasını satayım. Olacak iş mi bu ya? Kendimden utanır oldum.
Mutsuzum, huzursuzum ve canım çok sıkkın. Düşüncenin birinden birine maymunlar misali zıplayan zihnim, annem balkona yanıma gelince bir anlığına beni rahat bıraktı. Al işte o merakla bakan mavişleri yerdeki kül tablasına takıldı. O öyle dikkatli bakınca bakışlarım, onun yüzünden yere kaydı. Ben ne zaman bu kadar çok sigara içmişim ki? hiç fark etmedim. Küllük dolmuş nerdeyse. Yere bıraktığım paketime baktım, oda nerdeyse bitmek üzere. Annemle bakışlarımız buluştuğunda, "senin neyin var çocuk, bu ne hal?" diye sordu. "yok bir şey anne, neyim olacak.. iş bulamıyorum ya ona canım sıkkın. Ben çıkıp biraz yürüyeyim," dedim ve sigaram ile küllüğü kaptığım gibi ayaklandım.
Ne bedenim ne de ruhum şu koca dünyaya sığmıyordu sanki. "peki oğlum! dikkatli ol!" tembihini kaptım yine. Eğilip balkonda her zamanki yerinde duran oturağı hasır taburesine oturmuş anamın başına bir buse bıraktım ve balkondan içeri girdim. Küllüğü anamın küçük çöp poşetine döküp, zaten dolmuş olan poşetinde ağzını bağladım. Çıkarken çöpe atarım bari.
Dışarı çıkmak için kapıyı açtığımda karşımda Necla'yı buldum. Bana bir kağıt uzattı. "elçiye zeval olmaz!" dedi ve tek kelime etmeme fırsat vermeden bir kuş gibi uçtu gitti. Elimde kâğıtla kapının eşiğinde öylece kaldım. Kâğıda bakıp durdum. Kapıyı arkamdan çekip, elimde tuttuğum kâğıdı kot pantalonumun arka cebine soktum. Kimden geldiğini ve içinde ne yazdığını çok merak ediyordum ama şimdi burda okuyamazdım. Anamın hep yaptığı gibi yine aklına bir şey gelipte söylemek için yanıma gelmesi olasıydı.
Hızlanan adımlarımla ara taşlıktan çıkıp, yola düştüm. Caddeye doğru yürümeye başlamıştım ki karşıdan Murat, İbrahim ve Tarık üçlüsünün geldiğini gördüm. Onlarda beni görünce adımlarını hızlandırdılar. Sokağın ortasında karşı karşıya geldiğimizde gözümün takılıp kaldığı tek kişi Tarık'tı. Hiçbir şey söyleyemezken, onunla birbirimize öylece bakıyorduk. Bir anda birbirimize sarıldık. "niye bana söylemediniz lan?" sözlerime hiçbiri cevap vermedi.
Fırça attığım Atmaca ve Misket, başlarını öne eğerken tatlı tatlı gülümsüyorlardı. "geçmiş olsun yarenim," dediğim Tarık ve ben ise ağlıyorduk. Aylardır içerdeydi. Silah yakalatmıştı. Bizim ekipdendi. Birbirimizden ayrıldığımızda, sokağı aydınlatan ışığın vurduğu kadarıyla gördüğüm o yüzün ne kadar solgun olduğunu fark ettim. Çok zayıflamıştı ve bakışlarında başka hiç kimsenin gözlerinde görmediğim bir hüzün vardı. "geçmiş olsun tekrar, hoşgeldin Tarığım... çok özlemişim seni ya, çok özlemişim.. ziyaretine geldim ama adımı yazdırmadığın için ne kadar yalvarsamda görüşmeye izin vermediler," dedim. "sağol yarenim var ol.. emanetini aldım, hiç gerek yoktu, eksik olma can dostum," dedi ve tekrar birbirimize sarıldık. Emanetin dediği şey, üç beş kuruş ve iki paket sigaraydı. Biz içerdeyken, Mesut abi hiç birimizi boş bırakmamıştı, yardımcı olmuştu ama Tarık için aynı durum söz konusu değildi.
O gün Recep abi yirmi lira cebime sıkıştırınca hemen aklıma Tarık gelmişti. O paraya hiç dokunmadım. Ziyaret günü gelincede hemen cezaevine gitmiştim. Deli çocuk sanki çok bir şey yapabilmişim gibi ayak üstü hemen onun için teşekkür etti bana.
"hadi oyalanmayalım, seni evine bırakalım. Ortalık çakal, sansar kaynıyor," dedim ve yola koyulduk. Evinin önüne geldiğimizde, tek tek sarıldı bize. Parmaklarıyla tıklattığı kapı açıldığında, bir anda evladını karşısında bulan annesinin yüzünün o şaşkın hali anamı hatırlattı bana. Attığı o yanık, sevgi özlem dolu çığlıkları, anında koyverdiği gözyaşlarıyla, bir ananın evladına kavuşmasını izliyorduk. Gözlerim dolarken ve başımı önümde dudaklarımı ısırırken, ayağımla yerdeki toprağı eşelemeye başladım. Kendimce zırlamsmın önüne geçecektim. Pehh! ne mümkün?!
Sevinçten deliye dönen Ferda teyze bize ne kadar ısrar etsede içeri girmedik. Gerek yoktu, ana oğul hasret gidereceklerdi. Daha fazla oyalanmadan vedalaşıp tekrar caddeye doğru yürümeye başladık. "aga Sinan haber verdi, yarın toplantı varmış yine aynı yerde," dediğinde Atmaca, hâlâ az önceki ana oğul kavuşmasının etkisi altındaydım. "kaçtaymış toplantı?" diye sorunca, "akşam dokuzda," dedi.
"iyi madem gideriz, belli ortalık şenlenecek yine... şerefsizler, inlerine çekilmişlerdi, çıktılar yine ortalığa ve ilk işleride bizim sokağın duvarlarına yazılar yazmak oldu.. kahrolsun koministler.. ya sev, ya terket! vatanımı sevip sevmeyeceğimizi onlara soracaktık! Tırsa tırsa sokağa girişlerini gece camın ardından baktığımda gördüm, bekçinin düdüğünü duyar duymaz tabanladılar. Oturdum bekledim, sonra bizimkilerden birkaçı gelip bizim camın önünden geçip gittiler. Meşhur ıslığımızı ufaktan öttürüyorlardı. Anladım tabii. Kedi gibi sessizce evden sıvıştım. Çocuklarla çabucak yazdıkları yazıların üstünü siyah boyayla kapadık. Dağıldık sonrada. Sabah kalktığımda beyaz kireçle, siyahın üstüne, 'tek yol devrim!' yazıldığını görünce, anladım ki çocuklar geri dönmüşler,"
Üçümüzde sözlerim bittiğinde bastık kahkahayı. Bizim yazdıklarımızı sağcılar, onların yazdıklarını biz solcular silip duruyoruz işte.
"aga ortalıkta asker darbe yapacak diye söylentiler dönüyor, olur mu sence öyle bir şey?" diye sorunca Atmaca ne diyeceğimi bilemedim. Geçmişte olanlara bakınca, olabilir gibi de görünüyordu. "bilmiyorum Murat, her an her şey olabilir," dedim. Bizi ne bekliyor tam olarak kestiremiyorduk ki...
1978 yılına küçük bir bakış...
Yazarın aktarımı...
Son günlerde her şey iyiden iyiye kötüye gitmeye başlamıştır. Ülkenin başında Cumhurbaşkanı olarak Fahri Korutürk vardır ve hükümet koaliasyonlarla iki kez kurulmuştur. Beş ocağa kadar hükümetin başı, milletin baba diye sevip benimsediği, mitinglerinde elinde meşhur fötr şapkası ile Demirel'di. Beş ocak sonrasında da yine koalisyon hükümeti kurulduğunda bu kez başbakan, yetmişli yılların başında Kars'ın Susuz ilçesine ziyarete giden ve, "karaoğlan kurtar bizi bu durumdan," diyerek veryansın eden bir kadından duyulan bu sözle karaoğlan lakabını alan Ecevit vardır. Siyasi açıdan zor bir sürecin yaşandığı bu yılda, yine ekonomik krizler, sağ-sol çatışması hız kazanmış, ülkenin çeşitli yerlerinde cinayetler işlenmiştir.
İstanbul Üniversitesi'nden çıkan yüze yakın sol görüşlü öğrencinin üzerine bomba atıldığı, silahla eteş edildiği olay, ülke tarihine 16 Mart Katliamı olarak geçmiştir. Beş kişinin öldüğü, kırk yedi kişinin yaralandığı bu olayın failleri bılunamamıştır. Bir gün sonra Ümraniye katliamı denilen olayda beş kişi işkence sonucu öldürülmüştür.
Daha birçok cinayetin çeşitli zamanlarda işlendiği bu dönemde, ekonomik kriz hız kazanırken, kıtlık, yokluk, karaborsa tüm ülkede acımasızca hüküm sürmeye devam etmiştir ve halkın büyük bir kesimi bu zor yaşam şartlarında hayatlarını devam ettirmeye çalışırken, tüm bu kötü şeylerin bir gün biteceğine dair umutlarına sımsıkı sarılmışlardır.
Büyüklerinde dediği gibi, umut fakirin ekmeğidir.. kırıp kırıp yersin, umut yoksa hayal yoktur, istek yoktur... umutsuzluktan geriyen kalansa vazgeçilmişliktir.
!!!
Atmaca ve Misket ile Çınar kırathanesine gittik ve boş bulduğumuz bir masaya oturduk. Masanın üstüne bırakılan gazetelere göz gezdirince ruhumun üstüne karanlık bir bulutun oturduğunu hissettim. Canım hiçbir şey içmek istemiyordu. "kalkın gidelim," dememle çocuklar anında ayaklandı. Biz kapıdan çıkacakken, bir alt sokağın sağcı gençleri yanlarında abi dedikleri birkaç adamla kahveden içeri girdiler. Mecburen kenara çekilip yol verince, "ha şöyle yola gelin kominist piçler!" dedi içlerinde Balyoz Bülent adıyla nam salan gençlerden biri.
Sinirden, başımdaki damarlarımın kasıldığını hissediyordum. Çok nadiren şakağımın yanında beliren damarımın pıt pıt atmaya başladığını duyduğumda, Atmaca ile göz göze geldik. Gözlerinde, "boşver," bakışı vardı. Peki dercesine gözlerimi kırptım. Kapıdan dışarı bir adım atacaktık ki, içeri mahallenin büyüklerinden ve solculuğu ile nam bulan Deli Veysel abi geldi. "nereye gençler, gelin bir çayımı için yada ne isterseniz," dedi. "abi sağol, eve gidiyorduk bizde," desemde, koluma asılıp, "var mı öyle Veysel abinin ikramını geri çevirmek?" dedi. Herkesin korktuğu o deli bakışı yine hiç hoşlanmadığım çakır gözlerini esir almıştı. Mecburen, "peki," dedim ve çocuklarla birlikte onunla yeniden içeri girdik. Girmez olaydık. Deli Veysel abi başını sağa çevirip, az önce bize sataşan sağcıları gördüğü gibi kahve sahibi Murtaza amcaya sataştı. "ne zamandan beri faşistleri burda ağırlar oldun Murtaza babaa!" diye bildiğin kükredi. Faşist sözünü duyan sağcılarda aslında cesurluklarıyla nam salmışlardı ve anında oturdukları masadan ayağa fırladılar.
"adıl koministlerin ne işi var burda, vatan hainleriyle ne işin olur senin Murtaza dayı?" derken, arada sıkışıp kalan Murtaza baba derin bir nefes aldı.
Eski kulağı kesiklerdendendi ve şu an atışma derdine düşen her iki taraftanda daha gözü pekti ve hiç ummadığım bir şey yaptı.
Aniden çıkardığı silahını her ikisine de göstererek, "sikerim şimdi sizin faşistliğinizide, koministliğinizide lan! adam gibi oturacaksanız oturun, yoksa siktir olun defolun gidin hepinizde," diye tüm öfkesiyle bağırdı. Kimseden ses çıkmayınca, "ulan millet ne halde, sizler şu gençlere örnek olacakken neyin peşine düşmüşsünüz... hepinizde bu vatanın evlatlarısınız, neyi bölüşüp paylaşamıyorsunuz?" diye bizden büyüklere sorduğunda hiçbirimizden ses çıkmadı. Aslında benim kendi adıma söyleyeceğim çok şey vardı ama ortalık iyice gerilmesin diye zorda olsa tuttum çenemi... aynı anda da ister istemez söyledikleri kulaklarımda yankılanıyordu. Gerçekten biz neyi paylaşamıyorduk ki? Çok pis takıldı kafama bu soru ve ordan basıp gitmeyi istedim deli gibi.
Gayri ihtiyari elimi kotumun arka cebine soktuğumda, sağcılardan biri hemen belinde gizlediği silahını çekip bana nişan aldı. Parmaklarım cebimdeki varlığını unuttuğum kağıda dokunmuş olarak öylece kaldım. En ufak bir hareketimde beni delik deşik edecek olan çocukla bakışan gözlerimizde var olan tek şey nefretken, hâlâ dokunduğum o kâğıtta ne yazdığını merak ettiğime inanamadım.