Onu orda, o çelik sedyenin üstünde bırakıp çıkmak ne zordu.. ölüm soğukluğundaki morgun, beyaz florasan lambalarla aydınlatılmış buz gibi soğuk koridorunda ayaklarının üstüne çökmüş Arda’yı görünce derin bir nefes aldım, alamaz olsaydım keşke. Artık alıp verdiğim her bir nefes canımı yakıyor, bedenimi tüketiyor. Ruhum ise son nefese kadar azapta. Arda’ya sessizce bakarken, olmasaydı sonumuz böyle kardeşim, can dostum diyesim var ama bu dil artık lâl oldu sanki. Tek kelam etmek istemez ki! Bitik adımlarımla ona doğru yaklaştım ve tam karşısında durdum. Kan bulaşmış ayakkabılarımı gördüğünde başını kaldırıp bana baktığında nefesimi dışarı bıraktım. Soğukla buluşan ve buhara dönüşen o nefes yokluğa karışırken, hiç durmamacasına gözümden akan yaşlar artık yanaklarımı sızlatır olmuştu. Yüreğimin sızısının yanında tendeki acı neydi ki?
Arda’ya bakarken bile artık onun yüzünde Gözde’mi görür olmuştum. Ağır ağır ayağa kalktığında sendeleyince, ona sarıldım.
“Bak istersen yapma bunu! Bırak son hatırladığın gibi kalsın aklında,” dediğimde omuzuma dayadığı başını kaldırıp, ağlamaktan kan çanağına dönmüş acının yapışıp kaldığı gözleriyle, gözlerime baktı.
“Asıl onu son kez görmezsem ölene kadar kahrolurum,” dedi ya, artık bana söyleyecek söz bırakmadı. Ayakta durmakta zorlanıyordu ve ondan hiç farkı olmayan ben, şimdi ikimiz için güçlü olmak zorundayım. Onu iyice kendime çektim ve ağırlığını bana vermesini sağladım. Geri geri gitmek isteyen adımlarımıza inat, iki yaralı yürek morga doğru yürümeye başladık. Sürekli düşünür olmuştum,o son dakikaları hafızam gözlerimin önünden sürekli bir film şeridi gibi geçiriyordu.
Nasıl anlayamadım ah nasıl? O bana hiç aşkım demezdi ki!. Neden desindi ki? Her saniye pişmanlığım inanılmaz bir ızdıraba dönüşürken, morgun kapısının tam önünde durduk.
“Arda’m, kardeşim istersen seninle içeri girebilirim.”
“Yok abi.. bu bizim kahrolası gerçeğimiz.. bununla başa çıkmayı öğrenmeliyim, bırak.. bunu yalnız yapayım.”
Diyemedim bir şey.. söyleyecek ne vardı ki? Tüm duygularım bir yumruk olup boğazımda tıkanıp kalmıştı. Arda morgun kapısını açarken, ben geri çekildim ve koridorun karşı duvarına kaskatı kesilen sırtımı dayadım. Kardeşim, iki gözümün nuru içerde hayattan kopmuş yatarken, ben niye nefes almaya devam ediyordum ki?.. bu yangın söner mi bir gün? Nasıl sönsün ki? Sol yanımı yaktın be kardeşim.. yaktın, arafta bıraktın beni!..
~ ~ ~
Şimdiye kadarki yaşantımda sevdiğim hiç kimseyi kaybetmeyen ben, şimdi ilk kez gönlümün kapılarını açtığım tek sevdam, biricik aşkımın cansız bedeniyle yalnızım.
Bedenini tamamen örten şu beyaz çarşaf, onun öldüğünü, artık geri dönülmez yolda tek başına yürüdüğünü yüzüme, ruhuma, benliğime bas bas bağırsada kabul edemiyorum, istemiyorum gittiğini bilmeyi.. keşke bugün günlerden bir nisan olsa ve o da, benim ayçiçeğim bize bir nisan şakası yapmış olsa.. biliyorum, çok delice hatta birazda çocukça bir istek bu.. bir çırpınış belkide.. yüzünü görmeye dayanbilir miyim?.. bakabilir miyim o güzel yüzüne iç bilmiyorum ki!.. dondu zaman, durdu dünya sanki.. saçma sapan bir anda asılı kaldık sanki..
ona küheylan dediğim o anlar geldi aniden ve deli gibi ağlarken, güldüm yine.
“Abe küheylan senin babandır,” demişti bana ya!. Ahh tatlı kız, kalbime aşkın damgasını vuran küheylanım, ayçiçeğim.. sevdiceğim..
Elim o çarşafa uzanırken, acıyla yüreğim kavrulmanın ötesineydi artık! Ah be deli kız, ben hangi ara seni bu kadar çok sevdim, sevebildim? Nasılda utanırdı gözlerinin içine baktığım zaman ve ben ne kadar mutlu olurdum onun o utangaç tebessümünü gördüğüm vakit!
Ahh vakit, vakit sevdiğim artık bizim için çok geç! Ben hanzonun tekiyken, sayende duygu denizinde yüzer oldum ve şimdi ben, şu anda sana veda edeceğim öyle miz? Sen bize bir vedayı bile çok görüp, böyle zamansız giderken bizi sensizliğe mahkum ettin öyle mi?
Kulaklarımda onun sesi.. “ederim be komiserim Arda’m..”
Lanet olası çarşafı tuttum ve sadece çenesine kadar aşağıya çektim. Nasılda uyuyor gibi Allahım ve insan hayata veda etmişken bile bu kadar güzel olabilir mi?
Bakmaya doyamadığım şu yüze artık hasret kalmak benim lanetim, cezam!
Parmağımla yanağına dokunduğumda, soğukluğu zaten donmuş ruhumu buz kestirdi.. bu kadar çabuk soğumakta ne gülüm ya? Yakışmadı ki bu ölüm hiç sana.. yüreğim kanıyor resmen.. gözlerimden boşalan yaşlar onu görmemi engelliyor.. benim canım hayatım boyunca hiç böyle yanmadı be gülüm! Ateşten çukura attında gittin, bıraktın beni.. ama söz, sana yemin olsun ki o kıymetli kanını yerde bırakmayacağım. Abin yanımda durmasada, gerekirse tek başıma mücadele edeceğim.. şimdi sana veda etmiyorum.. eğer bu işte ölmez sağ kalırsam, işte o zaman ayçiçekleriyle geleceğim sana.. işte o zaman vedalaşacağım seninle benim tatlı aşkım.. şimdilik sadece hoşçakal!
~ ~ ~
Aynı gün..
Birkaç saat sonra..
Togay abinin ısrarlarıyla kardeşimi bırakmak zorunda kaldım. Adli tıbbın devreye girdiği bu olayda ortalıklarda olmamın sakıncalı olacağını, ayrıca beni pusuya düşürenlerle hesaplaşacaksam yeni planların yapılması gerektiğini söylerken, Arda’yı bu işe sokmak konusundaki çekimserliğin bizi bu noktaya getirdiğini, kardeşimin ölümündende aslında benim sorumlu olduğumu ima etti. Zaten hissettiğim pişmanlığın haddi hesabı yokken, birde o sözleri işitmek yüzümün ortasına şiddetli bir yumruk yemişim duygusuna kapılmama neden oldu. Ağzımı açıp tek kelime edemedim. Arda’yı ve dolayısıyla kardeşimi korumak isterken, can paremin ölümüne sebep olmuştum ama bu işi yapan o şerefsiz Kulaksız Sadri’yi doğduğuna pişman etmeden bu dünyadan göçüp gitmek haram artık bana.
Şimdi hiç tanımadığım Serdengeçti Ahmet diye anılan bu adamın aracında bilinmeze doğru giderken, yüreğimde peydah olan intikam ateşi, kardeşimin gözlerime son bakışı ve abi deyişini duyduğum o son anı hatırladıkça daha alevleniyor.
Ahmet abinin söylediğine göre birkaç saat sürecek olan yolculuğumuzun nerede biteceğini merak ediyordum. Yanımda sessizce oturan Arda’ya baktığımda, başı önünde öylece yere baktığını fark ettim. Kime, neye üzüleyim ben hiç bilmiyorum ki.
Derin bir çekerken, başımı geriye doğru yatırdım ve gözlerimi kapadım. Neyi nasıl yapacaktım hiç bilmiyorum ama o şerefsizi en kısa zaman eşşekler cennetine göndermeyi çok istiyordum.
Ah Allahım, yardım et bana.. yardım etde kardeşimin kanını akıtanlardan öcümü alabileyim.. yardımını esirgeme ne olur!..
~ ~ ~
Aynı dakikalar..
“Rüstem.. bana güvenebileceğin, geniş arazilere hatta büyük, çok büyük depolara sahip birileri lazım.. var mı öyle bildiğin başını verir ama sözünden dönmez biri?”
Togay abinin heyecanını telefonun diğer ucundanda olsa hissedebiliyordum ve bu heyecan, sebebini bilmesemde çoktan bana da sirayet etmişti ama soramıyordum işte. Kural bir, merak etsende o açıklama yapana kadar sorma.
“Aslında var abi ama yinede onunla görüşmem lazım. Gerçi şu an burda değil, memleketine gitti. Birkaç güne döner ama.”
“Sebep?..”
“Sebep.. biraz yaralı!”
Verdiğim mesajı anladığını biliyordum. Duyduğum manyeto ve dışarıya soluduğu uzun nefesiyle sigara yaktığını anladım.
“Daha iyi ya!.. doktoruma götürürüm onu..yarasını tedavi eder,” dediğini duyduğumda çoktan hiçbir şeyden henüz haberi olmayan Teko’nun da tıpkı benim gibi potaya girdiğini anladım.
Sessizliğim karşısında, “iyi olacak hastanın ayağına doktor gelmiş. Bizde bu evladın yarasına merhem olacağız.. senden tez vakitte haber bekliyorum, selametle!..” dedi ve tek kelime etmeme fırsat tanımadan kapadı telefonu.
Göründü mü şimdi bize Ağrı yolları?
~ ~ ~
Aynı dakikalar..
“Baba rahat mısın arkada” diye sorduğunda Bora’m, dikiz aynasında gözlerimiz buluştu. Ona da, onu peşime takan Defne’mede çok kızgındım ve bu kızgınlığı olduğu gibi gözlerime yansıttım. Bakışlarını hemen kaçırdı tabii. Biliyor şu an ona nasıl ifrit olduğumu, bilirde daha fazla bakamaz gözlerime. Aynı anda ona böyle davrandığım için çok üzülüyor bu yorgun yürek ama benim kim olduğumu da unutmaması lazım.
“Kurt kocayınca çoluğun çocuğun maskarası olurmuş, artık sözü dinlenmezmiş.. şu yaşta bunuda öğrendik sayenizde Bora efendi!”
Tutamadım işte çenemi. Benim deli kızın kime çektiğini artık iyice anladım.
Önde, şöför koltuğunda huzursuzca kıpırdadı yerinde.. bilirim o koltuk şimdi diken oldu battı bir yerlerine.. kulakları da kıpkırmızı oldu anında ve yine dikiz aynasından biraz çekingen, gözlerime baktı.
“Baba iznin olursa sağda durabilir miyim?” dediği yer, otobanın ortasıydı.
“Hayır! Madem ki sözüm hükmünü yitirmiş, izin vermiyorum.. hoş sen şimdide dinlemezsin beni.. artık!..”
Derin bir nefes aldığını duydum. Yola devam ediyordu ama yavaşlamıştı.
“Gaza bas! Bekleyenlerimiz var!” diye sesimi yükseltince, gazı kökledi. Farkındayım, iyice gerilmeye başlamıştı ama bilirim aslında saygısından ses edemez. Ter içinde kaldı. Dayanamadı patladı sonunda.
“Babam ya kurbanın olayım bana bu kadar kızma. Defne illede gideceksin, yoksa sana hakkımı helâl etmem dedi.. hoş o göndermese bile ben yine gelecektim. Seni gözümden sakınırım ben ya!.. bunu bilmezmiş gibi gönül koyarsın bana.. yapma babam böyle yapma ne olur?” dedi ya, yüreğim yandı.. dokunsam ağlayacak hale gelmişti. Islanmış kirpiklerini durmadan kırpıştırıyordu ve arada bir yine dikiz aynasından yalvarırcasına bana bakıyordu.
“Bir daha sözümden çıkarsan Bora, son nefesime kadar konuşmam seninle.. çocuk muyum len ben? Seninle neler yaşadık, ne günler geçirdik? Niye taşıdım seni yanımda.. sadece beni koru diye mi? Hayır evlat.. ben gittikten sonra yerime sen geçeceksin ve bir görev hasıl oldu mu canı, malı, sevdiğini hiç düşünmeden kendi canını ortaya koyacaksın diye yanımda taşıdım ben seni, bu yüzden bildiğim her şeyi sana öğrettim. Eskiden yeniçeriler evlendirilmezmiş, neden acaba? İşte geride kalan olursa, onları düşünüp dertlenir, kendisine verilen görevi hakkıyla yerine getiremez diye. Evet sana evladımı emanet ettim evlat, ama unutma ki önce vatanı emanet ettim ben sana.. unutma sakın bunu!”
“Asla babam.. asla unutmam ama bize atayı korumayıda sen öğrettin be babam,” dediğinde ne diyeceğimi bilemedim. Kötü yerden yakaladı beni hergele!.
“İyi halt etmişim,” dedim ve kestirip attım. Camdan dışarı izlerken aynı anda bıyık altından gülümsüyordum. Bir ara gözüm Bora’ma takıldığında, onunda sözde çaktırmadan beni kestiğini gördüm. Yakalandığını anlayıncada bu defa öyle mahçup baktı ki, dayanamadım daha fazla.
“Tamam, rahatla artık!” dediğimde derin bir nefes verdi. O çağlaları ışıl ışıldı yine.
Hergele seni.. ah kalbimin yarısı oğlum benim..”
~ ~ ~
“Evlat, ne zaman döneceksin?” diye sorunca namıdiğer Balıkçı Rüstem tedirgin oldum ama bana öğrettiği kural gereği hiçbir şey sormadım. Öyle bir cevap vermeliydim ki, bir gariplik olduğunu fark ettiğimi anlaması gerekiyordu. Hayatımın, bilinenin arkasındaki sır gibi sakladığım hayatımın bir parçası olan bu şifreli konuşmalardan artık çok yorulsamda ölmek vardı geri dönmek yoktu bu yolda.. bunun sözünü bilmediğim, tanımadığım kişilere vereli yıllar olmuştu ve o söze can pahasına hep sadık kaldım. Belli ki yine bana ihtiyaç duyuluyordu.
“Abi, seher ablaya gideceğim bugün,” dediğimde tatlı bir kahkaha attı.
“Tamam benden de selam söyle, görüşürüz.. selametle,” dedi ve kapadı telefonu.
Hemen telefona sarıldım ve İstanbul’a kalkacak ilk uçakta kendime yer ayırttım. Ata babam, birkaç gün öncesine göre daha iyiydi. Bir hafta daha kalmayı planlarken, bu ani gidişimden şüphelenmez inşallah eski kulağı kesik. Neyse, oğlan ateşlenmiş çok, beni sayıklar dururmuş dersem ses etmez.. hatta kendi kovalar evden..
Hadi bakalım oğlum Teko.. yine bilinmeze yol göründü.. şimdilik bilinmez tabii..
~ ~ ~
Birkaç saat sonra..
Gözlerimiz yolda gelecek olan misafirleri bekliyoruz Misket ile. İçin için yanan sigaramdan derin bir nefes çekerken, ‘benden artık vazgeçin be kardeşim,’ diyen eski kıçı kırık kanapede yanımda oturan Misket’in aniden attığı kahkasını duyunca dönüp ona baktım.
“N’oldu yaren, hayırdır.. yine ne muziplik geldi aklına?” diye sorunca daha çok gülmeye başladı.
“Lan olum biz ne zaman emekli olacağız ya? Kıçımızdaki kıllar ağardı, geldik kaç yaşımıza hâlâ bu işlerden bir sıyrılamadık ya. Korkarım bir gün tabutta bizi taşırlarken, “ çıkın lan o delikten, görev var.. fazla bile yattınız!.” diyecekler bize. Gençlerin değimi ile fosiliz olum artık biz,” dedi zar zor.
Söylediklerinde haklılık payı elbette vardı ama ruhum hala sanki on sekizindeydi.
“Halt etmiş bize fosil diyenler.. adamım diye gezen zibidilerin hepsini ipe tesbih tanesi diye dizeriz aga biz ya.. ölene kadar atarı var,” dediğimde motorlarla bir ömür geçiren nasır tutmuş ellerimi gösterdim.
“Doğru dersin be Atmaca’m. Ah Mesut abi ile o takıldığımız yıllar, az dövmedi o eller karakterini beş kuruşa satan gavatları, şerefsizleri.. de döv döv bitmiyor işte.. gelmedi aga bu Ahmet’te,” dediğinde Misket, en az benim kadar eski olan düğünümüzde kayınpederin taktığı bileğimdeki yerini çok seven saatime baktım.
“Aramıştı yarım saat önce, eli kulağındadır düşer birazdan,” dememle, bizim emektarın öksüren klaksonunun sesini duyduk ve İbo’m ile birbirimize baktık.
“Geldiler,” dedim ve yavaşça oturduğum kanapeden ayağa kalktım. Son zamanlarda böbreğim yine yoklamaya başladı ama kimseye belli edemezdim.. helede sümbülüme.. “bok var geç saate kadar çalışıyorsun! Unutuyorsun tabii su içmeyi, paso demli çay zıkkımlan Allah’ın Zühtü’sü” diye yine basar fırçayı.
Kimsenin fırçasını çekecek halim yok. Az daha sabredelim bakalım.
~ ~ ~
Geldiğimiz yer, nerdeyse İstanbul’un çıkışında ormanlık bir arazi ve açıkçası buraların hâlâ doğal halini koruyor olmasına şaşırmış durumdayım. Ahmet abi pek konuşmayı seven biri değil. Arada, o da sakıncalı görmediği, emin olduğu birkaç yerde durup ihtiyaç molası verdi ve bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Bizimle bütün konuştuğu bu kadar. Birkaç kez telefonla, o da ağzının içinden birileriyle konuştuğunu duydum ve anladığım sadece iki kelime oldu. Onlarda yaren ve selametle.. nereli olduğunu düşünerek aklımı oyalamaya çalıştım. Nasıl bir geçmişi olduğunu kendimce sorguladığımda ise tek düşünebildiğim kendi zamanının kabadayılarından olduğuydu. Ah bu aklı ne kadar oyalamaya çalışsamda bir tarafı o morgda kaldı sol yanımla.
Ahmet abi, zırhlı olduğunu söylediği aracı ahşap, taş karışımı evin önüne park etti ve dönüp ikimize baktı.
“İnebilirsiniz gençler, geçmiş olsun!” dedi ve belli belirsiz gülümsedi.
Arda ile arka sağ ve sol kapıları açıp kendimizi dışarı attığımızda mis gibi çam ağaçlarının kokusunu soludum. Bize doğru yaklaşan iki yaşlı sayılabilecek adamı gördüğümde, bizi beklediklerini birbirlerine bakışlarından hemen anladım. Arda araçtan iner inmez sigaraya davranınca, elini yakaladım.
“Dur oğlum!.. önce bir destur alalım. Tiplere baksana, bunlar eski toprak ve böyle şeylere çok dikkat ederler,” dediğimde bana karşı çıkar sandım ama başıyla onayladı beni ve sigara paketini gerisin geri incecik deri ceketinin cebine soktu.
Adamlardan iri yarı ve keskin bakışlı olanı, “hoşgeldiniz gençler.. ben Atmaca.. şimdilik böyle bilin bizi.. yanımdakide Misket!” dedi. Adama boşuna atmaca demiyorlar, gerçekten çok keskin bakışlı.. sanki insanın içini görüyor, aklını okuyor gibi.. kanım ısındı hemen ona. Diğeride muzip birine benziyor ama aynı zamanda sanki utangaç biri. Gözleri yer ile bizim aramızda gidip geliyor.
“Hadi bakalım, yorulmuşsunuzdur üçünüzde, eve geçelim.. dinlenin biraz, yemek hazır.. sizi bekler.. sonra asıl yerinize geçersiniz.”
Atmaca abinin asıl yeriniz dediği yeri ister istemez merak etmeye başlamıştım bile ama son anda fark ettim ki bizler onlara ismimizi söylememiştik. Aklım öyle karışık ve bedenim o kadar yorgundu ki, adımızı söylemeli miydik, onu bile kestiremiyordum.
“Ben Si..”
“Şimdilik bağışlamayın isminizi.. onunda sırası gelecek,” dedi kendinden emin bir ifadeyle Atmaca abi, amca artık her neyse..
İkinci kuralı harfiyen uyguluyorlardı. “Kimseye banko oynama, isim verme.. isim alma!”
Belli.. abiler gün görmüş, geçirmişler ama kader olsa gerek, hâlâ ihtiyaç halinde göreve hazırlar. Olsun bakalım..
Ahmet abi çalan telefonunu hemen açınca ve sanki hazırola geçince arayanın Togay abi olduğunu düşündüm ama duyduğum ilk sözle yanıldığını anladım.
“Geldim yaren. Paketleri kargodan aldım, kütüphaneye getirdim. Evet, iki ayrı kutuya koymuşlar senin kıymetli kitaplarını. Açar açar okursun artık. Yarım saate, tamam abi.. selametle!”
O kıymetli kitaplar bizdik. Demek ki gelen kişi bunların başı diye düşündüm.
Acaba nasıl biri ve bizi neler bekliyor?
~ ~ ~
Seher vakti..
“Rüstem.. biraz gözlerden uzak bir yerde, tatile ihtiyacım var be oğlum.. var mı öyle bildiğin bir yer ha?”
Ah be Togay abi? Yine neyin peşindesin sen ya?
Telefondan sesini hoperlora verdiğim için bu soruyu Teko’da duymuştu. Bana başıyla onay verdiğini gördüğümde, “evet var,” dedim Togay abiye.
“Eyvallah koçum.. yarına oraya gitmem mümkün mü?”
Teko bana telefonunu işareti edince, “abi ben seni ararım, evi hazırlatırım öyle gidersin,” demek zorunda kaldım. Teko’nun hangi evden söz ettiğini açıkçası anlamamıştım. Demek bizim oğlanın kimsenin bilmediği bir ini var diye düşünmekten alamadım kendimi.
“Tamamdır Rüstem.. zamanım kısıtlı, fazla bekletme beni.. haydi kal sağlıcakla,” dediğinde telefona yine birilerinin sızmaya çalıştığını anladım.
“Sende abim, yengeme çok selamlar,” dedim ve hemen kapadım telefonu.
Teko, hemen telefonundan kartını çıkarmaya koyulduğunda, bu çocuğun artık leb demeden leblebiyi anladığını görmüş oldum.
Bende karttan ve telefondan şimdilik kurtulduğumda, “kimin oğlum bu ev, senin mi?” diye kapıldığım heyecanım ve merakımla sordum hemen.
“Yok be baba.. benim değil, çok sevdiğim bir ailenin, abinin evi.. sende tanıyorsun onları. Aras ve Ömür Saygın’ın Bolu’da, tamda o abinin istediği gibi bir evi var. Vakit şimdi geç oldu, yarın sabah ilk iş ararım Aras abiyi, üstü kapalı durumu anlatırım. Evi cepte bil, kefilim ben.. konuştuğumuz gibi benim depolarda hizmete hazır.. orda da bir sıkıntı yok.”
Gönül rahatlığıyla derin bir nefes aldım.. bakalım yine ne işlerle karşı karşıya kalacaktık? Ağrı’ya gitmeye gerek kalmadı ama Bolu’ya çağrılacağımı şimdiden tahmin edebiliyordum.
Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler!..
~ ~ ~ ~ ~