Bölüm 5: Cadı'nın Esrarı

760 Words
Hemşire'nin biri bağırıyordu.  " Yaralanmış, karın bölgesinde kan var..."  Doktor Serhat koşarak gelip kucaklamıştı beni. O'nun kollarında anlamsız bir güven duyuyordum, o beni kucağına alır almaz içim kanamayı bırakmıştı. Beni usulca yatağıma yatırdı.   "Hiçbir yara yok, iz yok, kan sıcak... Nasıl olur bu, biri bana bu kızın neden yatağında olmadığını anlatacak mı?" Diye bağırdı yanındaki hemşirelere ve hastabakıcılara. Yine içimdeki o karşı konulmaz macera ve keşif merakıma uyduğum için herkesi başıma toplamayı başarmıştım.  Doktor Serhat’ın sesi hem korkmuş çıkıyordu hem de öfkeli. Hayatımda ilk defa birileri benim için birilerine kızıyordu, beni savunuyordu. İçim ısınmaya başladı, gözlerimi açtım ve O'na gülümsedim. Genelde böyle maceraların sonunda azar işiten hep ben oluyordum ama bu sefer kurallar benim için de değişmişti.  "Merhaba Luna, nereye gittin öyle?" dedi.  "Düşler ülkesine..." dedim gülümsemeye devam ederek.  Hala korkmuş halde bana bakıyordu... Başka bir açıklama bekler gibi bir hali vardı. Ama hiçbir şey demedi yanındakine bir şeyler söyledi ve bana bir iğne yaptılar. Ben de derin, deliksiz bir uykuya daldım. Uyandığımda gece yarısıydı, çok acıkmıştım. Hemen yatağımın kenarında en sevdiğim yemeklerden oluşan bir tabak gördüm. Gerçekten hep orada mıydı diye düşünmekten kendimi alamadım. Önemi de yoktu, karnımı tıka basa doyurduktan sonra ayağa kalktım. Tek merak ettiğim o kapının orada olup olmadığıydı ve birden bu sefer odamın içinde kapı belirdi. Artık kapıyı kendi zihnimle oluşturduğumu düşünmeye başlıyordum. Eskiden de hayal kuruyordum ama galiba şimdi delirdiğim için kurduğum hayalleri gözlerimle de görmeye başlamıştım. Tam böyle düşünürken karnımdaki kanların gerçek olduğu ve Doktor Serhat’ı bile şaşırtıp korkuttuğu aklıma geldi. Bu işte bir şey vardı ve cevaplarım kesinlikle o mavi kapının arkasındaydı. Ona doğru ilerledim ve cadının kulübesi içinde buldum kendimi.  "Hoş geldin Luna" dedi. Elinde parlak bir top tutuyordu.  "Her şeyi öğrenmeye hazır mısın?" dedi.  "Hazırım" dedim kararlı bir sesle, çirkin dişlerini göstererek sırıttı. Buraya geldiğim zaman kararsızlıklarım kayboluyordu... Cadı elindeki ışık topunu bana doğru yuvarladı ve işte yine vücudumu esir almıştı o ışık.  Kocaman bir sarayın içinde buldum kendimi. Merdivenlerden çıkmaya koyuldum, yine gideceğim yeri biliyor gibiydim. Merdivenlerden telaşla hizmetçiler iniyordu ama hiçbiri beni görmüyordu.  "Thalia, beni bekle.." Diye seslendi bir hizmetçi.  "Herkes nereye koşuyor böyle?" Diye sordu diğeri.  "Kral.. Kral Orestes rüyayı görmüş, Prens Leo'yu çağırdı yanına.."  " Vakti geldi demek, ne zaman herkese söylerler acaba?"  İki hizmetçi konuşmasını sürdürürken ben nereye gideceğimi anlamıştım. Kralla oğlunun buluşmasının bilinmeyen şahidi olacaktım. Üst katta ilerlemeye başlamıştım ve ihtişamlı ve son derece işlemeli bir kapının önünde onu gördüm... Onu ve kapkara gözlerini... Ama daha 15 yaşında genç bir çocuktu. İhtişamlı kapı o önünde durunca ardına kadar açıldı. İkinci kez düşünmedim, arkasından onunla girdim.  "Gel Leo, büyük gün geldi" dedi düşünceli bir adam. Siyah pelerinini savurarak oturdu, Leo da karşısına dizlerinin üstüne çöktü. Kral sanki bu bir törenmişçesine konuşmaya başladı.  " Biliyorsun elbette... Her kral varisinin kaderini görür rüyasında. Benim kaderimi amcam sekiz yaşımdayken görmüştü. Her büyücü gibi o da krallığımızın geleceği için yapması gerekeni yaptı. Üç oğlu heyecanla beklerken beni odasına çağırdı. Bana rüyasında gördüklerini anlatırken ağladı, çünkü üç oğlu da beni öldürmeye çalışırken öleceklerdi, ben tahta çıkarken üçünün de ölümünü görmüş olacaktı. Dizlerimin üzerinde amcam Kral Ares'in gözyaşlarına tanık olmuş ve hiçbir şey yapamamıştım. Kader beni işaret ediyordu, rüya görülmüştü ve geri dönüş yoktu. Yıllardır rüyamı bekliyorum, defalarca kuşkuya düştüm, ya ben varisimin kaderini göremezsem diye. Kayıplar ve acılar bir kralı güçlendirir. Üç kuzenimin canımı yakmak, beni yok etmek adına yaptıkları beni küçük bir oğlan çocuğu olmaktan çıkarıp kral yapmıştı. Seni de öyle yapacak... Ama gidecek yolun var... Çekecek acın... Rüyamda babaannenin tılsımlı kolyesini gördüm. Onu denize atmalıydım, şu insanların dünyasıyla birleşen sonsuz denize. Bir adam onu alıp bir kadına armağan ediyordu. Çünkü sonra o kadının boynunda gördüm kolyeyi. Sonra sen o kadınla evleniyordun. Kadından doğacak bir prenses. Ama kadın ölecekti ve tılsımlı kolye prensese ulaşana kadar kızını bulamayacaktın. Sonra büyük bir savaş. Savaşın ortasında prenses sana geri gelecek... Savaş böylece kazanılacak!"  Prens babasına uzun uzun baktı. Ne düşündüğünü anlamak imkansızdı; çünkü gözlerine bakan bir kuyunun içinde kayboluyormuş gibi hissediyordu kendini.    "Ben varis olmak istemiyorum. Sevdiğim ya da seveceğim hiç kimsenin ölmesini istemiyorum" dedi. Usulca, kararlı ama saygılı bir tonla.  Kral şaşkınlıkla baktı oğluna "Leo şimdi odana git. Kaderinden kaçamazsın oğlum. Sen varissin.” dedi tedirgin bir şekilde. Sanki Leo ne yaparsa yapsın sonucun değişmeyeceğini Kral çok iyi biliyordu. Aynı anda hem ülkesi hem de oğlu için endişeye kapılmış bir adamın hüznü akıyordu gözlerinden.  Kralla baş başa kalmıştım, elinde bir kutu ile koridorun sonuna ilerledi, büyük bir terasa çıkmıştı, terasın altında sonsuzmuş gibi görünen dalgalı hırçın bir deniz... Kutunun içerisinden boynumdaki kolyenin aynısı çıkmıştı, mavi parlak taşıyla sıcaklığını duyduğum kolye. Kral avucuna aldığı kolyeyi üfledi ve kolye denizin derinliklerine doğru savruldu... 
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD