BÖLÜM.1

1819 Words
1990'ların sonbaharında, Anadolu'nun küçük bir köyünde gün, her zamanki gibi erken başlamıştı. Kızıl sabah ışığı yavaş yavaş gökyüzüne yayılırken, köyün taş yollarını inceden inceye örten toz kalkıyor, tavukların gıdaklamaları ve koyunların uzaktan gelen meleyişleri köyün uykulu havasını yavaşça dağıtıyordu. Köyde, kimse gün doğmadan uyumazdı; güneşle birlikte uyanır, işlerine koyulurdu herkes. O sabah Zeynep, yine ilk ışıklarla gözlerini açtı. İçini dolduran serinlik, yatağından kalkarken ona bir tazelik hissi veriyordu. Çamurla kaplı taş evin küçük odasında, pencereden içeri süzülen ilk ışıklar yüzüne vururken, sarı buklelerinin arasına düşüyordu. Bu sırma saçları, köyde dillere destandı. Onun güzelliği, uzaktan bile dikkat çekerdi; esmer teniyle ahenkle ışıldayan uzun saçları, ona ağırbaşlı bir güzellik katıyordu. Zeynep, sessizce yatağından kalktı. Annesi Emine Hanım, erkenden kalkıp ahırda hayvanları yemlemeye başlamıştı bile. Zeynep mutfağa geçip tandırı hazırlamaya koyuldu. Ocaktaki kuru odunları ateşledi, tandırın içinde alevlenen ateşin kokusu küçük mutfağı doldurdu. Ekmek yapmak, Zeynep için annesiyle geçirdiği sabahların en keyifli anlarından biriydi. Hamurun ellerine yapışması, ateşin sıcağı, sabah serinliği ve annesiyle baş başa geçirdiği bu vakitler, onun için her şeyden değerliydi. Annesiyle sessizce ekmek yoğururlarken, Emine Hanım arada sırada Zeynep'e derin bir bakış atıyordu. Kızının alımlı güzelliğini fark etmemek mümkün değildi. Köydeki erkekler Zeynep'i görür görmez etkilenir, onunla konuşmak için cesaret bulamayanlar bile uzaktan gizlice onu izlerdi. Fakat Zeynep, gözünü her şeyden sakınan, sessiz ve ağırbaşlı bir genç kızdı. Ailesinin onurunu her şeyin üstünde tutar, kendisini gözlerden sakınır, köyde dikkat çekmemek için mümkün olduğunca az dışarı çıkardı. Onun bu hali, köydeki gençlerin ona olan ilgisini daha da artırıyordu. Ekmekleri tandıra dizip biraz soluklandıklarında, annesi derin bir nefes aldı ve gözlerini tandırdan ayırmadan Zeynep'e seslendi. "Zeynep," dedi, sesi yumuşaktı ama içinde bir ciddiyet vardı, "artık evlenme çağını geçtin sayılır kızım. Akranların bir bir yuva kuruyor. Biz de senin muradına ermeni, kendi yuvanda mutluluğunu bulmanı isteriz." Zeynep, annesinin bu sözlerini işittiğinde yüzü hafifçe kızardı. Köyde yaşamak demek, insanların her adımını gözler önünde yaşamak demekti. Zeynep'in yaşıtları, düğünlerle, nişanlarla birer birer evleniyor, kendi hayatlarını kuruyorlardı. Annesinin kendisine verdiği bu işaret, onun da yakında bir talibi çıkacağının habercisiydi. Fakat Zeynep, her ne kadar evlenmeyi bir gün istemiş olsa da, içinde derin bir korku ve çekinme hissi taşıyordu. Kendi ailesinden ayrılıp bambaşka bir aileye katılmak, yeni bir hayat kurmak onun için büyük bir değişiklikti. Zeynep, başını eğip ellerini dizlerinde birleştirerek annesine bir şey söylemeden sustu. Emine Hanım, kızının yüzündeki bu ifadenin ne anlama geldiğini biliyordu ama bir şey söylemedi. Gönlünden geçen, Zeynep'in huzurlu bir evde, güvenilir bir adamla evlenip kendi mutluluğunu bulmasıydı. Annesi, kızının zor bir evliliğe düşmesini istemiyor, onu köyde tanınan, ailesine saygılı bir adamla mutlu bir yuva kurarken hayal ediyordu. Bu yüzden, Zeynep'i hayırlı bir talip için saklıyor, kızını sıradan biriyle değil, saygın bir adamla evlendirmek istiyordu. Günün ilerleyen saatlerinde, Zeynep bahçedeki işleri yapmak için dışarı çıktı. Ahırdaki hayvanlara yem vermek, kümesteki tavukları temizlemek ve bahçedeki sebzeleri sulamak onun günlük işleri arasındaydı. Bahçede çalışırken, köydeki insanlar yavaş yavaş dışarı çıkmaya başlamış, kendi işlerine koyulmuşlardı. Zeynep, etrafta gezen komşulara başıyla selam verdi, ama yüzünü fazla kaldırmadan işine devam etti. Köyde dikkat çekmek istemediği için her zaman alçakgönüllü ve sessiz bir şekilde dururdu. Köydeki genç kızlar Zeynep'e imrenerek bakar, onun zarif güzelliğini kıskanırlardı. Erkekler ise onunla konuşabilmek için cesaret bulmakta zorlanır, ona yaklaştıklarında kalpleri hızla atardı. Fakat Zeynep, bu ilgilerin farkında değilmiş gibi davranır, dikkatini ailesinin işlerine ve köydeki sorumluluklarına verirdi. O gün de yine kendi dünyasında çalışıyor, dışarıdaki hayatın ona sunduğu ilgiyi görmezden geliyordu. Zeynep'in bu alımlı güzelliği, köyde herkesin dilindeydi. Sarı bukleleri, buğday teni ve yüzündeki masum ifade, onun ne kadar özel bir genç kız olduğunu gösteriyordu. Köydeki kadınlar bile Zeynep'in güzelliğini övmekten geri durmaz, ona "prenses gibi bir kız" derlerdi. Onun bu sakinliği, ağırbaşlı duruşu, köydeki birçok genç kızın hayranlıkla örnek almak istediği bir özellikti. Fakat Zeynep, kendi güzelliğinin farkında değildi. Ona göre hayat, yalnızca ailesi için çalışmak ve onların isteklerini yerine getirmekten ibaretti. Kendine dair fazla bir hayali yoktu, onun hayal dünyası hep ailesinin ona sunduğu sınırlı çevreyle kalmıştı. Zeynep, gün boyu işlerini tamamladıktan sonra, akşam vakti ahırın önünde kısa bir soluklanmak için oturdu. Gözlerini uzaktaki dağlara dikti. Güneş yavaş yavaş batarken, köyü turuncu bir ışık sarıyordu. Bu manzarayı izlemek, onun için günün en güzel anıydı. Çocukluğundan beri aynı manzaraya bakmıştı; köyün etrafını saran dağlar, güneşin kızıl ışıkları altında gizemli bir huzur yayıyor, Zeynep'e tarifsiz bir sakinlik veriyordu. Akşam yemeğinde, babası Arif Ağa sessizce sofraya oturdu. Arif Ağa, ailesi için çok şey ifade ediyordu. Köydeki herkesin saygı gösterdiği, sözü dinlenen, ağırbaşlı bir adamdı. Zeynep de babasına büyük bir saygı duyuyordu. Yemekte fazla konuşmazlardı, ama birbirlerine olan bağlılıkları, bakışlarından anlaşılırdı. Zeynep için babasının gözlerindeki o güven verici ifade, hayatın tüm zorluklarına karşı ona güç veriyordu. Sofradan kalktıktan sonra, Arif Ağa dışarıya çıkıp köyün kahvesine gitmek için evden ayrıldı. Zeynep, babasının gitmesinin ardından bahçeye çıktı ve yıldızların altında bir süre daha vakit geçirdi. Köyde hayat her gün aynı şekilde devam ediyor, ama Zeynep'in içinde bilinmez bir özlem ve merak duygusu büyüyordu. Kendi hayatında sıradan bir düzeni vardı, ama bu düzene sıkışıp kaldığını hissediyordu. İçinde tanımlayamadığı bir boşluk, sanki bambaşka bir dünyaya açılmak istiyordu. Ancak Zeynep, köyden başka bir hayatı tanımamıştı. O gece, yatağına yattığında, zihnindeki düşüncelerle baş başa kaldı. Onu bekleyen bir kader, abisinin yaptığı hatanın yol açtığı fırtınayı henüz bilmiyordu. Fakat içinde, o gece başka bir şeylerin onu beklediğini hissetti. Kendi güzelliği, sessizliği ve ailesine olan bağlılığı, hayatında şimdiye kadar hiç açılmamış kapıların anahtarıydı. Gözü ağırlaşırken, içinde büyüyen o tanımsız duyguyla gözlerini kapadı. Bu sıradan gün, aslında Zeynep'in hayatındaki tüm huzuru temsil ediyordu. Fakat kısa süre sonra, kendini hiç tanımadığı bir adamın sessiz dünyasında bulacaktı. O gece, zihninde yankılanan sessiz fısıltılarla, başına geleceklerden habersiz uykuya daldı. *** Sabah, köyün üzerinden doğan güneş, köydeki hayatı bir kez daha uyandırıyordu. Zeynep, tandırın başında, annesiyle birlikte ekmek pişirmek için hamur yoğuruyordu. Yüzündeki masum ifade, sabah ışığında daha da yumuşamış, sarı bukleleri omzuna düşmüştü. İçinde dün geceden beri var olan o tuhaf his, hala tam anlamıyla silinmemişti. Bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmişti ama bunun ne olduğunu anlamamıştı. Birkaç gecedir abisi Mehmet'in gizemli hareketleri, Zeynep'in ve annesinin dikkatini çekmişti; fakat Mehmet, kimseye bir şey anlatmamış, suskun bir şekilde akşamları eve geç dönmeye başlamıştı. Herkes bu duruma anlam veremiyordu. Güneşin köyü tamamen aydınlattığı sırada, Mehmet'in eve geldiği görüldü. Yanında, korkudan titreyen bir genç kız vardı. Mehmet'in sert bakışları ve gururlu duruşu, karşısında duran kıza sanki sahip çıkarcasına korumacı bir şekilde onu eve çekti. Zeynep ve annesi, Mehmet'in yanındaki bu genç kızı görünce donakaldı. Annesi, elindeki ekmek hamurunu bırakıp hızla kapıya yöneldi. Mehmet'in yanındaki kız, yeni tanışmış gibi görünmüyordu; ikisi de birbirlerini tanıyormuş gibi sessizce yan yana durmuşlardı. Fakat kız, başını yere eğmiş, korkuyla Mehmet'in yanında duruyordu. Zeynep'in kalbi hızla çarpmaya başladı. Yanındaki genç kızın yüzünü net olarak göremiyordu, ama üzerindeki süslü giysiler, sıradan bir köy kızına ait değildi. Üstündeki elbiseler, özenle işlenmiş bir kumaştan yapılmıştı ve köyde nadir görülen bir zarafete sahipti. Emine Hanım, endişeli ve şaşkın bir ifadeyle oğluna doğru yaklaştı. "Mehmet, bu ne demek oluyor?" diye sordu, sesi hafifçe titriyordu. Oğlunun bu pervasızca tavrı karşısında dehşete düşmüştü. Mehmet, annesinin gözlerinin içine bakarak, sert bir ifadeyle, "Bu kızla evleneceğim, anne," dedi. "Beni onunla ayırmalarına izin veremezdim. Artık bizimle olacak." Bu sözler, evde bir fırtına kopardı. Mehmet'in yanındaki kız, köyde hemen herkesin tanıdığı biriydi; komşu köyün ağasının, yani Bekir Ağa'nın kızı Ayşe'ydi. Köyde, Bekir Ağa'nın ismi saygı ve korkuyla anılırdı; zenginliği, toprağı ve gücüyle çevresinde sözü geçen biriydi. Onun kızını alıp getirmek, sadece Ayşe'ye değil, ailesinin onuruna yapılmış büyük bir hakaret anlamına geliyordu. Emine Hanım, oğlunun gözünde bu kararlılığı görünce, ne yapacağını bilemedi. "Oğlum," dedi, sesi öfkeyle karışık bir endişe taşıyordu, "bu yaptığın, sadece senin değil, bizim de onurumuzu tehlikeye atar. Bekir Ağa, bunu asla kabul etmez. Ailesine böyle bir hakareti affetmez. Nasıl düşünmezsin bunu?" Zeynep, annesinin yanında sessizce duruyordu. Kalbi hızlıca çarpıyordu, gözlerini korkuyla Mehmet'e dikmişti. Abisinin yüzündeki sert ifadenin altında yatan pervasızlık, ona korkunç bir şeymiş gibi geliyordu. Kendisini hayatı boyunca hep ailesine adamış olan Zeynep, şimdi abisinin bu cesurca ama düşüncesizce hareketi yüzünden ailesinin başına gelebilecekleri düşünüyordu. Bu, sadece Mehmet'in değil, tüm ailenin onuruna leke düşürebilirdi. O sırada, dışarıda köydeki komşular ve birkaç akraba toplanmaya başlamış, sessizce fısıldaşıyorlardı. Herkes, Mehmet'in komşu köyün ağasının kızını kaçırdığını duymuş, bu olay hızla kulaktan kulağa yayılmıştı. Köyün yaşlı kadınları, yan yan fısıldaşarak durumu değerlendiriyordu. Bekir Ağa'nın bu olayı öğrendiğinde ne kadar öfkeli olacağını, intikam için neler yapabileceğini konuşuyorlardı. Ağa, kendisine ve ailesine yapılan en ufak bir hakareti bile affetmeyen, fevri ve gururlu bir adam olarak tanınırdı. Onun kızı kaçırılmak, ailesine yapılmış büyük bir saldırı demekti. Zeynep, abisinin bu hareketinin ne kadar ciddi sonuçları olabileceğini düşündükçe, içinde büyüyen korkuyla ellerini birleştirdi. Annesi ise gözlerini Mehmet'ten ayırmadan, ona son bir umutla bakarak bekliyordu. Fakat Mehmet, kendini haklı gören bir ifadeyle başını yukarıda tuttu, sanki yaptığından gurur duyuyormuş gibi bir hali vardı. Kısa bir süre sonra köyde fısıldaşmalar artmaya başlamıştı ki, köy meydanında at sesleri duyuldu. Bekir Ağa'nın köyde topladığı birkaç adamla beraber geldiği anlaşılıyordu. Kapının önünde durduklarında, herkes korku ve merakla aralarındaki konuşmaları dinlemeye başladı. Bekir Ağa, Mehmet'in bu hareketine çok öfkeliydi. Yanındaki adamlara bakıp sert bir emir verdi, ardından kapıya yöneldi. Bu beklenmedik hareket, evdeki herkesin içine büyük bir korku saldı. Arif Ağa, durumu anlamış ve dışarı çıkıp Bekir Ağa'nın karşısına dikilmişti. Bekir Ağa, gözlerinde öfkeyle Arif Ağa'ya baktı. "Arif Ağa," dedi, sesi köy meydanında yankılanıyordu. "Kızımı kaçırıp buraya getiren senin oğlun mu?" Arif Ağa, bu sorunun ağırlığını hissederek başını hafifçe öne eğdi. "Evet," dedi, sesi alçak ve itaatkardı. "Bu, bizim de onurumuzu zedeleyen bir durum. Bu hatanın bedelini ödemeye hazırız." Bekir Ağa, gözlerini kısarak Arif Ağa'ya baktı. Onun bu boyun eğişine rağmen, öfkesi dinmiyordu. Kendi kızı Ayşe'yi kaybetmiş olmanın verdiği kızgınlıkla ellerini yumruk yaparak, "Onurumuzu kirleten bu hareketin cezası bir özürle kapanmaz, Arif Ağa," dedi. "Oğlun, sadece benim kızıma değil, ailemize de hakaret etmiştir." Bu sözlerin ardından, köydeki herkes derin bir sessizlik içinde, iki ağa arasındaki konuşmayı dinlemeye koyuldu. Arif Ağa, oğlunun yaptığı hatayı telafi etmenin başka bir yolu olmadığını biliyordu. Bekir Ağa, sadece özürle ya da bir af dileğiyle yetinmezdi; mutlaka bir telafi, bir bedel talep ederdi. Arif Ağa, o an içinde oluşan ağır yükü sırtında hissetti. Bekir Ağa'ya bakarak derin bir nefes aldı. "Bu meseleyi çözmek için bir yol vardır," dedi Arif Ağa, gözlerini yerden kaldırmadan. "Senin onurunu geri kazandıracak bir yol... Biz de kızımız Zeynep'i, oğlun Hasan'a veririz. Bu evlilik, iki ailenin onurunu kurtaracak bir berdel evliliği olur. Bizim kızımız, sizin ailenizin bir parçası olarak, bu hatayı telafi edecek." Bu sözler, köyde adeta bir bomba etkisi yarattı. Zeynep, babasının bu sözlerini duyduğunda gözleri doldu, kalbi sıkıştı. Abisinin hatasının bedelini ödemek zorunda olan kişi, kendisi olmuştu. Mehmet'in pervasızca hareketi, onu hiç tanımadığı bir adama teslim etmeye zorlamıştı. Hasan gibi dilsiz, içine kapanık bir adamla evlenme fikri, Zeynep'in içinde büyük bir korkuya neden oldu. Kendisini bekleyen bu zorunlu kaderi düşündükçe, gözleri dolu dolu oldu, ama hiçbir şey söylemedi. Bekir Ağa, Arif Ağa'nın bu teklifini duyunca öfkesini bir nebze dindirdi. Ona göre, Zeynep'in Hasan'a verilmesi, iki ailenin onurunu kurtarabilecek tek yoldu. Köydeki fısıldaşmalar yavaş yavaş durdu. Artık herkes, Zeynep'in ve Hasan'ın bu zoraki kaderin bir parçası olduğunu kabul etmişti
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD