Bir şeyler oluyor dostum, henüz yeni ilan etmiştim oysaki yenilgiyi ve henüz yeni beyaz bayrak sallamıştım tüm savaştaki karşı taraflara. Savaşacak nedenler buluyorum neredeyse, emin olmamakla birlikte tüm ordularım ben söylemeden kendi yaralarını sarıp ayaklanmaya başladılar. İçimdeki bu umut belası beni hayata tutunmaya iterken kalbimi, ruhumu tarifi zor hafif ama keskin bir korku sarıp sarmaladı adeta. Bedenim bunu hissediyor, giderek titriyor, adımlarım hem mutlu hem tedirgin, kalemi tutmaya alışkın elim bile bugün neler yazacağından emin değil.
Ne kadar oldu ben böyle yakalanmayalı bu tatlı esen rüzgâra, ne kadar zamandır kontrol edilemez şekilde mutlu umutlu değildim de şimdi bu olasılık bile ölü askerleri yattıkları yerden diriltiyor? Bilirsin, zamanla aram iyi değil, akrep ve yelkovanın sonsuz kovalamacasını her zaman isabetsiz buldum. İsteğin dışında hızlanır ve yavaşlarlar, kuralları bu. Ne kadar zamandır ölü gibiyim o yüzden bilmiyorum. Artık hesaplamakta istemiyorum açıkçası, zira önemsemiyorum. Mutluyum, delirmiş biri yıldızları parmak ucuyla gösterdiğinden beri mutluyum.
Kahverengi gözlerinde okyanusu buldum, bilerek boğulmak için balıklama atlama isteğime karşı koyamadım ve şimdi mucizevî bir şekilde yüzebiliyorum, su yakıcı şekilde boğazıma kaçmak yerine, tüm vücudumu yumuşak şekilde yüzeyde tutuyor.
Aşık olmaktan hâlâ korkuyorum ancak bu durum ondan uzak kalabilmem için yeterli değil sanırım. Ondan uzak kalamıyorum, üzerinde bir çekim olduğuna inanıyorum. Beni ona doğru çeken ilahi bir çekim, engelleyemediğim ve göremediğim bir çekim kuvveti… Korkularımı geriye itiyor ancak bu durum, kalbim ona çekiliyor, ellerim ona çekiliyor, tüm hislerim ona çekiliyor, bir tek korkularım ona çekilirken ben geride kalıyorlar. Sanki kollarının arasındayken tüm çocukluk canavarlarımdan uzakta gibiyim, sanki beni tüm kâbuslardan koruyabilirmiş gibi sığınıyorum ona haksızca, haberi dahi yokken gardiyanım yapıverdim onu.
Hoş! Hiçbir şeyden haberi yok. Gözler yalan söylemez derler, gözlerimin ona yalan söylemediğine emin ancak görüyor mudur dersin ona ne kadar duygusal şekilde baktığımı? Gözlerinden gözlerimi kaçırmadığımı fark ettiğimden beri beni ona karşı fazla cesaretli kalan tüm olayları düşünmeye çalıştım ancak bulamadım. Ona karşı olan tüm bu cesaretimi kırıp biraz olsun çekingenliğe doğru katamıyorum.
Arsız bir arzulamanın tam ortasındayım, ölümcül bir dans gibi adeta. Aşırıya kaçarsam tüm figürlerde ya rezil olacağım ya da bir yerim kırılacak. Tabii bu tahminen kalbim olabilir ancak bunu bile bu şekilde düşünemiyorum. Öyle umarsız bir tutulma ki bu, daha önce yaşamadığım bir tutulma. Onda kalmak, onda kalabilmek ya da onunla kalabilmek… Sürekli yanında olmayı düşünmekten alıkoyamadığım zihnimin düşünce özgürlüğünü kısıtlayan o gözleri ve dokunuşu…
Sarılmasında dünya üzerine yerleştirilmiş bir cennet buldum, iki kolunun arasında cennetin günahlardan arınmışlığının huzurunu keşfettim. Sanki Adem ve Havva’nın yasak elmayı yediği ağaç bile dikilmemişti ve insanlık hiç dünyaya gelmemişti… Göğsünden yayılan kokuyu lavanta bahçelerinde aramak gerekirdi, sesinin verdiği sakinleştirme yeteneğini ise sakin sahil boylarında taşsız kumun üzerinde yürürken keşfedebilirdiniz sadece. Tümü, eşsiz ve zor bulunabilir şekilde onda birleşmişti. Bir insan birçok yerdi, bir insan koca bir kaçış noktası olabilirdi, bir insan sizi son anda yere çakılmaktan habersizce alıkoyabilirdi.
Göktuğ bana bunu yaptı sevgili dostum. Düşecek iken fark etmeden uçurum kenarında takıldığım bir dal parçası o, hem kırılgan hem de beni hayatta tutacak kadar dayanıklı. Aşamadığım tüm duygularımın, korkularımın bana ulaşmasını engelleyen koca bir duvar oldu adeta farkında bile değilken. Ben dahi fark etmeden birden bire girdi ruhuma ve bunu engelleyemedim, istemedim. Burada olması güzel, burada olabilmesi nefes almak gibi…
Bir şehrin umulmadık güzelliğiydi Göktuğ, yeni bir şehre gelen eski bir insanın en yeni macerasıydı Göktuğ.