1. Bölüm
En karmaşık bilmeceleri çözerek geçen yıllardan sonra… O güne geri dönecek olmak düğüm düğüm hissetme sebebim. Son günlerin rüyaları da hep o günlere çıkıyor. Öyle bir zaman gelmiş ve ben yıllar sonra zihnime kopyaladığım o günleri yaşıyorum. Sıcak suya uzanırken o zaman elime dökülen çay suyu geliyor aklıma. Yanık kremi sürüşüm, üflerken gözlerimden akan yaşlar… Gramofonda fikrimin ince gülü… Yaşım yirmi… Yapabildiklerim yapamadıklarımdan fazla değil. Daha geçen sene kaybetmişim babamla annemi aynı kazada. O günlerdeki erkek arkadaşım Feridun beni birkaç gün önce evine çağırmış, oramı buramı mıncıklamak derdi olduğunu o gün anlamışım daha… Feridun’u sevmiyorum. Onun da beni sevdiğine inanmıyorum.
Ah!
Küçücük bir ah kadar Feridun benim için. Daha fazlası edecek kadar önemi yoktu zaten. Bugün ne isem katkısı çok yaşadıklarımın ama Feridun’unki minnacık. Onu hatırlamak bile manasız. Manasız işler yazı işleri müdürü ben…
Elime çay suyu döktüğüm o gün, baş parmağımın üst tarafında küçük su baloncuklarına doğru üflerken, gözlerimden yaşlar dökülürken, dükkanın içinde biçare ve yapayalnızken dükkanın kapısı gürültüyle açıldı. Kapıya bir baktıramadım diye düşündüm. Bakışlarımın birazı elimin üzerinde birazı kapının orada şimdi gelen ağlarken görecek beni, sümüklü çocuk diyecek, yirmi yaş çocuk diye, babamdan kalma işi yürütürken insanlar beni kale almayıp ufak görüyor diye birazcık yaş kompleksi yapıyordum. Büyüsem, şöyle bir otuzlarda gezinsem, on sekizi doldurup özgür olacağım dediğim günlere ne salaklık diyerek, selam ederek işler güçler yoluna girecek diye umuyordum. Pazarlıkla mal satarlarken yaşımdan büyük laflar ediyorum diye alaycı bakışlar bulmayacaktım karşımda. Bir de yirmi yaşında antikacı mı olur zaten? Antikanın anlamına tezattı. Ancak ben antikacıydım. Baba mesleği… Üniversiteyi bitirmiş olsaydım arkeolog olacaktım. Bu da eskicilik değil mi?
Kapıdan giren kişi bir kuryeydi. Kolunun altında kaskı, elinde paketi… Yoo, kurye muhteşem yakışıklı o çocuk değildi. Size buradan bir aşk hikayesi anlatmayacağım. Size bir aşk hikayesi anlatacağım elbette ama bu işin ekmeğini bu noktadan yemeye başlamayacaksınız. Gönderici adı yok, elimi üfleyip duruyorum diye tuhaf tuhaf bakışları ile aramızdaki huzursuz çekime son vermek adına çok sorgulamadan ufak bir koliye sığdırılmış teslimatı alıp kuryenin ardından elimi üflemeye devam ettim. Paketi şöyle bir kenara koydum. O an paketin içinde ne olduğundan daha önemliydi canımın acısı. İnce ince bir sızı beynime beynime vuruyordu. Yığınla eşya her yanda, kendimi bir köşeye attım. Çaydanlık tezgahın üstündeydi ve ocak kısık ateşte boşu boşuna yanıyordu ancak hiçbirine bakacak halim yoktu. Yanık kreminden bolca sürdüğüm elimin acısının dinmesini beklemek dışında. Biraz daha ağladım sanırım. Annemi anmış olabilirim o anda. Anneler en çok insanın canı yandığında, müşküle düştüğünde… Biraz sonra geçmiş içim. Feridun’la kavga ettik sabaha kadar, uykusuzluktan sakarlığım zaten. Gör de inanma, sakarlık huyum yüzünden ne değerli eşyaları talan ettim şu dükkanda. Uyandığımda üşümüşüm. Aylardan kasımdı sanırım. Sırtımda yama desenli bir hırka, etek uçları püsküllerle süslü salkım saçak bir şey. Yaşımdan büyük giyinmeye çalıştığımdan değil de annemin giysilerini giymekten hoşlanmaktan sırtımdaki çoğu şey annemindi. Kazağın bile ısıtamadığı dükaânın ısınma sisteminin sobalı olmasından mütevellit derdim büyüktü. Hala yanmakta olan ocak geldi aklıma. Ocağın başına koştum. Yanmıyormuş. Her şeyi unutmaya başladığımı biliyordum. Kendime yabancı kaldığım. Bazen çok neşeli bazen bitik… Bu ikilemler beni ben yapıyordu belki ama unutkanlıkla başım beladaydı. Kuryenin getirdiği koliyi de unuttuğum gibi. Elimi yaktığımda canımın ne kadar yandığını unuttuğum gibi. Yeniden içeri döndüm. Ben uyuklarken içeri biri girip bilumum eski eşyayı ve kuryenin getirdiği koliyi çalmamıştı. Hırsızların bile tenezzül etmediği yerde hayatımı sürdürmeye çalışarak, terk ettiğim üniversiteden kalma arkadaşlarımın arasında kendimle bile yabancılaşarak can çekişiyordum. Bir kıvılcım, bir renk, bir ateş… Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Sobam bundan ötürü hep karanlık ve bundan ötürü hep üşüyordum. Nihayet koliyi açmak için bir makas buldum. Zor da olsa koliyi sımsıkı bantlarından kurtardım, bir toz bulutunun yükseldiğini hayal ettim sadece. Kısaca hayal etmekti benimkisi… Koli yeni yapılmış olsa da içindeki bir top zarf eskiydi. Sararmış kağıtlar, yorgun anılar… Bir yerden bana miras kalmadıysa da borç kalmış olabileceğinden hep korkmuşumdur. O gün bu zarflar da bana bir borcun habercisi gibi gelmişti. Gönül borcu olabileceği ise aklımın ucundan bile geçmemişti. Zarfları bağlayan naylon ipten tuttum ve koliyi yerde darmadağın bırakıp uyuyakaldığım koltuğa döndüm. Dükkanı derli toplu tutmak gibi bir adetim yoktu hiçbir zaman. Rahmetli babam, aslan yattığı yerden belli olur, derdi. Her an ölüm var gibi bedenini, bugün misafir gelecek gibi yaşadığın yeri temiz tut, derdi. Babam öldüğünde bedeninin temizliğinin bir önemi yoktu. Çünkü kaza sonrası patlayan aracında yanarak can vermiş ve geriye kalan kalıntılarının temiz olup olmadığının tespiti imkansız kalmıştı. Annem babama nazaran şanslıydı. Onun belden aşağısı bulunamamış ama üst kısmına ulaşılmıştı. Cesedini teşhise gittiğimde bunu fark etmek o an için büyük yıkımdı ve muhtemelen de travmatik ancak bugün yaşanılan her şey o kadar birikmiş halde ki hissizliğim, o günleri, anlatırken de sıradanlaştırıyor. Muhtemelen kullandığım antidepresanların etkisidir. Onlarla ilk tanıştığım günden bugüne onları en çok beni kahrolası dünyaya karşı getirdikleri halden ötürü sevdim. Yaptığım hiçbir şeyin sorumluluğu benim değilmişçesine bir vurdumduymazlık. Öteki türlü de Başak burcu olanlar beni anlayacaktır, hep bir senaryo ihtimali ile yaşamanın tuhaf kafa karışıklığı vardı. Birkaç psikolojik ilaç burcumun özelliklerinden muaf mı kıldı yani beni? Öyleyse Başak olmaktan Kova olmaya değişim için lütfen ilaçlara başvurunuz denmeliydi, ta en baştan… O ergenlik dönemi sancıları ile kıvranıp durmak zorunda mıydım ben? Ergenlikteyken psikolojik ilaçlar önermiyorlar. Kısaca ergensin deyip geçiyorlar. En azından sınırsız isyan etme hakkı tanıyor bu durum, her halin içinde bir iyilik vardır.
Naylon ipi kesmek için şuraya bir yere koyduğum makası aramak için yerimden yeniden kalktım. Neredeydi? Ah şu unutkanlık. Tüm mevzular bin senedir kesik kesik zihnimde hep bu sebepten. Hah, kolinin yanına yere atmışım. Makasla ipi kesince yaklaşık elli kadar zarf kucağıma yayılıverdi. Sararmış zarfların üzerindeki isimler soluk mürekkeple okunuyordu. Gönderen ve Alıcı kısmı her zarfta aynı isimlerin yer değiştirmiş halleriydi. Gönül Zengin. İrfan Ulu. Gönül’ü biliyordum. Şu belden aşağısını kaybettiğim, kendisini de toprağın altına bıraktığım annemdi. İrfan Ulu diye birini tanımadığıma ise yemin edebilirdim. Etmedim. Her şeye olur olmaz yemin edilmez. Annemle İrfan adında bir adamın mektupları…. Bir yasak aşk hikayesi. Ya da çok daha öncesi, babamdan da öncesi. Mektupların üzerindeki tarihe baktığımda 1985 görünüyordu. Ben doğduktan beş sene sonra… Yasak aşk hikayesi. En sevdiğim. Fakat mevzu benim annemken de sevecek miydim? İşin daha önemli kısmı ise bu mektupları bana kimin gönderdiğiydi. Mektupların kucağımda oluşturduğu tepeceği oturduğum koltuğun önündeki cam sehpaya indirdim. Bir kısmı yere saçıldı. Önemsiz detay. Kolinin sağını solunu kurcaladım. Gönderici bilgisi yerine gönderim ücreti bilgisi vardı. Masrafa katlanmıştı gönderici. Ne için? Annemin bir yasak aşkı olduğunu öğrenmem için mi? Veyahut daha önemli bir şey için. İrfan Ulu benim için önemli biriydi. Babam olabilir diye o an düşünmeye başladım. Öz babam aslında annemin babamla birlikteyken aşk yaşadığı ünlü bir iş adamıydı ve o da aynı zamanda biriyle evliydi. Annem o aşkın meyvesi beni babama kakalarken… Burnum tıpkı halam değil miydi? Şu babam ölünce dedemden kalma evi satalım diye beynimi yiyen, vekalet alıp satılan evden bana hak vermek yerine münasip el hareketi yapan halam. Öyle hala olmaz olsun. Öyle benzerlik de lütfen eksik kalsın. Halamla aynı burnu taşıdığım DNA raporu yerine geçmezdi herhalde. Yine de içimden bir his babam için gayet de özdü diyordu. Müthiş anlayışlı, kuralsız, kendince baba ama sevgi dolu olmaktan daha memnun nevi şahsına münhasır bir adamdı babam. Tek çocuk olmam beni şımartabileceği kadar şımartacağı anlamına geliyor muydu? Pek tabii… Şımarttı mı? On çocuğu da olsa bilakis aynı kadar şımartırdı babam. Zaten maddi imkan havuzu yoktu kendisinin. Antikacı da çok kazanmaz ki be kardeşim. Bir de babam sanat adamıydı. Türk Sanat Musikisi hevesi vardı. Birlikte sanatlarını icra ettikleri ekipleriyle, zaman zaman özel edebiyat toplantıları gibi sanatçı ruhlu kimselerin toplandığı toplantılarda müzik yapar, mest olurdu. Naif, temiz kalpli, dürüst bir adamdı babam. Baskın bir siyasi düşüncesi yoktu. Belli bir inancı da… Budistleri anlatırdı. Hahamları. Papazları. İmamları. Hepsini anlatırken sanırdınız onlardan. Hayır, babam anlatmak için anlatırdı. Severdi bunu yapmayı. Beni severdi. Annem gibi sorumluluklarım olduğunu başıma kakıp durmazdı. Temiz yaşamak, dürüst bir isimle yaşam sürmek gibi net cümleleri olsa da babamın bana illa ki öyle ol da demezdi. Diyelim banka soydum. Babam beni peşinen affetmeye hazırdı. Her koşulda sevmeye. Koşulsuz sevilmek şu dünyada herkesin başına gelebilecek türden şey değildir. Annemin sevgisi misal daha çok başarılı olmam, bulaşıkları yıkarken yere su damlatmamam ya da tüp gazı gereksiz kullanmamam ile ilişkiliydi. Bağırdı mı sıçrardım yerimden yine ne hata yaptım diye. Babam için ölmedikten sonra hata yoktu yaşamda. Babam büyük hata yapmıştı ölerek. Tek umulmaz hatasıydı… Son oldu. Babamın babam olmama ihtimalini aklımdan geçirmiş olmaktan ötürü kendime temiz bir azar çektim ve kaldığım yerden devam ettim. Zarflardan birini açtım.
“Sevgilim…” diye başlıyordu. Devamını okumadan çevirdim zarfın ön yüzünü. Adres kısmında annemin ismi ve bir postane adresi vardı. Annem yasak aşkının mektuplarını bir postaneden teslim alıyordu. Gönderici İrfan Ulu ise Rusya’da yaşıyordu. Aşkın başlangıcı babamdan önce olabilirdi. Babam araya girmiş olabilirdi. Gerçekten bir aşk var mıydı arada, bunu da bilmiyordum aslında. Sevgilim sözcüğünü hatırlattım kendime. Yalan da olsa aşk oyunu olurdu ve adı her türlü aşk olurdu yani Feridun ile benimki gibi. Aşk oyunu. Aslında bizimkinde oyun vardı aşk yoktu. Mıncıklama oyunu.
***
“Sevgilim…
Kalbim ve bedenim başka başka diyarlarda seni özlemek telaşında ve ben neredeysem sen oradasın… Bugünlerde yokluğun çok daha derin içimde. Neden yoksun diye isyana gidiyor dilim. İsyan etmenin bir dava olduğunu ele alırken bu davada haksız taraf olmayınca karar takipsizliğe çıkıyor Gönül’üm.
Geçen sene seni gördüğüm o güzelim günleri düşlüyorum şimdi. Sarıyer’de dondurma yiyerek gencecik bir delikanlı gibi gözlerine bakındığım, elini tuttuğum, kokunu içime çektiğim. İçime çektiğimin kokun olması ile yetinemediğim zamanlar. Bakışlarımdan tutunup ardımdan gelişlerin. O bir saatlik buluşma için iki saat yolu sessizce yanı başımda gidişin… Böyle özlemek insani değil Gönül. Gönlüme yük, bahtıma ağır, neden neden soruları milyonlarca kez dans ediyor etrafımda.
Seni tanıdığım ilk gün, fakülte kantininde başı önündeki mahcup hallerinden… İçinden bu denli coşkulu, tutkulu bir kadın çıkacağını duysam inanmazdım. Bu devrin kadınları demiştim, üniversite koridorlarında olmayı o kadar hakkı görmüyor ki uslu kız çocuğu olmak ile cezalandırıyor kendini. Özgürlükleri kısıtlanmış kimliklerinde baskılanıyor. Arzuları yok. Yarın evlenip gittikleri koca koynunda bilmedikleri tutkularını keşfedecek kadar bile ufukları olmayan zavallılar. O günlerde tabii Şenay var bizim, üst sınıflardan, okulun yarısı ile düşmüş kalkmış, sıra bana gelmiş, benimle düşüp kalkıyor diye kadınları böyle sağa sola yaslayıp ortadan yürümek erkekliğin şanı olmuş. Şenay ile seni kıyaslamak gafleti… Senin ruhumdaki delik deşik halin ile Şenay’ın anlık şehveti. Anlık dediysem saniyelik kadar. Kıskanıyor musun şimdi ben bunları anlatırken beni? Kıskan diye anlattığımı bilmez değil gibi… O kadar çok istiyorum ki kalbinin ve zihninin benden başkası ile olmaması için kudurduğunu hayal ediyorum. Suratının aldığı hali. -Sana aşk olsun İrfan, deyişini. Ne güzel demek o öyle? Aşk olsun. Ee, başka ne olsun daha? Seninle uğraşmak istemek nereden geldi ise o an aklıma. Hınzırlık. Gençtik de ee tabii. Mahcubiyetinin tadına bakmak hevesi. Çapkınlık mertebesini iyi aile kızına taşıma isteği. En çok ise gözlüğünün üstünden diktiğin koyu kahve gözlerin… İri bakışlara Yeşilçam'dan tavız, bilirsin. Sürmeli göz çevreleri ortası hareli bakışlar. Belki o an vuruldum sana da itiraf etmek zaman zaman zaman aldı. Yanına oturdum. Ne iş birader, der gibi baktın. Ben de sana, dur anlatacağım, der gibi sessizce bakışlarımla cevap verdim.
-Sen yeni misin?
Eskiler yenilere böyle hava basar. Yeni misin? Biz eskiyiz. Buraların kurduyuz. Altını üstüne getirdik. Velhasıl yine de aklımızın sende kalacağını bilmiş olsaydık hesap verir miydik daha ilk günden kalem kalem. Bana öyle bir bakışın vardı? Kalbimi masanın ortasına bıraktım. Kalktın masadan gittin. Kalbimden akan kan ayaklarına doğru yürüdü, ortalığı leş gibi bir koku sardı. Ah be canım, benim kalbim sensizlikten kirlenmişti be. Sen gelince aydınlandı. Işığı bir başka, rengi bir başka, hali bir başka oldu. Oracıkta kalbimi sıkış tepiş koydum yerine peşin sıra kalktım.
-Baksana sen bana. Bakmaz mısın?
Koridorda yakaladığım yerde durdurdum seni.
-Adam yemiyoruz, şurada medeni bir şekilde bir şey soracağız. Sizin köyde yok mu medeniyet?
Soyunun İstanbul saraylarına dayandığını bilmeyen ben… Gaflet. Sizin köyde varmış medeniyet ancak sen beni oracıkta bırakıp gidince ben seni köylü addedip döndüm yoluma.
İçime döndüm. Reddedilmenin acısını yaşadım. Ertesi gün yılmadım, bir daha çıktım karşına. Aşkın kimyasına kapıldığımın farkında olmadan. Şenay’ı bile görmez olunca gözüm, anlayacaktım ancak henüz pek erkendi bunun için. Senin de aldığın benim ise alttan aldığım derslerden birinde geçtim oturdum yanına. Dizim dizine değe değe oturduk ders boyunca. Kaçınırsın, bacaklarını toplarsın, itelersin, hiç olmadı seni ahlaksız deyip tokadı basarsın sanmıştım. Biz ilk teması o anda yaşarken bir gün öncesinin affını yapmıştım. Dersin bittiğini duyar duymaz kalkıp gideceğini bilir gibi sıradaki kitabının üstüne elimle bastırdım. Dizinin teması kesildi, gözlerininki değdi.
-Ne var? diye terslendin bana.
-Ne yok? İyilik sağlık. Senden? diye alaya aldım seni.
-Bir şey mi istiyorsun benden?
Tersin o kadar pisti ki korkmuyor değildim senden.
-İrfan ben, dedim ismimi bir unvan gibi sunarak.
-Gönül, diyerek kestirip attın.
Adını duyunca bir anlık dalgınlıkla sıranın üzerindeki elim gevşedi ve sen kitabını aldığın gibi gittin. Bu köşe kapmaca kaç gün sürmüştü, hatırlıyor musun? Hatırlamanı ümit ederim. Ben hatırlıyorum çünkü. Tam bir ay. Bir ay sonra yemekhanede sulu patatesi karıştırırken buldum seni. Bunu yeme dedim, ben sana yemek ısmarlayayım. Zengin çocuğu olduğumu bilirsen belki kaçmazsın benden artık diye.
-Ne demeye sana yemek ısmarlatacakmışım?
Bizim çevremizde kızların, en muhlis kızların bile zengin koca hayali vardı. Senin hayalin varsa da emelin bu hayale hizmet etmiyordu. Öyleyse sen de ısmarlasan benim kabulüm derken sen karar verdin, herkes kendi yediğini öderse… Alman usulü… Almanları sevdim o gün bugün ben. Oturduk denize nazır seninle. Öğleden sonraki dersleri ektik. Gülüşe gülüşe bir şeyler anlatmaya geçtiğinde hiç de çekingen bir kız olmadığını, sözü şiir gibi nadide bir çiçek olduğunu o gün anladım. O günden sonra bir daha da bir başkasını anlamaya niyet etmedim. Senin niyetin ne zaman belli oldu, ne zaman bana sevgilim der oldun, onu hatırlamıyorum ama. Ben sensiz bir günü bile geçiremez olduğumda seni de benim kadar aşık sanıyordum çünkü. Hiç şüphe duymaz mı bir aşık aşkından. Hiç! O günlerde seni görmek her gecenin sabahında mümkündü şimdi ise imkansızlarla savaşıyorum. Özlüyorum. Seni bir başkasıyla hayal etmek gafletine düşüp bazen aklımı kaçırıyorum. Biliyorum aynı hayal seni de üzüyor, kırıyor, dağıtıyor. Hayatımdaki hiç kimse senin kadar değerli değil desem de. Senden ötesi öylesine desem de. Aynı şeyleri sen de desen de. Neden vazgeçmiyorsun bugününden? Neden geçmişine, bana, yarınına dönmüyorsun? Anlamıyorum, anlamayacağım.
Ne zaman değişecekse fikrin o zaman hazırım biliyorsun, sevgilim. Seninle olmak için vazgeçeceklerimi biliyorsun. Birkaç günlük sen benim için canım pahasına… Bunu bilerek yaşa lütfen. İrfan.”
Mektubu okuyana kadar birkaç müşteri gelse, sonuna varamasam… Olmadı, tamamını okuyup bu İrfan denen mendeburdan nefret ettim. Annemin genellikle gergin, mutsuz, söylenmekten çok icraata geçmemiş biri olduğunu hatırlayınca sebebinin bir İrfan vakası olduğunu bilemezdim ki. Ben annemi kısaca bedbaht diye tanımlar geçerdim. Kronik bedbahtlık. Kronik imkansız aşk. Babamla ne demeye evlenip bir de yetmez gibi beni doğurmuştu ki? İşte seviyormuşsun bu adamı, zengin diye mi olmadı? Pos bıyık babası anneme çek uzatıp oğlumdan vazgeçmen karşılığında ne kadar istiyorsun, mu dedi? Mektuplarda bu soruların cevabı olmalıydı. Anneme ait başta bir mektubu okursam… Sırasını kaybedersem mevzuların karışabileceğini düşünüp sehpanın başına oturdum. Kronolojik sıralama yapmak için ofis işinde stajyer olmak gerekmez ancak mektupların çokluğu dikkate alınacak olursa o gün epeyce bir zaman harcadım. İşimin ortasında birkaç gereksiz müşteri geldi. Antika meraklısının antika mallara hayranlık duymasını beklersiniz. Hikayelerini dinlemeye peşinen hazır olmalarını… Burnunu kıvırarak yaşanmışlıkları irdeleyen insanlar antika tutkusu olduğunu söylemesin bana. Onların derdi gösteriş. Uydurma bir hikayeyle eşe dosta satın aldıkları bir vazoyu anlata anlata bitirememek… Kimse yokken de yüzüne bile bakmamak. Üstüne iki saniye bile düşünmemek. Her neyse! Ben işime bakarım. Gelen iki müşterinin abuk sorularını cevapladım, kronolojik sıralama işimi bitirdim. Gönderilen mektubun cevabını bulmam böylece zor olmadı. Cevabi mektup anneme aitti. Gönül Zengin. Annemin evlilik öncesi soy ismi… Yeni soy ismini kabullenmek istemeyen birinden gelen mektupların cevabı da aynı isimle gidiyordu.