Arkamızdan kovalayan varmış gibi öyle çok hız yapıyor ki, arada da resmen makas atıyordu artık hareketlenmeye başlayan uzayıp giden yollarda ve ben, bunu her yaptığında gözlerimi sımsıkı kapatıyor, terlemiş avuç içimin resmen izinin çıktığı kapı kolu boşluğuna daha çok asılıyordum.
Arada aklıma nefes almak gelirse alıyordum işte ve fark ettim ki uçağın kaçta kalkacağını bile bilmiyordum ki ben.
Bu geminin kaptanı oydu ve dümeni istediği gibi sağa, sola kıranda yine oydu. Ben sadece ayak uydurmakla görevliydim, bir nevi emanet, bir çeşit köle gibi ve yeni yeni bunun ayırdına varıyordum ama o iyi bir sahip gibi davranıyordu.
Yani... en azından şimdilik!
"Biraz daha asılırsan o kapı koluna, elinde kalacak," dedi ve sesli güldü. Anlaşılan beni izlemeyi de ihmal etmiyordu artık her nasıl başarıyorsa?
Dönüp ona bakmaya bile cesaretim yoktu. Hiç ses etmedim. İstesem de konuşamazdım ki! Dilim damağım, sanki aylardır suya hasretmiş gibi kurumuştu. Korkum, hat safhanında üstüne çıkmıştı.
Bunu fark etmiş olacakki, hızı biraz düşürürken, "iyi misin sen?" diye sordu.
' Hııı! Öyle iyiyim ki anlatamam, araçtan indiğimizde yürüyebilecek miyim, ondan bile emin değilim,' diyordu iç sesim.
Cevap verrmedim bile.
Nihayet Sabiha Gökçen Havaalanına, giden iç hatlar bölümüne geldiğimizde, hemen kapalı otogara girdik ve aracını, biz dönene kadar kalacağı yere park etti.
Ben emniyet kemerini hala titreyen parmaklarımla çözmeye çalışıyordum ama bir türlü başaramıyordum. Boşuna bir çabaydı bu.
"Birak bana," dediğinde, beni izlediğini yeni fark etmiş oldum. Çekince ellerimi, o hemen iki saniye içinde açıverdi kemerin tokasını.
Kapıyı açıp, ayaklarımı yere bastığımda derin bir nefes aldım. Ayaklarım da bacaklarım da tıpkı ellerim gibi hala titremeye devam ediyordu. Ayağa kalkıp, araçtan tamamen çıktıktan sonra, aracın kapısını kapadığımda, o çoktan valizlerimizi almıştı.
Aracı otomotik olarak kilitledi uzaktan komutlu anahtarıyla ve yine beni şaşırtarak elime yapıştı.
Bildiğim ardından sürüklüyordu bedenimi.
Resmen kaçıyormuş gibiydik.
Sanki İstanbul boğuyordu onu ve bir an önce kurtulmak istiyordu.
Koşturarak, asansöre bindik ve araçla indiğimiz o birkaç katı, asansörle çıktık. Asansöre son anda birileri binince, henüz bıraktığı elimi yeniden tuttu ve parmaklarımın arasından geçirdi parmaklarını. Bedenimi kendisine yakın tutuyordu. Bana doğru yan duran bir adamın, bakmasamda iç güdüsel olarak beni dikizlediğini hissediyordum. Huzusuz oldum ve bir anda duyduklarıma inanamadım.
"Çok yoruldun mu aşkım?"
Pardon! Bana mı dedi o aşkım diye?
Tuttuğu elim, ikimizin arasında gizliydi, görünmüyordu ve o beni daha da şaşırtarak, elimi bırakıp, kolunu omuzuma sardı, beni kendisine daha çok çekti ve şakağımdan öptü.
Anladım sonunda. Gövde gösterisi yapıyordu hala bana kaçamak bakışlar atan o adama.
Sahipleniyor mu beni?
Sahipli miyim ben artık? Yoksa ele güne karşı da oynuyor mu? Oynuyor tabii ya ne Birce?
Mantık, bunu gerektiriyordu tabii.. olur ya tanıdık birileri her an, bir yerlerden, piyango vurmuş gibi karşımıza çıkabilirdi.
Oyununa eşlik ettim ve başımı kaldırıp, boyu benden epey bir uzun olan anlaşmalı eşime baktım ve biraz şaşkın, biraz tatlı gülümsedim ona.
"Yok, iyiyim canım," dedim sadece.
İyi oynayabildin mi Birce?
Yeniden şakağımdan öptü beni ve işin ilginçi rahstsız olmuyordum bu durumdan. Alışmam gerekiyordu bunlara ve anlıyordum, evet biliyordum, hepsi oyundu, hiçbiri gerçek değildi.
Onun kalbi sadece ve sadece şimdilerde toprağın altında büyük ihtimalle sadece iskeleti kalan kadınında, eşindeydi.
Aslında yeminliymiş bir daha evlenmemeye, "ama işte, ah bu ailem!" diye dert yanmıştı bana. Kurtuluşu da bende görmüştü. * * *
Uçağa binene kadar ki geçen süreçte deyim yerindeyse, tersim de döndü, nevrimde.
İlk giriş yerinde, o x-ray kapılardan geçerken, sebepsiz bir korkuya kapıldım.
İç sesim, "Almamıştır ya yanına!" diye kendime cesaret vermeye çalışsada, ayaklarım birbirine dolandı ya.
Tabiiki almamıştı silahını yanına ama ben o cihazlardan kazasız belasız geçip gidene kadar akla karayı seçtim. Bildiğim ecel teri döktüm ya!
Benim geçtiğimi gördüğünde, valizlerimizi beklerken yine yapıştı elime, çocuğunun elini tutar gibi.
Benim şaşkınlığıma muzipçe gülmeyide ihmal etmiyordu.
Valizleri kaptığımız gibi, daha doğrusu benimkini omuzuna takıp, kendisine ait olanı boştaki sol eline aldığında, o insan kalabalığında, bir an olsun bırakmadığı artık terleyen elime iyice asıldı ve koşturmaya devam ederken, biletimizi aldığımız firmanın standına yönlendirdi beni.
Nefes nefese kalan ben, halime bakıp bakıp gülen oydu. Belliki bu durumdan olmaktan fazlasıyla eğleniyordu.
Sanırım, bir kilo vermişimdir.
Ordaki işler bittiğinde yine yapıştı elime ve ben artık öyle yorulmuştum ki az daha huysuz bir çocuk gibi kendimi yere atıp, yerde tepinmemek için zor tutuyordum kendimi .
Bu ne bee?
Görende arkadan alacaklılar kovalıyor sanır abi ya!
Tabiiki yine iç sesimi susturdum. Ona uyum sağlamaktan başka şansım var mıydı ki?
Uçağa giden kapıya varana kadar yine bir garip koşturmacanın içindeydik ve ben resmen dilim sarkmış olarak kapıya vardığımızda, cidden nefes alamaz haldeydim.
Sigara içip, hiç etkilenmeyen o iken, ben neremden nefes alacağımı şaşırmıştım.
Ve artık uçağın içindeyim ve artık bambaşka bir moddayım.
Açıkçası, korkudan ölmek üzereyim. İlk kez biniyorum uçağa ve zenginlikten bir kez daha nefret ettim.
Parası, maddi gücü yerinde olanlar, buyursunlar birinci sınıfa, diğerleri hadi bakalım, yerinizi de bilin, haddinizi de der misali standart uçuşta.
Bende onlardan biriydim oysa ve fark ediyorum ki, yok! bana göre değilmiş öyle zenginlik.
Ya, biz annemle hayat ne kadar zor olsada kendi ait olduğumuz çöplüğümüzde mutluymuşuz aslında. Yeni yeni fark ettiğim bu durum karşısında biraz garip hissederken yine fark ediyorum ki şimdi, baskı var omuzlarımda.
Ait değilimki ben bu bana yabancı dünyaya. İster istemez, yenemediğim merakımla kendilerine ait o koltuklarda, son derece kendinden emin hallariyle, tavırlarıyla oturan diğer insanları hızlıca tarıyor gözlerim.
Bakımlı, çoğu sarışın, kızıl saçlı artist gibi kadınlar çok ama çok güzeller. Sabahın bu vaktinde bile sanki moda dergilerinden fırlamış gelmiş gibiler. Kaliteyim, asilim, ulaşılmazım diye bağırıyorlar adeta dış görünüşleriyle. İçlerini ise, işte onu ancak Allah bilir.
Adamlarda öyle keza..şıklar, bakımlılar, kimisi yakışıklı değil ama çekici, kimisi nasıl oluyorsa gerçekten çok yakışıklı.
Adamların hakkında böyle düşündüğüm için utanıyorum. Ama kim düşünmez ki?
Birde dünya umrunda değilmiş gibi olan tipler var.
Ohhh!
Şuna bak takmış son model kulaklığı da kulağına, uçak düşse, geberip gitsek umrunda değil.. ne güzel vallahi!
Etrafımı kolaçan ederken gözlerim, korkumu unuttum hafiften. Biraz daha İyi hissediyorum şimdi.
Alptekin abi ise yine çok yorgun görünüyor. Başını dayamış koltuğunun başlık kısmına, gözleri kapalı.
Hostesler çoktan anlattılar herhangi bir durumda neler yapılması gerektiğini ve işte son anons, kendisini tanıtan kaptan pilotumuz tarafından yapılıyor.
Ve evet başladı pistte hareketlilik. Önce yavaş yavaş ilerliyoruz ama tabiiki biliyorum, fizik kuralları gereği itici güç devreye giriyor ve hızı arttırdıkça, ben yapıştım geniş koltuğumun kollarına. Başımı önüme eğdim ve gözlerim sımsıkı kapalı. Açamam hayatta. Ölesiye korkuyorum.
Mideme bir şeyler oluyor sanki ve kalbim artık bütün bedenimde atıyor. Öyle bir ısırıyorum ki dudaklarımı, uyuştuğunu hissettim.
Ohhhh!
Nihayet ya! Kalktık, geçtik uçuşa ya! Biraz daha devam etseydi öyle hızlı gitmeye, altına kaçıracaktın be Birce!
Yavaş yavaş serbest bırakırken bedenimi, dönüp baktım Alptekin abiye.
Uyuyor... inanamadım uyuyor ya!
Allah Allah!
Gece uyumadı mı ki bu adam ya?
Aklımdan geçen soruya cevap ararken, kıpırdandı ve başını omuzuma bıraktı ya!
Haydaaa!
Napıcan şimdi Birce ha napıcan kızııım?
Kıpırdasan olmaz, kıpırdamasan omuz gidecek! Ne ağır başı varmış ya?
İsyanlardaki iç sesime yine iç sesimle kes be! dedim. Başımı çevirip, camdan dışarı bakmaya başladım. An be an daha yükseliyor olmamız bile daha fazla rahatsız etmiyordu şu anki durumumdan ve onun belli belirsiz sesini duydum.
"Çok özledim be Nilim seni," dedi. Kaldım öyle bir an ve sanki güldü. "Hadi aşkım ya...çok beklettin yine, hadi ama,"
Rüya görüyordu sanırım ve Nilim dediği karısı olmalıydı. Nilay Tan.
İçim acıdı onun için.
Biliyorum ki bende sevdiğin birini özlemenin, onu gerçek yaşamda bir daha göremeyecek olmanın ne olduğunu, nasıl hissettirdiğini çok iyi biliyorum ki!
Rüyada da olsa sevdiğini, özlediğini görmenin nasıl bir his olduğunu öyle iyi biliyorum ki. Uyandığında da aklına gelen odur ve bilirsin, vuslat artık sadece rüyadadır. Kahrolur insan, üşür, yalnız hisseder ama yinede mutlu olur. Olsun ya olsun, hiç olmazsa böyle de olsa görebiliyorum, konuşabiliyorum, dokunabiliyorum diye avutur sonra insan kendisini ve sevinir bu yaşadığına.. bulunmaz nimettir, bilirim, hepsini bende bilirim.
Omuzum hafiften ağrımaya başlamıştı ama yüreğimi ele geçiren ve bu kez onun adına hissettiğim hüzün, bunu duyumsamamı azaltıyordu.
Kıpırdadı yine ve başımı onda yana çevirmeye çekiniyordum. Belli ki tüm gece uyumamıştı ve şimdi karısıyla rüyasında buluşmuştu. Bozamazdım o keyfi, yok edemezdim yaşadığı o mutluluğu ve o birkaç saniye sonra gözlerini açmıştı.
Bakmadanda görebiliyordum. Utandı, huzursuz oldu, çekti hemen başını ve niyeyse döndüm baktım ona, gülümsedim biraz çekinerek.
Gözlerimi dolmuş Birce?
Ağlayacak mı ya?
Hemen çevirdim başımı ve önüme baktım. Benimde gözlerim yaşarmıştı. Kendi derdim yetmezmiş gibi birde onun için üzülmeye başlamıştım.
Yok Birce yok! Bu kadarı fazla sana..
Dağıtmalıydım kafamı, beni esir alan düşüncelerimi ama nasıl?
"Bir şey yemek, içmek ister misin?" diye sordu bir anda. Sesi boğuk çıkmıştı ve boğazını temizleme ihtiyacı duydu.
"Yok, teşekkür ederim," dediğimde gülümsediğini gördüm dönüp ona baktığımda.
"Ne masrafsız şeysin sen ya! Baya şanslıyım desene?" dedi ve seslice güldü bu defa.
Ruh halinin bu kadar çabuk değişiyor olması şaşıttı beni.
İkizler falan mı bu ya?
Aklımdaki burçlar meselesinden kurtulmaya çalışırken, gülümsedim.
Sahi biz hiçbir şey yememiştik.Yemekli düğünümüzde bile çatallarımıza dokunmamıştık. Sadece işte o birbirimize yedirdiğimiz pastadan ne kaldıysa, o vardı midemizde ve işin ilginç tarafı hiç mi hiç aç hissetmiyordum, o his yoktu bende.
Bitse şu uçuşta insek artık yeryüzüne..
indik sonunda, çıktık uçaktan ve bizi havalanının binasına götürecek olan o alan aracının içinde yerimizi aldık küçük valizlerimizle. * * *
Kalacağımız son sederece lüks oteldeki odamıza can havliyle girdiğim de tek bir yatak olduğunu gördüğümde açıkçası şaşırdım.
Hadi evi anlıyordum da burda ne mecburiyetmiz vardı ki, aynı yatakta uyumaya?
Aklım karıştı yine.
İki elimle, bacaklarımın önünde kulplarından tuttuğum küçük çantamla, dönüp hemen ardımdan odaya giren ve belboya bahşiş verip, onu gönderdikten sonra kapıyı kapatan, öylece kapının önünde duran Alptekin abiye baktım.
Elleri siyah kaliteli pufuduk montunun ceplerindeydi ve tedirgin gözleride gözlerimdeydi.
"Aklına başka bir şey gelmesin hemen. Mecburdum böyle bir oda tutmaya. Aslında bana kalsa, iki ayrı oda yada suit oda tutardım ama yapamazdım. Bizimkileri bilmezsin sen. Çoktan oteli, odayı araştırmışlardır. Huylanıyorlar hepsi bizden Birce. İnandırıcı olması için mecburdum. Hoş, bu bile tatmin etmez onları çok iyi biliyorum ama en azından o salakça sorularıyla muhatap olmak zorunda kalmayız... yani.... umarım!"
Aceleyle yaptığı bu açıklama bittiğinde sıkıntıyla derin bir nefes aldı.
Artık iyice anlıyordum ki bizi aslında çok zor bir süreç bekliyordu ve ben, ister istemez onun sözünden çıkmadan, onun beni yönlendirdiği gibi davranmak zorundaydım artık.
Sorguluyordum karman çorman olmuş aklımda.
Bu anlaşmayı kabul etmekle hata mı etmiştim?
O gün, beni arabasına zorla bindirdiğinde ve sonradan çok samimi, tam bir abi gibi davranıp, bana içinde olduğu durumu tüm çıplaklığı ile anlattığında epey bir üzülmüştüm onun için ve ayrıca söylediği gibi ona bir can borcum vardı, hemde hiç istemediğim halde.
Sunduğu teklif ilk önce zararsız gelmişti. Resmi olarak gerçek ama aramızda sahte bir evlilik olacaktı bizimkisi.
Ailesini anlatmıştı ister istemez bana ve ben, sakin kişiliğimle bununla başa çıkabilirim diye düşünmüştüm, hala da aynı düşüncedeyim ama sürekli böyle koca bir ailenin bizi yakın takibe almış olduğunu bilmek, huzursuz ediyordu.
"Peki Alptekin abi," dediğimde, o montunu çıkarmakla meşguldü ve dönüp bana baktı.
Gördüğüm kadarıyla o koyu kahvelerinde bana bakarken hep minnet vardı, sonsuz bir minnet hemde.
"Yatağın sağ yanı benim ama, anlaştık mı?" dediğinde gülümsedim.
"Tamam," dediğimde, birkaç adımda yanıma geldi. Beni omuzlarıma yakın bir yerden tuttu ve yine beni şaşırtarak tutup, kendine çekti, sarıldı.
Kaldım öyle!
"Seni karşıma Allah çıkardı ya! Hemde nerde çıkardı? bu kadar iyi olma küçüğüm, üzerler seni bu kahbe dünyadaki insanlar, üzeriz seni istemeden ben ve benim gibiler. Sen yatakta, ben şu koltukta uyurum." dedi beni bırakırken ve başıyla camın önündeki tekli berjeri işaret etti, ekledi sonra. "rahatına bak sen. Bir sigara içeyim ben balkonda," dedi ve yine hüzünle baktı yüzüme.
Böyle baktığında, nerdeyse dört ay belki biraz daha fazla süredir tanıdığım bu adam için, kalbim deli gibi acımaya başlıyordu. Elimden gelseydi eğer, o görünmez yaralarını sarmak, iyileştirmek isterdim ama çok iyi biliyordum ki buna benim ne gücüm, ne de varlığım yeterdi.
Deli gibi özlediği ama artık ölmüş bir sevdiği, karısı vardı ve o doğumda geçirdiği kalp kriziyle bu hayata veda etmişti. Onun ardından erken doğumla dünyaya gelen bebeği de iki gün küvözde hayata direnebilmiş, sonrasında soluğu annesinin koynunda almıştı bu dünyaya isyan edercesine.
Böyle acıları saracak, üzerini kapatacak merhem yoktu. Olsaydı zaten, kendi yaralarımı kapatırdım, şifa bulurdu yüreğim, yüreğimiz.
Ama yoktu işte.. sadece zaman, zamandı ilaç. Oda sadece acıyı dindirmeye yarıyor, ama içinde her gün biraz daha artan özlemi, hasreti büyütüyordu acımasızca.
İnsanın özlemekten burnunun direği sızlar mı? Sızlar hem vallahi, hem de billahi.. çok pis sızlar hemde ve göz pınarlarını acıtır delice.. ağlamaktan yorgun düşmüş, kızarmış o gözler, hemen fora eder gözyaşlarını... artık neye çare olacaksa!
Ve şimdi benden kaçırdığı o gözleri biliyorum ki, yeni taptaze, eskimeye bir türlü yüz tutmayan, tutamayan o kavurucu özlemiyle, tuzlu gözyaşlarını akıtmak için telaş içinde.
Arkasını dönüpte, balkona doğru gittiğinde, gördü, görmek zorunda kaldı gözlerim, sol elinin gözüne gittiğini ve kısa bir oyalanmanın ardından, gücü kalmamış gibi sol yanına indiğini.
Hemen döndüm arkamı. Ağlıyordum bende. Banyoya zor attım kendimi. Kapıyı kapayıp, iki lavabolu, simsiyah mermerin çevrelediği tezgahın önünde aldım soluğu.
Ellerimi dayamıştım bembeyaz, porselen gömme lavaboların yanındaki siyah mermer çıkıntısına. Başım önümdeydi ve susmak istediğim halde ağlıyordum, hemde hıçkırarak ağlıyordum.
Gücüm tükenirken, dizlerimin bağı çözüldü. Oturdum kaldım yere. Gözümün önünde kardeşim, babam.. yine oturmuşlar televizyonun karşısında, izliyorlar milli bir maçı.. hop oturup, hop kalkıyorlar ve attılar bizimkiler bir gol, ikisi de ayağa fırladılar, zıplayıp oldukları yerde, birbirlerine göğüslerini çarpıyorlar, sevinç çığlıkları atıyorlar.
Ne çok özledim ben o günleri.
Ama yok işte, yokluğa karıştı işte tüm o güzel günler, o tatlı anlar.. ve asla geri gelmeyecekler... biliyorum, biliyorum ve birazda buna ağlıyorum.. * * * * *