Bir haftadır Antalya'dayız ve havanın da sıcak olmasının sayesinde o, her gün soluğu denizde alırken ben, oturduğum şezlongta onu izlemekle geçiriyorum günlerimi... ha tabii birde bu arada kulağımda kulaklıkla son günlerde merak saldığım, mükemmel sesleriyle, dublaj sanatçılarımızın seslendirdiği sesli kitaplardan dünya klasiklerini dinliyorum.
"Aslında su öyle soğuk değil girebilirsin," dediğinde, "sevmiyorum denize girmeyi," diye de salladım yalanı. Nasıl derdim ki "regliyim, giremem," diye.
Nur topu gibi yeni bir sorun işte. Hem evli olup, hem olmayınca böyle kişisel gelişmelerde gizlemek zorunda kalınıyor doğal olarak. Olsun bakalım...
Parmaklarımın arasında tuttuğum ona ait zippo çakmağı, farkında olmadan, iki şezlong arasındaki beyaz plastik sehbaya hafif hafif vuruyordum ve tamda Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanının baş kahramanı Roskolnikof'un o kadını öldürdüğü bölümü dinliyordum. İster istemez heyecan yapmıştım. Denizle gökyüzünün birleştiği yere, ufuk çizgisine takılıp kalan gözlerim, benden tarafa dikkatle bakan denizdeki Alptekin abiye kaydı. Çok dikkatli bakıyordu ve ben, 'noldu ki?' diye düşünüyordum. Farkında olmadan kulaklığımı yavaşça kulağımdan çıkarırken yabancı bir ses duydum ve doğal olarak başımı kaldırıp sesin geldiği yöne, sol tarafıma baktığımda hemen yanımda, ayakta dikilmekte olan o sesin sahibini gördüm.
"Çakmağınızı alabilir miyim?" diye sordu bana ve ben aynı anda dönüp, denize, ona baktım. Açık mavi dalgalı denizin, beyaz göz göz olmuş köpüklü sularıyla ıslanan taba rengi ve birazda küçük çakıllı kumsala, onun ayak bastığını gördüğüm an derin bir nefes aldım. Hafiften hızlanan adımlarıyla az sonra yanımdaydı Alptekin abi.
"Merhaba," dedi o yabancıya biraz soğuk, biraz tehtitkar bir sesle uzanıp şezlongundan havlusunu alırken ve o yabancı da gayet rahat aynı cevabı verdi.
Ben sanki bir film izler gibi ikisini izliyordum. Bakışlarım ikisinin arasında gidip geliyordu.
"Küçük hanımdan çakmağını istemiştim, sizin içinde mahsuru yoksa?" diye sordu tilki gibi kıstığı o gözlerini, Alptekin abiden bir an olsun ayırmadan.
"Tabiiki," dediğinde, sert bakışlara teslim olan gözleri, denizin yanında daha da koyulaştığını bildiğim mavilerimle buluştu ve gözlerini çepe çevre saran kıvrımlı ıslak kirpikleri, birbirine dokundu.
Bunu gördüğümde elimdeki çakmağı mecburen yüzüne bakmak zorunda kaldığım yabancıya uzattım.
Çakmağı benden alırken, parmak uçları, benimkilere dokundu ve o koyu yeşil gözleri, çok kısa bir anda gözlerimi talan etti.
"Teşekkür ederim," dedi ve dudağının kenarında tuhaf, çapkın bir tebessüm belirdi. Aslında onu izlemek istemiyordum ama bir yandan da izlemek zorundaymışım gibi bir hisse kapılmıştım.
Çekemedim bakışlarımı ondan. Garip bir andı, tuhaf bir histi yaşadığım ve aynı zamanda ne yalan söyleyeyim ürktüm... hem o bakışlarından, hem garip, insanı ürperten o tebessümünden ve parmaklarıma o dokunuşu, gerçekten tüylerimi diken diken etti.
Yaktığı o uzun ince sigarasından derin bir nefes çekip, başını hafif soluna çevirirken, yana doğru soludu o koyu, gri dumanı uzun uzun.
Bir insan tek nefeste bu kadar çok dumanı nasıl içine çekebiliyor ya?
Aklımdan geçen düşünceye şaşırırken, o çakmağı yine bana uzatmış ama ben, artık ona bakmaktan vazgeçmeyi başarabildiğim için görmedim.
Başımı sağ tarafıma çevirip, kumsaldaki diğer insanlara bakmaya başlamıştım. Öyle yapmam gerektiğini hissettim nedense.
"Alır mısınız küçük hanım?" dediğini duyduğum an dönüp baktım ve gözlerimin hizasında çakmağın hızla el değiştirdiğini gördüm.
Alptekin abi, çabuk davranmış ve ben daha elimi uzatamadan çakmağı kapmış, bununla da kalmamış, ne zaman plastik sehbadan aldığını bilemediğim paketinden çıkardığı bir sigarayı da kendisi yakmıştı.
Yabancı, bu durum karşısında hiç istifini bozmadı. Ne bir şaşkınlık, ne bir tedirgin olma belirtisi vardı.
Çook, fazlasıyla çok rahat bir adamdı. Hatta sinir bozucu bir rahatlığı vardı.
"Sonbahar tatili mi?" diye sordu Alptekin abiye.
"Neden?" diye soruya soruyla cevap verdi aynı garip tehtitkar ses tonuyla benim anlaşmalı kocam ve sanki üstü kapalı sanane bundan der gibiydi.
Tıpkı 'Defolup gitsen ya be adam! Sanane bizim niye burda olduğumuzdan?' diyen iç sesim gibi ve adamın Alptekin abiye bakan o tilki gözlerinin yine kısıldığını fark ettim. Bu adamın bakışları beni ürkütüyordu.
İç sesim bana, 'tuhaf ve tehlikeli birine benziyor,' diye fısıldadığında, kesinlikle iç sesime hak veriyordum ve adam sanki iç sesimi duymuş gibi Alptekin abideki bakışlarını bana kaydırdı ve yüzünde beliren, hımmm doğru kelime bulmaya çalışırsam, evet buldum... buldum ya, sinsi tebessümü yine dudağının kenarında o çok sevdiği yerini aldı ve daha derin baktı gözlerime. Sonrasında bakışları yeniden Alptekin abiye kaydı.
"Çakmak için teşekkür ederim, size iyi tatiller," dedi ve geldiği gibi sessizce çekip gitti.
Giden adamın ardından baka kaldım. Şüpheyle kaşlarım çatılmıştı kesin.. 'ne tuhaf biri,' diye düşünmekten alamıyordum kendimi.
Dönüp Alptekin abiye baktığımda, onun şezlonga oturduğunu ve sigarasından derin nefesler çektiğini gördüm. Bakışları, uzaklaşmakta olan adamdan bana kaydı.
"Sana bir şey sordu mu?"'diye sorduğunda, hemen başımı iki yanıma salladım yavaşça.
"Bundan sonra yabancılarla konuşmuyorsun ve ben yanında yokken, odandan da çıkmıyorsun... anladın mı beni?" dedi, aslında demedi... resmen emretti ve çok ciddiydi.
Tedirgin olmuştu bunu görebiliyordum ve açıkçası böyle hissettiği için onu suçlayamazdım.
Adam gerçekten insanı tedirgin edecek bir tipti. Uzun boylu, ne zayıf ne değil, esmer, ince kemikli yüzü aslında yakışıklı olmamasına rağmen, çok çekiciydi ve o bakışları sanki insanın içini görür gibiydi. Hafif kemerli burnu, yüzüne çirkinlik katacağı yerde ayrı bir hoşluk kazandırmıştı. Çizgi halindeki dudakları, çok şey biliyor ama konuşmamaya yeminli gibi sürekli birbiriyle temas halindeydi ve o sesi, az önce kulağıma Roskolnikof'u okuyan dublaj sanatçısının o ahenkli sesinden bin kat güzeldi ve ben hangi ara bu adamın yüzünü böyle dikkatli inceleyip, sesini de beynime kazıdım hiç bilmiyorum.
Alptekin abinin yüzü bile belleğimde bu kadar detaylı kayıtlı değil. Şaşıp kaldım kendime. * * *
Gündüzleri belli bir süreyi denizde geçiriyoruz ve sonrasında yine onun yönlendirmesiyle ilk bir iki gün Antalya'yı gezdik. Kaleiçi, kaldığımız Lara, yine merkezde Kültür Park'ta gezinip durduk. Ben istemediğim halde mağazalara girip alışveriş yapıyorduk.
Eğlenceliydi özelliklede kıyafet seçmeler. Ben hep spor kıyafetlere bakarken, o inadına daha ağır, daha gösterişli kıyafetlere bakıyordu benim adıma ve ben onları giyinip, utanarak karşısına çıktığımda, ilk ve tek sözü, "çıkar hemen!" oluyordu. Eh bende dünden razıydım.
Yakışmıyordu, üstümde hepsi emanet gibi duruyordu çünkü. O elbiselerle her karşısına çıktığımda offluyor, başını sağa sola keyifsizce sallıyor, bazen oturduğu yerde öne doğru eğilmişken, dirseklerini bacaklarının üstüne dayamış, parmaklarını ise ağzının üstünde çatı yapar gibi birleştirmiş, "belki bu defa yakalarız bir şey" umuduyla beni bekliyor ve ben karşısına çıktığımda yine, bir an bana öyle bakıyor ve tam bir hayal kırıklığına uğrayarak artık sinirden gülmeye başlıyordu.
Hani derler ya, al da giyse yakışır, şalda giyse yakışır! Hah, ben işte onun tam tersiydim.
Zayıftım. Bunun için bana kızmaya başlamıştı ya. Yaklaşık bir yetmiş boyum vardı ve elli altı kiloydum. Öyle seksi bir görüntümde yoktu. Sıradan bir tiptim işte. Saçlarım açık kahverengiye yakın, gözlerim koyu maviydi ve biraz iriceydi. Öğle göğsü dolgun tiplerden de değildim.
Amaan! Hiçte istemedim öyle dolgun göğüs.
Ben mutluydum çekici olmayan cılız bedenimle.
Benimkiler küçük elma gibiydiler ama diktiler. İşte bununla biraz gurur duyardım. Evde normalde sütyen takmazdım. Ne gerek vardı ki? Ama şimdi mecburen o yetmiş beş beden, içi ince süngerli sütyenleri takmak zorundaydım ve bu çok sıkıcıydı.
Hafif bir bel oyuntum, çokta büyük olmayan kalçalarım vardı ve nerdeyse aslında varla yok arasındaydılar.
Tenimin rengi buğday tenli dediklerindendi ve o hafif dalgalı saçlarımı genelde hep at kutruğu şeklinde toplardım. Genelde alnımı kapatan kahkullerimi çok severim ve yüzümde en sevdiğim bölümde, minik kalkık burnumdu. Millet gidip onca para akıtıp, birde yanında inanılmaz ağrısı, acısı eşantiyonu ile ameliyatla burunlarını estetik yaptırırdı, benimkisi Allah vergisiydi ve bunun için çok mutluydum.
Ne güzelim ne de çirkin ve bu hiçbir zaman umrumda olmadı. Makyajı sevmem, çok çok gerekmedikçe de yapmam.
Duru olmaktan yanayım.
Ah!.. Duru! Benim diğer bir adımdı Duru.. Babam ve kardeşim hep bu adımla hitap ederlerdi bana ama, ne zaman ki onlar toprağa karıştı, benim bu adımda yokluğa karıştı.
Apltekin kocam, bu adımı nikah için işlemlere başladığında kimliğimde görünce şaşırıp, dönüp bakmıştı bana.
Açıklamam tek ve kesindi.
"Babam ve kardeşimle beraber Duru ismimde öldü... kullanmıyorum, işte anca böyle resmi işlemlerde... oda mecburen!"
Anlayış göstermişti ve oda tıpkı diğer tanıdıklarım gibi ve bana yalnızca Birce diye hitap ediyor, ha birde artık yeni bir adım var, bunu da o buldu bana.
DELİ KIZ!
Herkesin hassas bir noktası, yumuşak bir karnı vardır. Benimki de sokak hayvanları işte.
Ne yapayım, görünce dayanamıyorum. Her gördüğüm kediyi kucağıma almazsam, her karşılaştığım köpeğin başını sevmezsem içim rahat etmiyor. Sürekli çantamda kedi köpek mamasıyla dolaşırım ben ve sokaklar, bu canlarla dolu..
Antalya'ya merkeze indiğimizde, gördüğüm ilk petshopa daldım ve o anki heyecanım, mutluluğumla Alptekin abiyi tamamen unuttum.
O, ben yanındaymışım gibi yürümeye, yürürken de konuşmaya devam etmiş ve sonra bakmış ki benden ses çıkmıyor, dönüyor, bir bakıyor ki yanına ve bingo!
Birce, buhar olup havaya karışmış. Sonradan çocuğuymuşum gibi elime yapışıp, beni azarlarken böyle söylemişti ve ben, çaktırmadan gülmüştüm.
Çok ama çok kızmıştı bana o gün.
"Arkadaş bari bir sinyal ver, haber ver! Ne öyle yalnızmışsın gibi pat diye dalıyorsun ilk gördüğün petshopa.. kaldım öyle bostan korkuluğu gibi bir anda yalnız başıma, birde deli gibi konuşuyorum kendi kendime.. görenler, başka zamanda olsa kesin deli sanırdı, Allah'tan kulağımda şu kulaklık varda, telefonda konuşuyorum sandılar.. biz laf anlatıyoruz, küçük hanım buhar olup havaya karışmış, ara ki bulasın! Bir daha yaparsan, yemin olsun oturursun tek başına oda da bende keyfime bakarım.. Deli kız ya!"
Ve artık bana sürekli deli kız diyor... bende gülümsüyorum gizli gizli bunu her duyduğumda. Artık yolda yürürken, oda mecburiyetten ya kolumu tutuyor, ya da elimi. Anladı çünkü.. kaç kez şahit oldu.. her kedi gördüğümde anında dizlerimin üstüne çöküyor, yere oturuyorum.. kucağıma aldığım kediyi mıncıklamadan duramıyorum.
Annem hep söylenir bana.
"Ah be kızçem, zaten iki üç tane pantalonun var, onlarıda çabucak eskittin şu hayvanların yüzünden, kapacaksın bir gün hastalıkta, göreceksin gününü!"
Genelde pantalon giyinirim ve dizlerim çabuk yıpranır, dizlerimden aşağısıda hep tozludur. Amaaan! Çokta tın!
Tahmin ediyorum ki bu konuda sahte kocamla annemle çok iyi anlaşacaklar. Çünkü, oda benim bu halime hem şaşırıyor, hem kızıyor.
"Deli ya vallahi deli," diye söyleniyor şimdilik, bakalım ilerde neler olacak?
Araç kiraladı ve Antalya'ya bağlı beldeleri, ilçeleri gezmeye başladık.
Kaş, Alanya, Side, Manavgat... her gün bir yere gittik ve tarih delisi olan ben, Side'de kendimden geçtim, deyim yerindeyse kendimi kaybettim.
Zamanda yolculuğa çıktım sanki.. yüzyıllar boyunca değişik medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu yerler, aklımı başımdan aldı. Telefonumla öyle çok resim çektim ki sonunda telefonda iflas etti. Eski modeldi ve ben, resim konusunda aç gözlü ben, onun telefonuna sardım.. ehh! Sanki içkiyi fazla kaçırmış gibi bu resim çekme olayınıda biraz abartınca, onun telefonuda acık kitlendi.
Kızgın bakışları yüzümde gezinirken, yine elimden tuttuğu beni, adeta ardı sıra sürükler gibi hem telefon, hemde fotoğraf makinası alabileceğimiz ilk büyük tekno marketlerden birine daldık.
İkimizede son model yeni telefon aldı, yetmedi birde tam profesyonel bilmem kaç lensli acayip güzel bir fotoğraf makinası aldı. Görevli satıcı kısaca bana nasıl kullanacağımı anlatırken, tanıtırken makinayı, o diğer telefonundan birileriyle konuşuyordu.
Sürekli hareket halindeydi ve benim de dikkatim ondaydı. Önce sakindi ama yavaş yavaş yükselmeye başladı. Adeta yerinde duramıyordu ve çok ama çok sinirli görünüyordu.
Hem merak ediyordum hemde ürkmeye başlamıştım. Hızını alamadı ve resmen kendisini mağazadan dışarı attı. Sesini duyamıyordum ama biliyordum, deli gibi bağırıyordu. Çok öfkeliydi ve ben onu ilk kez böyle görüyordum. Açıkçası korkmaya başladım. Anladığım kadarıyla bu adam kızdırmaya gelmiyordu.
Bankonun ardındaki görevli hevesli ve istekli bir şekilde hala bana makina ile bilgiler veriyordu ama benim kulağım, ne onu duyuyordu ne de arada bir gösterdiği bölümlere bakan gözüm onu görüyordu.
Bütün dikkatim Aytekin abideydi ve onun fırtına gibi kapıdan girdiğini gördüğümde, görevlinin şaşkın bakışları bendeyken, satın aldığımız makinayı adamın elinden bir hışımla kapıp, telaşla teşekkür ettim ve bana doğru hızlı adımlarla yaklaşmakta olan öfkeli kocama doğru koşar adımda ilerlemeye başladım.
Karşı karşıya geldiğimizde mağazanın ortasında, kalabalığın içinde farkındaydım... bildiğin kızgın bir boğa gibi burnundan soluyordu.
"Tamam mı, anladın mı, gidelim mi?" diye soru yağmuruna tuttuğu ben, biraz biraz korku, biraz telaşla hep yaptığım gibi yine hızla başımla onayladım onu.
Bir anda elini bana uzattı ve ben, gözlerimin takıldığı ve artık tutmaya alıştığım o ele yapıştım.
'Ya biz hep böyle bir yerlere yada bir şeylere yetişme telaşında mı olacağız?' diye düşünürken koşturarak çıktık mağazadan ve çok geçmeden araçta aldık soluğu.
O yine bıkmadan, üşenmeden bu kez beni sağ arka köşeye oturttuktan sonra, emniyet kemerimi kendi elleriyle bağladı.
"Camını açma!" diye hafif tembihli emrini vermekten de geri kalmadı.
Bir şeyler oluyordu, anlamıştım ama ne olduğunu kestiremiyordum. Yoksa kaç gündür, hep iki tarafta camlarımız açık oluyordu.
Camlarda filtre olmasını özellikle istemişti ve araç nerdeyse siyah filtre camlıydı.
Aklımda bir sürü deli sorular, bir biri ardına sıralansada, soru sormaya cesaretimde yoktu, yetkimde.
Tam hareket edecektik ki yine diğer telefonu çalmaya başladı ve henüz emniyet kemerini bağlamıştı ki alelacele çözdü ve hızla aracın sürücü kapısını açtığı gibi delice bir hızla kapadı kapıyı.
Araçla birlikte bende sarsıldım ve açıkçası ödüm koptu.
Görebildiğim kadarıyla yine bas bas bağırarak konuşuyordu ama ben pek bir şey duyamıyordum. Sadece, "bir şeyi de bensiz becerin şerefsizler!" dediğini duyabildim, o da artık delirme noktasına geldiği için.
Yeniden araca bindiğinde, önce bir durdu öylece, sonrasında başını direksiyona dayadı. Gözlerimi dahi kırpmaya korkarak, alt dudağımı ısırırken sessizce onu izliyordum. Resmen nefes almaya korkar olmuştum ve niyeyse deniz kenarında yanımıza sessizce sızan o adam geldi aklıma.
Alptekin abinin derin derin soluduğunu duyabiliyordum. Sonrasında doğruldu, aracı çalıştırırken, gözlerimiz dikiz aynasında buluştu.
"Dönüyoruz artık... otele dönünce hazırlanmaya başla!" dediğinde sinirli sinirli, "tamam," dedim ve bir anda bağırdı bana.
"Her şeye tamam deme... bir kezde itiraz et ya! İtiraz et! Sende delirtme beni!"
Neye uğradığımı şaşırdım. Ani seslere zaten alerjim vardı vebeynimde nöronlarım yine kısa devre yaptı.
Ellerimle kulaklarımı kapattım ani refleksle ve gözlerimi sımsıkı kapadım ilk anda ve biliyordum benim bu yaptığımı gördüğünde şaşırdı, durdu kaldı öyle.. sessizlik hakim olduğunda aracın içinde, gözlerimi açıp bu kez kocaman açarak baktım ona, ellerimi kulaklarımdan çektikten sonra donup kaldım bir an o halimle ve sonrasında biraz olsun toparlanırken, daha fazla onun öfkeli ama aynı anda şaşkın yüzüne bakamadım.
Başımı önüme eğdim bir suçlu gibi. Oysa benim hiç suçum yoktu ki! Uysal biriyim ben ve bunu çoktan anlamış olması gerekirdi. Kalbimin kırıldığını hissediyordum ve hiç istemediğim halde göz pınarlarımdan kopan yaşlar, yanaklarımdan süzülmeye başladı.
Başımı kaldıramıyordum ve sürekli gözlerimi kırpıştırıyordum.
Bakmasamda ona, beni izlediğini biliyordum, sezgilerim güçlüdür ve o bunu bilmiyordu.
Biliyordum, birazdan, "yüzüme bak!" diye emredecekti yine ve ben ne yapacağımı bilemiyordum.
Yanıltmadı beni.
"Yüzüme bak Birce!" dediğinde sesi çok sıtkın, birazda pişman olmuş gibi çıktı.
Bakamazdım, yapamazdım.. istemiyordum ağladığımı görmesini ve benden çıkan ama bana çok yabancı kızgın, kırgın sesimle tek kelime döküldü dudaklarımdan.
"Hayır!"
Biliyordum, şaşkındı ve daha çok pişman olmuştu.
Kırılmıştım ve düşündükçe daha çok kırılıyor, daha çok kızıyordum. Kalbime sanki kor ateşlerde kızdırılmış bir hançer sokmuştu. Yüreğim sızın sızım sızlıyordu ve ben buna da şaşırmaktan alamıyordum kendimi.
'Neydim ki ben onun gözünde, istediğinde eğlenebileceği, gezip gününü geçireceği, ailesine karşı onu büyük bir dertten kurtaran ama vakti geldiğinde ardına bile bakmadan boşayıp terk edeceği, hiçbir değeri olmayan biri miydim? İstediğinde öfkesini kusacağı... şimdi bunu bana yapabiliyorsa hemde hiç suçum yokken, ilerde ne yapacaktı ki bana bir yanlış yaptığımda?"
Tüm bu düşüncelerin etkisiyle korkmaya da başladım ve ben ondan korkmamam gerektiğini hissetmiştim, güvenmeye başlamıştım oysa ona.
'Niye böyle üşümeye başladım ki ben ve niye bu kadar kırıldım ki?'
"Özür dilerim deli kız! Arada bu abininde böyle deliliği tutuyor, bağışla beni.. çok gerginim.. istemeden oldu," dediğini duydu bu kulaklar ama kalbim duyar da bağışlar mı ki onu? * * * * *