~~ÜÇ AY SONRA~~
Cumartesi sabahı, hiç istemesemde yine erkenden uyandım. Yatakta doğrulup oturdum. Çok ama çok uykum vardı ve ben hafta sonu geç uyanıp, yatakta pineklemekten büyük zevk alırdım. Annem, hayatta gelip uyandırmazdı beni.
Okul yılları boyunca zaten hafta içi sürekli erken uyanır, bir koşturmaca ile insanı çıldırtan İstanbul trafiğinde yollara koyulurdum ama şimdi, mecburdum. Bu evin kuralları vardı ve ben uymak zorundaydım. Baba oğulun benim işe devam edip etmememle ilgili savaşını Alptekin abi kazandı. Hala çalışmaya devam ediyorum ve bu durumdan asla şikayetçi değilim ama işte bari hafta sonları biraz uyuyabilseydim. Neyse.. o günlerinde gelmesine az kaldı.
Üzerimdeki, şal desenli nevresimin içindeki elyaf yorganı, bıkkınlıkla ayaklarımla yatağın ayak ucuna kadar ittirdim. Başımı yan çevirip, camdan dışarı baktım. Gece gündüz tüllerim açık kalsın istiyordum. Sanki o tüller, o güneşlikler kapalı olunca nefes alamıyordum.
İlk zamanlar Alptekin abi, buna sinir olsada, camı her defasında açık görünce tülleri kapasada sonunda anladı sıkıldığımı ve ses etmedi, bıraktı, kapamaktan vazgeçti.
Biliyordum, yine alışkanlığı üzere duştaydı beyfendi. İster istemez artık, onunla birlikte uyumaya iyice alıştığım rahat yatağımızdan tamamen kalktım.
Odamıza yardımcı kadının girmesi yasaktı, yani iş yapmak için. Evin annesi yasaklamıştı. Oğlunun yokluğunda bana söylediği ilk şey, "madem ki istenmediğin bu eve gelmeyi becerdin, kendi odanın işinide kendin yapmayı becereceksin!"
Yapıyordum bende..odamızla ilgili her şeyi ben yapıyordum ve bu durum Alptekin abinin dikkatini çektiğinde yine yalan söyledim.
"Ben alışık değilim öyle kendi odamın bir başkası tarafından temizlenmesine, huzursuz oluyorum.. ben yapmak istiyorum," dediğimde önce biraz düşündü, farkındaydım, canı sıkıldı ve gözlerime bakıp, "başka bir durum yok değil mi?" diye şüpheyle sorduğunda en tatlısından gülümseyip, "ne olabilir ki?" demiştim ve sonunda bana inanmasını sağlamıştım. Böyle saçma sapan konular yüzünden evde huzursuzluk çıksın istemiyordum. Her yaptığım, her halim sürekli gözetim altındaydı ve ben artık sabrımın son sularında yüzüyordum.
"İyi, öyle olsun... yorma fazla kendini," diyip, kabul etmişti ve bu konuda diğer birçok şey gibi sessizce kapanmıştı.
Şimdi yatağımızı düzeltirken, bunları düşünüyordum. Alışkanlığım üzere, camı biraz aralık bıraktım ve o hoş şubat ayının, serin rüzgarı içeri doluştu hemen merhaba dercesine.
Siyah renk, önü bulutlu yıldızlı İnce polar pijamalarımı giyinme odasında çabucak çıkardım ve koyu gri kot pantalonumu, üzerinede beyaz ince salaş kazağımı giyindim. Kahvaltdan hemen sonra mezarlığa gidecektik. Akşam konuşmuş, karar vermiştik. Gerek onun işlerinin yoğunluğundan, gerek bana tek başıma gitmeye izin çıkmadığı için nerdeyse üç haftadır gidememiştim mezarlığa, daha doğrusu gidememiştik ve çok ama çok özledim kardeşimi, babamı.
Alptekin kocam, iş çıkışı beni almaya geldiğinde bazen anneme gidiyorduk ama fazla kalamıyorduk. Annemde bir şeyler yemek hayal olmuştu nerdeyse. Rahat vermiyorlardı ki. Sürekli kocamı arıyorlar, yemeğe beklediklerini söylüyorlar, kocam "gelmeyeceğiz, siz yiyin beklemeyin bizi," desede annesi en güçlü, en can evinden vuran silahını kullanıyor, "sana sütümü haram ederim oğul," diyordu ve o böyle dediğinde akan sular duruyordu. Annemin gözlerindeki hüznüde kalbime sığdırıp, mecburen kalkıp gidiyorduk.
Düşünüyordum öyle zamanlarda, benim annem hayatta böyle bir şey demezdi. Kültür farkı her türlü karşımıza çıkıyordu. Biz Kırklareli'liydik ve onların kökenleri Ağrı'ya dayanıyordu.
Evet, bizde de büyüklere saygı, hürmet vardı ama onlarda bu üst seviyedeydi ve açıkçası bunu biraz garipsemiş olsam bile, öte yandan çok hoşuma gidiyordu.
Gelenek ve göreneklerine çok bağlıydılar. Kırk yılı aşkındır İstanbul'da yaşıyor olmalarına rağmen asimile olmamışlardı. Alptekin abi, İstanbul'da doğup büyümüştü ve İstanbul'un o kendine has özelliklerini, kültürünü kanıksamış, bunu kendi kültürüyle harmanlamıştı.
Bazen tam bir batılı gibi davranırken, bazı zamanlarda ise tamamen kendi kültürünün etkisinde olabiliyordu ve bu genellikle ev içinde geçerliydi ama yine de tam anlamıyla, babasına yada annesine boyun eğdiği söylenemezdi.
Birkaç defa benimde olduğum, şatafatın eksik olmadığı o bembeyaz, klasik ağır mobilyalarla döşeli büyük salonda babasıyla kapışmış ve sonuç olarak beni elimden yakaladığı gibi ayağa kaldırmış, adeta peşinden sürükleyerek soluğu aracında almış ve deli gibi yollarda gezinip durmuştuk.
O an babasına söyleyemediği ne varsa arabanın içinde bas bas bağırarak söylenirken, deşarz olmaya çalışmış, hızını alamayıp defalarca direksiyona vurmuştu. Ama komik olan şey, bunu her yapacağında önceden beni, "şimdi bağıracağım, lütfen donma, korkma!" diye uyarmasıydı ve ben hazırlıklı olduğum için donmuyordum gerçektende.
Ben "sakin ol," demeye kalktığımda, birkaç kez bana da bağırmış ve beni önceden uyardığı için, o anlarda tepki vermemiş, sakinliğimi korumaya çalışmıştım.
Sonrasında özür dilemeler, onu bağışlamamı istemeler ardı ardına geliyordu ve ben ona bakıp sadece gülümsüyordum.
Biliyordum, bu tebessümler onu sakinleştiriyordu. Yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu.
Ben artık kahvaltı için tamamen hazırdım ve yatağımın baş ucundaki dijital saat artık sabahın sekizini gösteriyordu.
Aşağıya inmeliydim ama çekiniyordum. Her hafta sonunda olduğu gibi kahvaltıyı hazırlamaya yardım etmeliydim ama bu sabah, Alptekin beyciğimiz benden önce erken kalkmayı başardığı için, ona yakalanma riskim çok fazlaydı ve aşağıdakiler bunu bilmiyorlardı.
Emindim, çoktan bana bilenmeye başlamışlardı ama yukarıya da gelemiyorlardı.
Bugün niye bu kadar uzun süre suyun altında kalmıştı anlayamıyordum ve ohh nihayet, banyonun kapısı açıldı.
Her zaman yaptığı gibi başını kurularken çıktı banyodan ve ben hemen, "aşağıya inmemin bir mahsuru var mı?" diye sordum.
"Hayırdır?" diye soruma soruyla karşılık verince, ilk anda ne diyeceğimi bilemedim ve "sıkıldım, çokta acıktım," dedim.
Bakışları tüm bedenimde bilgiç bilgiç gezindi. O kavisli siyah kaşları havalanırken, gözlerinde 'acaba?' sorusu yerini almıştı.
"Çok acıktın ha? Onun için mi böyle zayıflıyorsun?" diye sorduğunda, zayıfladığımın farkında olmasını anlamamı istemişti ve ben bir yandan bunu düşünürken, yine aklıma gelen ilk yalanı salladım.
"Biliyor musun, bilmiyorum ama bazı insanların ana geninde yağ yakıcı bir gen mevcut.. babamda böyleydi, ne kadar yerse yesin hiç kilo almazdı, bende ona çekmişim sanırım. Kendimi bildim bileli böyleyim," dediğimde, farkında olmadan tek ayağımı biraz yerden kaldırmıştım.
Bakışları ayağıma kaydı. "İndir o ayağını pis yalancı," dedi ve yarı kızgın gülümsedi.
Çocukluktan kalma bir alışkanlıkla yalan söylediğim zaman farkında olmadan ayağımı yerden biraz kaldırırım ve anladığım kadarıyla bunu oda biliyordu.. kimbilir oda belki böyle yapmıştır çocukken... Bu şekilde kendimi ele vermiş olmaktan hem utandım, hemde canım sıkıldı gerçekten ve aklımdaki tek soru, 'acaba diğer yalanlarımda da aynı şeyi yapmış mıydım?'
Bu soruya iç sesim cevap verdi hemen beni rahatlatmak istercesine...
'Yok canım, yapmamışımdır. Eğer yapmış olsaydım yüzüme vurmaktan çekinmez, üstüne de bir güzel azarı basardı bana.'
Biliyorum, yapardı... kesinlikle yapardı. Bunu yapacağını bilecek kadar az çok tanıyordum artık onu ve yine aklımda bir düşünce, dönüp dolaşıyordu ama sormaya çekiniyordum. Daha önce de çok istediğim halde hep çekinmiş, soramamıştım.
Giyinme odasından çıktığında ne hikmetse üstünde içine giyindiği siyah gömleği ile uyumlu siyah takım elbisesi vardı ve bu beni şaşırttı.
Hafta sonu spor takılmayı seviyordu ama şimdi bu değişiklik, dikkatimi çekerken aynı anda garib geldi.
Elleriyle nemli saçlarını düzeltirken, koyu kahveleri gözlerime takıldı.
"Sor bakalım sor!.. var senin bir karın ağrın," dediğinde kıpkırmızı olduğuma yemin edebilirim.
'Bu kadar mı belli ettim ya?"
"Şey diyorum ki, ben mezarlık dönüşü anneme gitsem ve bu gece orda kalsam nasıl olur acaba? Annemle olmayı çok özledim," dediğimde gülümsedi.
"Tamda tahmin ettiğim şeyi söyledin. Tamam kal Birce..yarın akşam gelir alırım seni," dediğinde çok mutlu oldum.
Oda bu yatakta rahat rahat uyurdu artık... en son, o bana sarıldığı ve sabah uyandığında da hala bana sarılmış olduğunu fark ettiği o günden sonra daha dikkatli olmaya başladı.. yatağın kenarında, benden uzakta yatmaya özen gösterir oldu ama o ani sarılmaları, elimden tutmaları, beni kendine çekip, bedenlerimizi birleştirmesi, bazen sebepsiz yere gözlerimin içine anlam veremediğim bir şekilde bakması yada ben bir şeylerle uğraşırken, elini çenesine dayayıp hafif gülümseyen gözlerle beni izlemesi ve ben bunu fark ettiğimde gözlerini benden kaçırması hala devam ediyor, hiç bitmedi.
Benim bu bir gecelik yokluğumda o yatağıyla, bende annemle hasret giderecektik.
Evet her gün annemle her fırsat bulduğumda bazen görüntülü, bazen telefona konuşarakta olsa iletişimdeydim ama bu onunla olmaya benzemiyordu ki.
Çok özlemiştim annemi.. kokusunu, teninin yumuşaklığını, o emektar, deterjan kokusunun sinip kaldığı ellerini öpmeyi çok özlemiştim.
"Hadi hazırım bende, gidelim cehennem zebanileriyle kahvaltımızı yapalım, sonra hemen çıkalım," dedi ve elini uzattı bana.
Alışmıştım bu el tutmalara ve evdekileride bizi böyle görmeye alıştırmıştı Alptekin beycim, ama asla alışmayacakları iki şey vardı...
biri ben, diğeri onların artık gerçek sandığı aslında sahte olan bu evlilik oyunu..
Yemek salonunda kahvaltı her zamanki gibi sadece çatal, bıçak seslerinin duyulduğu o ölüm sessizliğinde yapıldı.
Kızgın bakışlara sahip o gözler, arada sırada yüzümde geziniyordu. Bunu bakmasamda görebiliyordum. Hani bazen insan bazı şeyleri bakmadanda görür hisseder ya, işte bu evde ben hep böyleydim.
Gölgelerin arasından sürekli izlendiğimi biliyordum. Sezgilerim daha da güçlenmişti. Bazen hakkımda konuştuklarını duyar gibi oluyordum, yada odamın kapalı olan kapısının ardında birilerinin gizlice odamı dinlediğini hissediyordum, hatta bir keresinde Esra'yı aniden kapımı açarak yakalamıştım.
Bahanesi, 'canı sıkılmış, ne yapıyorum diye merak etmiş, bir işim yoksa aşağıya gelip, onunla oturabilir miymişim?'
İnanmamıştım ama yinede inmiştim aşağıya onunla ve sıkıcı bir sessizliği paylaşmıştık, oturma odasında.
Nihayet kahvaltı bittiğinde, Alptekin beyciğim,
"Hadi çıkalım artık," dediğinde annesi hemen sordu.
"Nereye böyle?"
"Mezarlığa anne!"
"Onun ne işi var mezarlıkta, gelinimi mi ziyaret edecek?" dediğinde yüzünde sinsi bir tebessüm gezindi. Kendince bana laf sokuyordu. 'Mezardaki hala benim gelinim ama sen bir hiçsin!' diyordu üstü kapalı bana. Anlamamak için aptal olmak gerekirdi.
"Hayır! Babasıyla kardeşini ziyaret edecek!" dedi ters ters sahte kocam.
Annesinin yüzündeki sinsi tebessüm yerini şaşkınlığa terk etti bir anda ve oğluna takılıp kalan gözleri benim yüzüme kaydı.
"Başın sağolsun, bilmiyordum," dediğinde bir anlığına, o oğluna miras bıraktığı koyu kahvelerinde hüzün gördüm ama sadece çok kısa bir anlığına.
"Teşekkür ederim," dediğimde iç sesim ona, "zaten hakkımda ne biliyorsunuz ki?" diye soruyordu.
Umursamamaya çabalıyordum. Umursarsam ne değişecekti ki? Sadece benim moralimi bozmaktan başka bir şeye yaramıyordu bu. Birkaç ay sonra çekip gidecektim zaten. Gerek yoktu canımı sıkmaya.
Sıkmıyordum da... yani.. sıkmıyordum galiba... neyse. * * *
Hava oldukça soğuktu, biraz da rüzgarlıydı ve o rüzgar, deminden beri bana bere takmadığım için söylenen Alptekin beyin sevdiğini anladığım saçlarımı savurup duruyordu.
Anlayamadığım bir şeyde ne hikmetse o, bu kez beni kardeşim ve babam ile yalnız bırakmadı. Oysa içimde ne çok şey birikmişti özellikle de kardeşimle konuşmak için.
Yanyana mezarlığın ayak ucunda durup, sessizce dualarımızı okuduk. Dualar bittiğinde, elimi tuttu yine ve, "hadi gidelim Birce," dedi, dedi de ben gitmek istemiyordum ki.
"Ya ben biraz daha kalsam, sende seninkileri ziyaret etsen, kapıda buluşurduk sonra," dediğimde hiç beklemeden, "olmaz," dedi.
"Ama neden?" diye ısrar etmek istedim.
"İşim var Birce.. seni annene bırakıp gitmem lazım hemen. Haftaya yine geliriz, istediğin kadar kalırsın.. şimdi gitmemiz lazım," dedi telaşla bana.
'Acelesi ne bunun ya?"
İç sesime yine iç sesimle 'bilmiyorum ki!' diye cevap verdim.
"ee seninkiler?"
"Zamanım yok, bugünlük böyle... telafi ederim sonra!" diye yanıtladığında beni, çok şaşırdım.
Görülmüş, duyulmuş şey değildi.
Alptekin Tan, mezarlığa gelecek ve o çok sevdiği karısını, bebeğini ziyaret etmeden çekip gidecekti!
'Kıyamet falan mı yaklaşıyor da benim haberim mi yok?'
"Hadi gidelim," dedi yeniden ve elimden tuttuğu beni kendisine çekti. Elimi bırakıp, kolunu arkamdan geçirip, omuzumdan tuttu bu defa ve beni bedenine dayadı.
Attığımız adımlarımız bir olunca, uyumlu bir şekilde hızlıca yürümeye başladık.
"Havalar soğudu artık. Beresiz, kaşkolsüz çıkma!" diye uyarma gereği gördü yine.
Koca Tepe Mezarlığı'ndan araçla çıktığımızda birkaç kilometre gittikten sonra, sağdaki ara sokaklardan birine girdik ve birkaç kilometre kadar daha gittikten sonra büyük, yüksek duvarlarla çepeçevre sarılmış, yine duvar gibi bahçe kapısının önüne geldiğimizde, o koca kapı otomotik olarak sola kaymaya başladı ve geçebileceğimiz açıklığa kavuştuğunda, Alptekin aracı önümüze çıkan bahçeye sürdü. Tamamen bahçeye giriş yaptığımızda, o duvar gibi kapı yeniden kayarak kapanmaya başladı.
Ben şaşkınlıkla etrafıma bakınıyordum. Ne oluyordu böyle hiçbir şey anlayamıyordum. Karşımızda sanırım dubleks olan kocaman bir ev yükseliyordu.
Filmlerde gördüğüm o Amerikanvari evin, hemen sağ tarafında kapalı bir garaj vardı ve kapısı açık vaziyetteydi. Alptekin abi, aracı oraya doğru sürdü ve içi oldukça büyük olan garaja girdik.
Ne olup bittiği hakkında en ufak bir bilgimde yoktu, fikrimde.
"Neden burdaydık ve bu ev kime aitti?"
Aracın kapılarının otomotik kilidini açınca, yine benim emniyet kemerimi çözdü ve hiçbir açıklama yapmadan, "in!" dedi bana.
Mecburen indim ve onunda inmesini beklerken, yine etrafıma bakınmaya başladım.
Garajın içinde birkaç araç daha vardı ve Alptekin abi, eliyle bana işaret edip, "gel böyle!" diye çağırdı.
Biraz gergin gibiydi. Bizim bindiğimiz siyah jeepe görece biraz daha az dikkat çeken aracın kapısını açtı ve bana, "bin!" dedi.
Şaşkın bakışlarımı görmezden gelip, ben araca arka koltuğa oturduktan sonra kapımı kapadı. Aracın önünden dolaşıp, sürücü kapısına gitmesini takip ediyordum. Kapıyı açıp, bindikten hemen sonra birini aradı ve, "iki saate yanındayım," dedi ve ben elindeki telefonu ilk kez görüyordum.
Telefonu kapadıktan sonra nerden geldiğini bilemediğim cesaretimle, dikiz aynasından ona bakarken bir anda sordum.
"Neler oluyor böyle?"
Gözleri bir an için mavilerime takıldı ve derin bir nefes verdi.
"Bu ev, bizim Birce. Sana sürpriz yapacaktım ben aslında bugün, ama acil bir işim çıktı ve sana söylemek istediğim bir şey daha var. Seni boşamayı düşünmüyorum, artık değil.. gitmene de izin vermiyorum. En kısa zamanda buraya taşınacağız. Vazgeçtim.. senden boşanmaktan vazgeçtim. Farkında mısın bilmiyorum ama birbirimize iyi geliyoruz ve ben bundan vazgeçemem. Seninde vazgeçmene izin vermem. Bir gün, ikimizde hazır olduğumuzda birbirimize ait olacağız ve o günler çok uzak değil..buna alışsan iyi olur ve daha fazla soru sorma!" dedi bana.
Duyduklarıma inanamadım. Ben en fazla iki ay sonra yeniden özgürlüğüme kavuşacağımı, o hapisane gibi evden tamamen kurtulacağımı düşünürken ve aslında buna da gizli gizli sevinirken, bu adam bana neler söylemişti böyle bir anda.
Evet birbirimize iyi geldiğimiz, arada sırada aramızda gerginlik yaşansada iyi anlaştığımız bir gerçekti ve ben ondan zaman zaman etkileniyordum, buda doğruydu ama hepsi buydu... ötesi yoktu.
Benim için ötesi, özlediğim özgürlüğümdü, işe gidip gelmekti, annemdi, istediğim zaman mezarlığa gidip, kardeşimle babamla hasret gidermekti, arada sırada olsa da arkadaşlarımla deniz kenarında buluşup, bir simit eşliğinde çay içmekti, yalnız başıma bir yerlere gidebilmekti ve ben tüm bunları çok özlemiştim. Ne kadar çok özlediğimi de şimdi, şu an fark ediyordum.
'Neler oluyor böyle ya?' * * * * *